Sabiha-Zekeriya çiftini ve onların devrindeki siyasi atmosferi bilmeyenler, anlatılanları “bunları biz şimdi yaşıyoruz” diyecekler, o devri bilenlerse, Sertelleri okurken, “sonsuz bir ‘şimdi’ içinde yaşıyormuş hissine kapılacaklar”
07 Ocak 2016 14:00
Sabiha - Zekeriya Sertel çiftinin üç kitaptan oluşan anıları yayınladı. Bunlardan ilki, 1946’da piyasaya çıkan Davamız ve Müdafaamız. İkincisi, Sabiha Sertel’in 1969’da basılan Roman Gibi adlı hatıratı ve üçüncüsü ise, Zekeriya Sertel’in 1977’de çıkan Hatırladıklarım adlı kitabı. Anılar, 20’nci yüzyılın başından son çeyreğine kadar aşağı yukarı 75 yılı kapsıyor. Çoktan mevcudu tükenen bu kitapların Can Yayınları tarafından yeniden basılması, siyasi tarihin önemli belgelerini unutulmaktan kurtardı.
Hatırat sahipleri, Osmanlı devrinde doğmuş, Cumhuriyet devrinde yetişmiş “ara kuşaktan” kişiler. İkisi de Balkan muhaciri, ikisi de hali vakti yerinde ailelere mensup ve çok iyi eğitim almışlar, Selanik’te, Paris’te ve Amerika’da okumuşlar. İkisi de gazeteci. İkisi de komünist. Serteller, imparatorluğun çözülüp, Cumhuriyet’in kurulduğu bu süreçte, Balkan Harbi’ni, İstiklal Harbi’ni, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarını gördüler, Abdülhamid, Atatürk, İsmet İnönü, Adnan Menderes ve arada birçok sıkıyönetim devirlerine tanıklık ettiler.
Siyasete sahnesine Selanik’te, Ziya Gökalp’in, Mehmet Akif’in, Ömer Seyfettin’in mihmandarlığında Jön Türk olarak atıldılar. 1908’den itibaren İttihat ve Terakki Partisi çığ gibi büyümeye başlamıştı. Parçalanmakta olan İmparatorluğun kararan ufkunda bir umut ışığı gibi parlayan “hürriyet, adalet, eşitlik, ilerleme” vaatleri devrin okumuş-yazmışlarını mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Şairler, gazeteciler, düşünürler, akın akın Partiye koşuyordu. Selanik ise bu hareketin başkenti haline gelmişti. Atina’da Sokrat neyse, Selanik’te Ziya Gökalp oydu. Sokrat gibi o da gençlerin önüne birtakım meseleler koyarak onları düşündürmeye çalışıyordu.
Hürriyetin Kâbesi Selanik
Ayrıca Genç Kalemler adında bir de dergi çıkarıyorlardı. Ömer Seyfettin o sıralar bu dergiye “Edebiyattan nefret ediyorum” diye başlayan bir mektup yollamıştı: “Nefret ne kelime, edebiyattan tiksiniyorum. Ama bu nefretim edebiyattan ziyade lisanadır. Bizim lisanımız berbat, perişan, fenne, mantığa muhalif bir lisandır. Bu lisanı Maarif Nezareti yahut cahillerden kurulu bir encümen tasfiye edemez. Halbuki çare basittir; Arapça, Farsça terkiplerin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek fikri yoksa terkipleri en çok onlar kullanır. Eğer terkipler terk edilirse, tasfiyede büyük adım atılmış olacaktır. Bunu yalnız başaramam. Geliniz lisanda bir ihtilal yapalım.”
