"Resim yazı yokken vardı; her baktığımızda bizi çok etkileyen ressamı belirsiz mağara resimleri buna şahittir. Resim yokken de ses vardı ve sonra bu ikisi buluşup kendileri için küçük ama insanlık için büyük bir âleme geçiş kapısı oldular."
03 Aralık 2020 17:00
Bu soru aklıma Orhan Pamuk’un 2009’da Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton derslerinde ele aldığı konuları derlediği ve İletişim Yayınları’ndan 2011’de yayımlanan Saf ve Düşünceli Romancı kitabının “Kelimeler, Resimler, Şeyler” bölümünü okurken gelmişti.
Bu bölümde Pamuk bazı yazarların “kelimesel”, bazılarının da “görsel” olduğunu söylüyor ve Dostoyevski’yi sözel, Tolstoy’u görsel yazar olarak tanımlıyordu. Bu ayrımda kendi düşüncesini ise şöyle açıklamıştı:
“Şimdi asıl konumuza dönelim ve önemli, kuvvetli bir düşüncemi söyleyeyim. Romanlar temel olarak görsel edebi kurmacalardır. Bir roman en çok görsel zekâmıza, şeyleri gözümüzün önünde canlandırma yeteneğimize, kelimelerden resimler hayal etme gücümüze seslenerek üzerimizde etkisini kurar.” (s. 72)
“Roman yazmak kelimelerle resim yapmak, roman okumak da başkalarının kelimeleriyle kafamızda resimler canlandırmaktır.” (s. 72)
“Benim sevdiğim büyük romancıların ressam gibi olma azminde ya da resme duyulan bu kıskançlık ve ‘ressam gibi’ yazamama pişmanlığında benim için anlaşılmayacak bir şey yok. Çünkü romancılık kelimelerden önce dünyayı resim olarak hayal etme işidir.” (s. 87)
“Kutsal metinler ‘Önce söz vardır’ der. Roman sanatı da sanki ‘Önce resim vardır, ama onu kelimelerle anlatmak gerekir’ demektedir.” (s. 88)
“Bir romanı okumaya başlamanın bir manzara resmine girmek gibi bir şey olduğunu romancıların çoğu gizli ya da açıkça sezerler.” (s. 13)
Ve bu konu üzerine düşünmüş diğer yazarların söylediklerinden örnekler verir.
“Şiir de resim gibidir. Bazısı yakından bakınca etkiler insanı, bazısı uzaklaşınca.” (Horatius’tan alıntı) (s. 74)
“T. S. Eliot’ın ‘Hamlet ve Sorunları’ adlı makalesindeki pek bilinen ve artık unutulan ‘nesnel karşılık’ örneğinden söz açacağım. Nesnel karşılık ile Eliot, herkesin bildiği gibi, bir sanat ya da edebiyat eserinde duyguları ifade edebilmek için, sanatçının bu duygulara nesnel karşılık olacak ‘birtakım eşyalar, bir durum, bir dizi olay’ icat etmesi gerektiğini hatırlatır bize. Romanda ‘nesnel karşılık’ varsa eğer, o da kahramanın gözünden görülmüş, kelimelerle yapılmış bir anın resmidir.” (s. 81)
“Bir örnek Henry James’den vereyim. The Golden Bowl (Altın Kâse) adlı romanına yazdığı önsözde James romanını kimin gözünden, hangi önemsiz kahramanın bakış açısından hikâye etmesi gerektiğine nasıl karar verdiğini anlatırken ‘hikâyemi görmek’ (seeing my story) ifadesini kullanır ve sonra bu anlatıcıyı olaylara çok karışmayan, ahlaki dertlere gömülmeyen mesafeli duruşu yüzünden bir ‘ressam’ olarak adlandırır. Henry James romancılığın kelimelerle resim yapmak olduğunu hep hisseden, önsözlerinde ve eleştiri yazılarında panorama, resim, ressam, vs. gibi ifadeleri gerçek ya da mecazi olarak sürekli kullanan bir yazardır.” (s. 86)
“Ya da Proust’un hayatını verdiği ünlü romanı için ‘Romanım bir resimdir’ deyişini hatılayalım.” (s. 87)
“Avrupa’da mal, resim, eşya, ıvır zıvır çokluğunun uyandırdığı toplumsal ve kişisel iştahı romanlarının manzarası yapan ilk Balzac oldu.” (s. 83-84)
Her sanat dalı gibi roman da, şiir de, resim de insanın yaşadığı durumlara eşlik eden ve buna göre varlığını, tanımını yeniden sorgulayan, biçimini, –yaşanan yeni ve sarsıcı bir vaka karşısında– dilini değiştiren bir ifade biçimidir. Hatta bir sanat eserinin içinde bulunduğu hali anlatmak için bir başka sanat dalını kendine malzeme olarak seçtiği de olur: Bazen bir resim bir yazarı tuvale taşırken, bazen de edebiyat bir ressamın çıkmazını sayfalarında tasvir eder. Sinema ise bu durumu en çok kullanan kulvardır.