Ömer Seyfettin’in bu mektubu “Kâbe-i Hürriyet”te yani Selanik’te bomba etkisi yaratmış, kültür milliyetçiliğinin fitilini ateşlemişti. O sıralar 15’inde olan Sabiha ve 20 yaşında olan Zekeriya’nın da aralarında olduğu gençler, Selanik’teki görece özgürlük ortamında akıllarına her geleni uluorta söyleyebiliyordu. Mesela “İstanbul Tükçesi, bütün Türklüğün ebedi ve edebi lisanı olmalıdır” gibi. Keza, “Selanik Dönmelerinin artık kapalı bir kast durumundan çıkarak Türklerle kaynaşması gerektiğini” söylüyorlardı. Dönmeler kültürlü, çok dilli, zengin ve liberal zihniyete sahipti. Gazeteleri, kulüpleri, özel okulları vardı. Ticaret ellerindeydi. İttihat Terakki’yi de destekliyorlardı. Ancak “Türklerle kaynaşma” fikrinden hiç hoşlanmamışlardı. Sabiha da bir Dönmeydi. Ama o “kaynaşmadan” yanaydı.
Balkan bozgunundan sonra Zekeriya, İttihat Terakki bursuyla Paris’e gitti. Sorbonne’da sosyoloji tahsiline başladı. Bu sırada İstanbul’a göçen Sabiha ile mektuplaşmaya başladılar. İlk Dünya Savaşı olanca hışmıyla devam ediyordu. Almanlar Fransa sınırına dayanınca, gurbetçi öğrencilere yol göründü. Zekeriya İstanbul’a dönmüş ve gazeteciliğe başlamıştı. Siyasi faaliyetlerini ise Türk Ocakları’nda yürütüyordu. Sıra evlenmeye gelince aklına ilk gelen Paris’teyken mektuplaştığı Sabiha oldu. Ancak bir sorun vardı; kız Dönme bir aileye mensuptu, ya ailesi karşı çıkarsa? Ancak Sabiha gibi ailesi de Türk-Dönme kaynaşmasından yanaydı. Yani evlenmelerinin önünde bir engel yoktu. Eğer bu izdivaç gerçekleşirse, tarihte ilk defa bir Yahudi kızı Müslüman bir Türk’le evlenecekti.
İttihat Terakki Partisi’nin kodamanları bu niyeti haber alınca fırsata çevirdiler. Parti önde gelenlerinden ve kendisi de bir Dönme olan Dr. Nazım, Zekeriya’yı makamına çağırtmış, “Sen Dönmelik kastına ölüm yumruğu indiriyorsun. Biz bu olayı gereği gibi değerlendirmeli ve Türklerle Dönmelerin birleşmesini bu vesileyle kutlamalıyız. Bu milli ve tarihi bir olaydır” diyerek tebrik etmişti. Düğünü Parti yapacaktı! Zira Yahudiler o sıralar İttihatçıları destekliyordu. Sabiha ile Zekeriya’nın evlenmesi, birbirine aşılmaz duvarlar örmüş cemaatlere öncü ve örnek olacaktı. Hatta bu evlilik “tarihi” bir nitelik taşıyordu.
Dönmeler, İspanya’dan kaçıp Selanik’e sığınan Yahudiler içinde fakat onlardan farklı küçük bir cemaatti. Peygamber addettikleri Sabetay Sevi (1626-1676) gibi Müslüman olmuşlardı. Türkçe isim alırlar fakat namaz kılmaz, oruç tutmazlardı. Çocuklarını kendi açtıkları “Feyziye Mektepleri”nde okuturlardı. Selanik kaybedilince, İstanbul’a gelip Şişli, Nişantaşı’na yerleştiler.
Sabiha’nın babası Selanik gümrüğünde başkâtipti. Ama erken ölmüştü. O yüzden Zekeriya “kızı,” abisi avukat Celal Derviş’ten istemişti. Düğünde “kız tarafını” Talat Paşa, “erkek tarafını” ise Atatürk’ün dışişleri bakanlığını yapan Tevfik Rüştü Aras üzerine almıştı. Bütün nikâh masraflarını Parti görmüştü. Gazetelere haber verilmiş, düğün “milli bir olay” haline gelmişti. Nikâh Şehzadebaşı’ndaki Suphi Paşa konağında kıyıldı. Tören sırasında Talat Paşa gülerek, “Biz kızımızı bedavaya vermeyiz, damattan bin lira isteriz” dedi. Zekeriya’nın o sıra cebinde 10 lira bile yoktu ama bol keseden “veririz” dedi. İmam duasını okudu. Nikâh kıyıldı. Ertesi gün gazeteler hep bu düğünü anlattılar. Böylece “Dönmelik kastı” yıkılmış tarihe karışmış oldu.
Zekeriya Sertel böyle diyor ama bu konuda yanılıyor; Dönmeleri bu nikâh hiç etkilememişti. Olaya “münferit bir vaka” gözüyle baktılar. Çoğunluk Türklerle kaynaşmaya hiçbir zaman yanaşmadı. İlerleyen yıllar içinde İttihat ve Terakki milliyetçi bir partiye dönüştü. Hıristiyan tebaa hayal kırıklığına uğramış ve partiden desteğini çekmişti. Başta Ermeniler olmak üzere Rumlar, Yahudiler, Abdülhamid “istibdatını” özler hale gelmişti. Yani Zekeriya-Sabiha çiftinin birleşmesi “Dönme kastını” yıkmaya yetmedi.
Mütareke yıllarında İngiliz işgali altındaki İstanbul’da ahali sinmiş, hayat durmuştu. 1919 yılında Serteller ülkeden kaçarcasına Amerika’ya gittiler. Halide Edip onlara Columbia Üniversitesi gazetecilik bölümünde bir burs ayarlamıştı. İkisi de tek kelime İngilizce bilmiyordu. İlk altı ay geceleri dil kursuna gittiler. Bu sırada Zekeriya, New York Times’da Atatürk hakkında çıkan yalan-yanlış bir habere kızıp kaleme sarıldı. Gönderdiği düzeltme mektubu gazetede çıkmış ve ondan Kurtuluş Savaşı’ndaki gelişmeleri yazmasını istemişlerdi.
Öte yandan Amerika’da yaşayan Türk ve Kürtleri birleştirmek için bir dernek kurdular. Onlara Atatürk’ü ve amaçlarını tanıtmaya çalıştılar. Savaşta öksüz kalmış çocuklar için para (100 bin dolar) toplayıp Ankara’ya yolladılar. Bu faaliyetleri Amerikan kamuoyunda Türklere bakış açısını değiştirmiş, Ankara’da da memnuniyet yaratmıştı. 1923’te yurda dönünce koşa koşa yeni başkente gittiler. Bir hafta sonra Zekeriya Sertel Matbuat Umum Müdürü olmuştu. Bundan iki ay sonra bir gün Zekeriya Sertel Atatürk tarafından Çankaya Köşkü’ne davet edildi. Davetin amacı Hâkimiyeti Milliye gazetesini adam etmekti. Anlara hükümetinin tek gazetesi buydu ve çok amatörce çıkarılıyordu. Yazılar niteliksiz, şekli bozuk ve dağıtımı çok kötü bir gazeteydi. Atatürk yeni Matbuat Umum Müdürü’nden Hâkimiyeti Milliye için bir restorasyon projesi hazırlamasını istiyordu. Amerika’da gazetecilik hakkında öğrendiklerinin hayata geçirilmesi için bu büyük bir fırsattı. Modern bir gazetede neler olması gerekiyorsa bunları içeren bir proje hazırladı ve Atatürk’e sundu. Paşa projeyi okuduktan sonra “hayalperest” bulmuş, yırtıp çöpe atmıştı.
O günden sonra Serteller kendilerini Ankara’da mutsuz hissetmeye başladılar. Bir gün Yunus Nadi, Zekeriya Sertel’e, İstanbul’da birlikte Cumhuriyet adında bir gazete çıkarmayı teklif etti. Atatürk Yunus Nadi’ye hem maddi destek sağlamış hem de İttihat ve Terakki Partisi’nin Cağaloğlu’ndaki binasını vermişti. Serteller de 10 bin lira vererek gazetenin ortağı olmuşlardı. Ancak bir süre sonra katılım payı 60 bin liraya çıkarıldı. Bu kadar paraları yoktu, mecburen ortaklıktan çekildiler. Yunus Nadi 10 bin liralarını iade etti.