Öykülerde hayalindeki resmin peşinde olan karakterler aklıma gelmişti üstte alıntıladığım ve alıntılamadığım satırları okurken. En çok da Balzac’ın karakterleri geldi, çünkü okuduklarımdan bildiğim kadarıyla yazdıklarına ressamları ve resmi en çok davet eden yazar olarak öne çıkıyordu kendisi. Özellikle “Bilinmeyen Başyapıt” öyküsü. Veya Albert Camus’un sarsıcı hikâyesi “Jones veya Sanatçı İş Başında”... Bu ikisi resim, ressam, resim yapma ve sonuç hattı üzerinden derinlere dalan öykülerdendir.
“Önce söz vardı” cümlesini “Önce ses vardı” diye ele almayı tercih ederim; sesi sözün/kelimenin sınırlı anlamıyla kapalı tutmamak için. Resim yazı yokken vardı; her baktığımızda bizi çok etkileyen ressamı belirsiz mağara resimleri buna şahittir. Resim yokken de ses vardı ve sonra bu ikisi buluşup kendileri için küçük ama insanlık için büyük bir âleme geçiş kapısı oldular.
David Hendy’in 2013 yılında Kolektif Kitap’tan çıkan “Gürültü-Sesin Beşeri Tarihi” kitabının giriş kısmında ele aldığı “Tarih öncesi ses izleri” bölümü bu ilişkinin bağlarını çözdüğü için etkileyicidir. Şöyle der:
“Mağaraların yankı yapması çok şaşırtıcı olmayabilir. Ancak bazı arkeologlar bir deney yaparak çok daha kayda değer bir şey gösterdiler. Burgonya’daki Arcy-sur-Curve ve Pireneler yakınlarındaki Le Portel gibi mağaraların dar pasajları boyunca zifiri karanlıkta yavaş yavaş ilerlerken ses titreşimleri gönderip sonra bunlara yanıt olarak ortaya çıkan her türlü olağandışı yankıyı dinleyerek sesi bir tür sonar gibi kullandılar. Arkeologlar deney esnasında etraflarını saran sesin ansızın değiştiğini hissettiklerinde fenerlerini yaktılar. Genelde tam bu noktada duvardaki veya tavandaki bir resimle karşılaştılar. Bu resim kırmızı aşı boyasından küçük bir nokta gibi basit bir şey de olabiliyordu, çizgilerden oluşmuş bir desen, bir avuç içi baskı ya da hayvan gibi daha karmaşık bir şey de. Çarpıcı olansa, mağara nerede en ilginç sesi çıkarıyorsa, tarihöncesi sanatın en ilginç toplaşma noktasının da büyük bir ihtimalle orada bulunmasıydı.”
“Yankıyla resim arasındaki bu çarpıcı örtüşmenin ilk ayrıntılı haritasını müzikolog Iégor Reznikoff çıkardı. 1980’lerin ortasında Arcy-sur-Cure’ün mağaralarıyla tünellerinde tek başına yürüyüp duyduklarını ve gördüklerini ayrıntısıyla haritaya dökerken, imgelerin yaklaşık yüzde sekseninin akustiğin özellikle olağandışı bir hal aldığı noktalarda bulunduğunu keşfetti.” (s. 24)
Ve bu durumun sadece Arcy-sur-Cure mağarası için değil, diğer mağaralar için de geçerli olduğunu örneklerle anlatıyor David Hendy. Haklı olarak da şu soruyu soruyor:
“Bu tarihöncesi resimleri yapan sanatçılar acaba neden daha fazla hareket alanına ve ışığa sahip mağara girişlerinde çalışmadılar?” (s. 25)
Üstelik bu zorlu çalışma alanını seçme hali mağaralarla da kısıtlı kalmamış.