Ankara ve Cumhuriyet bozgunundan sonra bir daha “devlet ve hükümetle” asla çalışmamaya yemin ederek serbest gazetecilikte karar kıldılar. İstanbul’da önce Resimli Ay adında aylık bir dergi çıkarmaya başladılar. Derginin şiarı “tam demokrasiydi”. Saltanat yıkılmış, Hilafet devrilmiş, Cumhuriyet ilan edilmişti ama demokrasiye geçiş için ufukta en ufak bir ışık dahi gözükmüyordu. Savaş sırasında karaborsacılıkla zengin olan yeni bir sınıf doğmuştu. Ankara’nın hoşuna gidenlerin yüzüne gülünüyor, hoşuna gitmeyenleri ise süründürüyorlardı. Resimli Ay dergisi yeni peyda olan menfaatperestlere karşı saldırgan bir yayın politikası tutturmuştu. “Kurtuluş Savaşını halk kazandı, şimdi halk niye kazanamıyor?” diye soruyorlardı. Bu haber Atatürk’ün gözünden kaçmadı. Hemen bir emirle Kılıç Ali bir cevap yazısı kaleme aldı. Buna göre, “Kurtuluş Savaşını halk değil, Atatürk’ün yüksek dehası kazanmıştı. Ordunun ve halkın savaşabilmesi ancak kudretli ve kabiliyetli bir komutana sahip olmasıyla kabildi. Öyleyse zaferi halka maletmek Atatürk’e karşı bir nankörlüktü.”
Tam bu günlerde Doğu’da Kürt isyanı başladı. Şeyh Said, Dersim’de, Diyarbakır’da, Elazığ’da güçlü bir kalkışma yaşanıyordu. Derhal bölgede İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Bu fırsattan istifade bir türlü Ankara ile yıldızı barışmayan İstanbul gazeteleri kapatılmaya, muhalif gazeteciler yakalanıp hapse tıkılmaya başlandı. İddianameye göre “muhalifler Kürt isyanını destekliyorlardı.” Tasviri Efkâr’dan Velid Ebüzziya, Vatan’dan Ahmet Emin Yalman, Ahmet Şükrü Esmer, İsmail Müştak, Mayakon ve daha başkaları yargılanmak üzere yakalanıp Diyarbakır’a gönderildiler.
Bu cefadan Serteller de nasibini almıştı. Çünkü Resimli Ay’da Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı) iddianameye göre “halkı askerlikten soğutmaya çalışıyordu.” Cevat Şakir bu yazısında idam edilen bir asker kaçağının acıklı hikâyesini kaleme almıştı. Böylece derginin sahibi Zekeriya Sertel’le beraber yargılanmak üzere yakalanıp Ankara’ya gönderildiler. Aylar sonra mahkemeye çıkarıldılar ve nihayetinde Sertel Sinop’a, Cevat Şakir Bodrum’a sürüldü.
Sürgün dönüşü gazeteciliğe kaldıkları yerden devam ettiler. Şimdi Resimli Ay’ın yeni bir yazarı vardı: Nazım Hikmet! Onu Vala Nurettin getirmişti. Nazım yanı sıra tayfasını da yanında getirmişti. Ne kadar solcu arkadaşı varsa yanında peyk gibi dolaşıyorlardı. Bunlardan biri Kerim Sadi, öbürü Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’ydu. Nazım erkenden işbaşı yapardı. Şiirlerini oturup masa başında değil, odasında bir aşağı bir yukarı dolaşarak yazardı. Bitirince herkesi etrafına toplar şiirini okurdu. Nazım’ın Peyami Safa ile olan meşhur polemiği işte bu sıralarda yaşanmıştı.