“Mağaraların dışındaki tarihöncesi sanat örnekleri bile zaman zaman elverişsiz mekânlarda –kanyon duvarlarının tepelerinde ve zirvelerin cephelerinde– yer alır. Yine etraftaki bazı kayaların yüzeyleri tuhaf biçimde boş bırakılmışken, bazı yüzeyler kalabalıktır. Burada da aradaki bağlantıyı oluşturan şey sestir.” (s. 25)
Resimlerin sesin en etkili çıktığı yeri –bu çok zorlu bir yer olsa da– takip etmesine “sesin çekiciliği” diyebiliriz belki...
Neden peşindeydiler bu sesin? Kitabın devam sayfalarında bunun ilgili yapılmış bir çalışma da ayrıntılı bir şekilde veriliyor. Ama kitapta geçen şu cümle önemli:
“Ses mekânı imgeyle paylaşmakla kalmayıp imgeyi taklit de eder aynı zamanda. Ya da sesi taklit eden imgedir belki de.” (s. 26)
Var olma sıralamasına göre bakarsak asli olanın ses, onu tasvir veya taklit edenin de aşama aşama resim ve yazı olduğu sonucuna varabiliriz.
Modern zamanların mühim mimarlarından Juhani Pallasmaa da ses üzerine düşünmüştür. YEM Yayın tarafından 2011 yılında yayımlanan “Tenin gözleri – Mimarlık ve Duyular” kitabının “Akustik samimiyet” bölümünde yer alan cümlelerinde, görme ve ses arasındaki ilişkiyi ve ilişkisizliği bize farklı açılardan sunar:
“Görme yanıltır, ses birleştirir; görme doğrusaldır, ses tüm yönlere doğrudur. Görme duyusu dışsallığı imler, ses ise bir içsellik deneyimi yaratır. Nesneye ben bakarım, ama ses bana gelir; göz uzanır, kulak karşılar. Binalar bakışımıza tepki vermezler, ama seslerimizi kulaklarımıza iade ederler. ‘Sesin merkezleyici eylemi insanın kozmos duyusunu etkiler’ diye yazar Walter Ong.
“Sözlü kültürler için kozmos, merkezinde insan olan bir süregiden olaydır. İnsan umbilicus mundi’dir, yani dünyanın göbek deliği. Çağdaş dünyadaki zihinsel merkez kaybının, en azından kısmen, işitilir dünyanın bütünlüğünün ortadan kalkmasıyla yüklenebilmesi düşündürücüdür.” (s. 62)
“Görme yalnız gözlemcinin duyusudur, işitme ise bir bağ ve dayanışma duygusu yaratır.” (s. 63)
“İngiliz ressam ve denemeci Adrian Strokes mekân ve ses, ses ve taş arasındaki etkileşime dair keskin gözlemlerde bulunur ve şöyle yazar: ‘Erkeklerin anneleri gibi, binalar iyi dinleyicilerdir. İster belirgin olsun ister görünüşte yığınlaşmış, uzun sesler sarayların, kanallar ya da kaldırımlar arkasına uzanan deliklerini yatıştırır. Yankısıyla birlikte uzun bir ses taşın tamamlanmasını sağlar.’” (s. 62)
“Her şehrin sokaklarının yapısına ve ölçeğine ve genelindeki mimari üslup ve malzemelere bağlı olan bir yankısı vardır. ... Çağdaş şehirlerin geniş açık mekânları sesi geri göndermez ve bugünün binalarının iç mekânlarında yankılar emilir, sansürlenir. Alışveriş merkezlerinin ve kamusal mekânların programlı banttan müzikleri mekânın akustik hacmini kavrama olanağını ortadan kaldırır. Kulaklarımız körleşmiştir.” (s. 64)
Soruya geri dönecek olursam, roman resmin peşindeyse resim neyin peşindedir? Resim ve ses ilişkisi aklımda filizlenirken ve sesin geniş açılımını resim üzerinde sınırlamaya gayret ederken aradığım ipucunu hemen hemen aynı tarihlerde Oğuz Aral’ın not defterlerini incelerken, o defterlerin birindeki kısa bir satırda gördüğümü hatırladım. Şöyleydi:
“Turhan Selçuk’un çizgisi 4/4’lüktür. Benim çizgim ise 9/8’lik.”