Nazım’a sataşan tek Peyami Safa değildi; Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Hamdullah Suphi gibi daha nicesi onu boy hedefi haline getirmişlerdi. Nazım önce bu çirkin saldırılar karşısında sustu. Fakat sırtını devlete yaslamış, statükodan yana bu kişiler iyice azıtınca karşı saldırıya geçti. Önce Haşim’i ele aldı. “İki Serseri Var” başlıklı şiirinde onun “sırmalı yakalılara uşaklık ettiğini” söyledi. Ardından Türk Ocakları başkanı da olan Hamdullah Suphi’ye yöneldi. Onu “beli sıkılınca ellerini çırpan bir soytarıya” benzetti. Sonra sıra Yakup Kadri’ye geldi, ona da “Be hey kara maça beyi / Halka ahmak diyen sensin / Halkın soyulmuş derisinden sırtına frak giyen sensin” diye yüklendi.
İşte bu düşüncelerle Resimli Ay’da putlaşmış eski zaman ünlülerine karşı “putları yıkıyoruz” diye bir kampanya başlatıldı. Tabii bunun ardından kıyamet koptu; karşı kampanyada gençler “milli değerleri” korumaya çağrılıyordu. Bir gün 40-50 kadar serseri dergiyi bastı. Bağırıp çağırıyorlardı. Zekeriya Sertel soğukkanlılıkla bunları idare etti. O ana kadar Nazım bir köşeye çekilmiş, olup biteni endişe içinde seyrediyordu. Zekeriya Sertel gençleri oturttu, onlara çay söyledi. Sonra onları Nazım’la tanıştırdı. Az sonra hışımla gelen gençler güle oynaya çekip gittiler. Ama aslında bu olay ileride yaşanacak olan Tan Baskını’nın bir provasıydı.
Serteller Resimli Ay’dan sonra Son Posta adında bir günlük gazete çıkardılar. Serbest Fırka’nın kurulmasıyla böyle bir platforma (kürsüye) ihtiyaç vardı. Ancak Serbest Fırka’nın açılmasıyla kapanması bir olmuştu. Dolayısıyla Son Posta da işlevsiz kalmıştı. Bundan sonra sıra Tan’a geldi. Bu aslında zaten çıkan bir gazeteydi. Burhan Felek, Fikret Adil, Eşref Şefik gibi eski kuşaktan bazı isimler bu gazetenin köşe başlarını tutmuşlardı. Serteller, Ahmet Emin Yalman’ın ortaklığında Tan’ı tesisiyle birlikte satın aldılar. Bir süre sonra da eskileri yollayıp kendi kadrolarını kurdular; Naci Sadullah Daniş, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Refik Halit Karay, Refi Cevat Ulunay ve tabii Sabiha Sertel. Ama Yalman bu kadrodan ürkmüş ve çok geçmeden ortaklıktan çekilmişti. Onun yerini Halil Lütfü aldı.
Bu sırada memleketin ahvali şöyleydi; Atatürk son yıllarını yaşıyordu. İsmet İnönü gözden düşmüş, başbakanlıktan uzaklaştırılmış ve yerine Celal Bayar gelmişti. Serbest Fırka’nın yarattığı panikte çıkarılan antidemokratik yasalar hâlâ yürürlükteydi. Mesela Bakanlar Kurulu yargı kararı olmadan isterse bir gazeteyi kapatabiliyordu. Dünyanın gidişatı da feciydi; Almanya’da Hitler, İspanya’da Franco, İtalya’da Mussolini, Rusya’da Stalin iktidardaydı. İngiltere ve Fransa bunlara karşı cephe almış, karşılıklı savaş hazırlıklarına başlamışlardı. Bu sırada Atatürk ölmüş, yerine İsmet Paşa geçmişti.
Nihayet geliyorum diyen savaş işte gelmişti. Ülkede aydınlar Alman yanlısı, Rus yanlısı diye ikiye bölünmüştü. Aralarında hiç ahlaki olmayan acımasız bir kavga başlamıştı. Taraflar birbirini sürekli “vatan hainliğiyle” suçluyordu. Bu arada yokluk karaborsayı doğurmuştu. Sağlık hizmetlerinden yoksunluk, kötü beslenme ve kara cehalet tifo, tifüs, trahom, tüberküloz gibi hastalıklar patlama yapmıştı. Yine bu sıralarda Varlık Vergisi ilan edildi. Bundan amaç “milli burjuvaziyi” yaratmak, Osmanlı’dan artakalmış Rum, Yahudi, Ermeni burjuvazisini yok etmekti. Varlık Vergisi sayesinde sermaye el değiştirmiş fakat halkın derdine çare olamamıştı. Atatürk ölmüş ama “tek parti, tek şef” devri, İsmet Paşa ile olanca gaddarlığıyla devam etmekteydi.
İkinci Büyük Savaş, Müttefiklerin, yani Sovyetler Birliği, İngiltere, Amerika ve Fransa’nın zaferiyle sonuçlanmıştı. Değişim rüzgarı CHP’yi de etkisi altına almıştı. Artık Parti kaynıyordu. Celal Bayar, Adnan Menderes partiden çekilmişti. Samet Ağaoğlu, Tevfik Rüştü Aras, Fuat Köprülü, Refik Koraltan gibi isimler de bunların peşine takılmıştı. Zekeriya ve Sabiha Sertel de bu oluşumun devrimci bir girişim olduğu vehmine kapılmışlardı. Bayar-Menderes tayfasının seslerini duyurmak için bir gazeteye ihtiyacı vardı. Ayrıca bir de Görüşler adında dergi çıkaracaklardı. Bu nedenle önceleri Serteller ile yakınlaşmakta bir sakınca görmediler.
Bir gün Zekeriya Sertel, Tevfik Rüştü Aras tarafından Ankara’ya çağrıldı. Orada onu Celal Bayar ve Adnan Menderes bekliyordu. Buluşmadan maksat, Tan gazetesini Demokrat Parti’nin yayın organı haline getirmekti. O günlerde, yani 1945’te hükümet, yeni havaya uyuyor görünmek için, meclise Toprak Reform Kanunu tasarısını getirmişti. Bunun görüşmeleri sırasında Menderes ve Bayar toprak reformuna karşı çıktılar. İşte o zaman Serteller yanlış bir ortaklık içine girdiklerini anladılar. Ama artık iş işten geçmişti.
Görüşler dergisinin ilk sayısı çıkmıştı. Derginin yazarları arasında Celal Bayar ve Adnan Menderes de anons edilmişti. Ama bunlar, söz verdikleri halde dergiye yazılarını yollamamışlardı. Dergi çıkar çıkmaz tükendi. Bu rağbet, İnönü ve Başbakan Rüştü Saraçoğlu’nu hem çok kızdırmış hem de çok korkutmuştu. Derken Serteller’e tehdit telefonları yağmaya başladı, “milli gençlik rahatsızdı.” Ertesi gün Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit Yalçın, “Kalkın ey ehli vatan” başlığıyla halkı kışkırtan bir yazı yazdı. Tan gazetesini komünistlikle suçluyor ve insanları Tan’ı yıkmaya davet ediyordu.
Gerisi malumunuz. Gazete basılır, matbaa yerle bir edilir, vesaire. Bu vahşet gösterisinin ardından Sabahattin Ali öldürülmüş, Nazım Hikmet Rusya’ya kaçmıştı. Serteller’e de yılgınlık geldi. Bir gün sessiz sedasız memleketten çekip gittiler. İkisi de Türkiye Komünist Partisi üyesiydi, bu sayede yurt dışında fazla sefalet çekmediler. Komünist blokta yer alan ülkelerde yayın yapan “Bizim Radyo”da iş buldular. Bizim Radyo, TKP’nin Moskova’dan icazetli sesiydi. Prag’tan Pekin’e, Sofya’dan Bakü’ye, Moskova’ya kadar 25 yıl dolaştılar durdular. Kaçış nihayet 1979’da sona erdi. Sabiha Hanım 1968 ölmüştü. Zekeriya Sertel ise iyice kocamış 87 yaşına gelmişti. Onu havaalanında Aziz Nesin ile yeğeni Gündüz Vassaf karşılamıştı. Zekeriya Sertel, çeyrek asırlık vatan hasretini gideremeden bir yıl sonra 12 Mart 1980’de öldü.