İyi bir çizer ve müzisyen olan Oğuz Aral ilginç ve doğru bir tespit yapmıştı. Gerçekten de bakınca Turhan Selçuk’un net çizgileri 4/4’lük bir şarkının şaşmaz ölçülerinde ilerlerken, Oğuz Aral’ın çizgileri de 9/8’in oynak ritmi eşliğinde oluşuyordu.
Oğuz Aral çizgiyi ölçü üzerinden tanımlarken bu ölçüleri içinde barındıran şey olarak müziği düşünmemiz gerekiyor. Ve galiba buna bağlı olarak resim bir ritmin ve onu içine alan müziğin peşindedir diyebiliriz.
Klasik resmin zirveye ulaştığı Rönesans döneminde kompozisyonun, ışığın bir ritmi vardı ve bunun için geometriden faydalanılırdı. Altın oran, altın üçgen veya 1/3 kuralı gibi. Resmin süreç içinde gerçeği taklit etmek, yeniden canlandırmak yerine yeni bir gerçeği ortaya koyma serüveninde bu bildiğimiz göze hoş gelen ritim kayboldu. Ama dediğim gibi bildiğimiz ritim kayboldu; bu ritimsizlik, sessizlik veya müziksizlik anlamına gelmiyor. Jackson Pollock’ın (ve daha başka ressamların) resimlerini rahatlıkla Frank Zappa’nın atonal müziklerine veya John Cage’nin ritimsiz ama müzikli dünyasına benzetebiliriz.
Kusursuzluk tutkusunun hezeyanı, kendi dünyasına kapılan bir kişinin yarattığı o âlemle gerçek arasındaki köprünün yıkılması, mükemmellik ihtirası, keşfettiği ama diğerine anlatmayı, göstermeyi beceremediği bir dünyanın yarattığı ifadesizlik gibi farklı okuma biçimlerine yol veren bir metin olan ve benim, bilinen ve bu yüzden doğru olarak kabul edilen ritime karşın bir başka düşüncenin-eylemin doğurduğu ritminin çakışması olarak yorumladığım bu durumu Balzac 1831 yılında yayınlanan “Bilinmeyen başyapıt” öyküsünde ele almıştı. Ve nedense bu öykünün kahramanı olan Frenhofer ile Stefan Zweig’in “Satranç” kitabındaki Dr. B. arasında tuhaf bir akrabalık ilişkisi kurarım. Zira ikisinin de ritmi bulundukları dünyadan farklıdır.
Bu öykü döneminde ve sonrasında o kadar etkili oldu ki, etkilediği ressamlar arasında kübizmin babası olan Cézanne ve bu akımı geliştiren Picasso da bulunuyordu. Ve her ikisi de bu öykü için illüstrasyonlar çizdi. Marx’ın Engels’e “mutlaka okumalısın” dediği öykü, o dönemde resme yaklaşımın, daha doğrusu gelmekte olan yeni resim anlayışının avangard/devrimci sesine yer verdiği için de ilginçtir.
Picasso'nun resimlediği baskının ilk sayfaları ve desenler...
Bu soru silsilesine bulunan cevapların doğru olduğu veya olması gerektiği iddiasını savunmuyorum. Bahsedilen şey soyut ve yorumlamaya açık olduğu için her farklı bakış açısında farklı bir cevap ortaya çıkacaktır. Her yeni cevap, yeni ve bağlantılı bir soruyu getiriyor akla. Edebiyat resmin peşinde, resim müziğin peşinde... Peki müzik neyin peşinde?
Kabaca çoğunlukla sözsüz müzikte seslerin oluşturduğu atmosfer ve bu atmosferde hissedilen duygular, sözlü müzikte de, müziğe eşlik eden sözlerden, o sözlerin bir hikâye anlatmasından, hikâyeye fon oluşturan enstrüman seslerinin sözün etkisini artırmasından bahsedip müzik de bir hikâyenin peşindedir deyip bu döngüyü kapatabiliriz. Ama bence bu bir döngü değil, birbiri üzerine bazen açılarak veya bazen üstüne kalın bir örtü çekerek ilerleyen bir etki zinciri.
Müzik neyin peşinde sorusunun cevabını John Cage’in 4’33’’ isimli bestesini dinleyerek düşünebiliriz.
•
GİRİŞ RESMİ:
Balzac’ın Le Chef-d'œuvre inconnu (“Bilinmeyen Başyapıt”) kitabı için Cézanne’ın yaptığı çizimde, öyküdeki Frenhofer eskiz çalışmasını gösterirken.