"Kanımca yaşadığımız bu buhran dolu günler, şimdiki zamanımızın bir gerçeği – geçmişte yaptıklarımızın bedellerini ödüyoruz. İnsanın ‘düşmüşlüğünü’ bertaraf etmek için daha beter düşüşler yaşamasının bir neticesi... Kısacası battıkça batmak."
03 Aralık 2020 09:26
Öykü, roman, çocuk kitabı gibi yazının farklı alanlarında başarılı çalışmalara imza atan Müge İplikçi’nin Kalpten Seven İnsanlar isimli yeni öykü kitabı yayımlandı. Gücünü kadim masallardan, anlatılardan alan öykülerin başrolünde Neyyir ve Korkut var ama hikâyeler çok farklı. Neyyir ile Korkut’un kimliklerini aşan, yaşamları kat eden, zamanı altüst eden aşkı anlatılıyor aslında ama iş tastamam öyle değil! Aşk ve sevgiyi anlatan öykülerde çevre, cinayetler, vasatlıklar, kadın sorunsalı, savaş kol geziyor. İplikçi bugünün temel sorunlarına dair güçlü cümleler kuruyor. Kitabın tanıtım metninde de soruyor: “Yoksa sevgi, artık özlemini bile duymadığımız bir şey haline mi geldi?”
Kitapta farklı Korkut ve Neyyir hikâyeleri yer alıyor. Bunun nedeni ne? Neden hikâyeler hep iki karakter üzerinden kurgulu?
Aslında böyle değildi! Aslında Kalpten Seven İnsanlar diye bir kitap ortada yoktu. Uzun süredir beni heyecanlandıran bir roman projesinin etrafında dönüp duruyordum. Sonra birikmiş olan öykülerimi elden geçirmek söz konusu oldu. Son dönemlerde farklı karakterlerle anlattığım öykülerimin aslında birbirine ‘baktığını’ o zaman gördüm. Korkut ile Neyyir’in benimle buluşması o sıralardadır. Kim onlar sorusuna, yaşamımda o ya da bu şekilde dalgalar oluşturan karakterlerin gölgeleri denebilir. Zaman zaman birbirini seven, zaman zaman birbiriyle çekişen, zaman zaman da birbirine düşman kesilen karakterler... Fonda ise, buna atmosfer demeyi tercih edeceğim sanırım, yaşamın akması asıl derdimdi. Esasen son bir iki yıldır ısrarla, hemen hemen bütün yazdıklarımda öne çıkan husus da buydu. Perende’den bu yana; ilk defa bu kadar net! Bu yüzden yazmakta olduğum romanımın da bu oluktan besleneceğini biliyorum. Kısacası Kalpten Seven İnsanlar’da Korkut ve Neyyir özelinde tüm yalınlığıyla yaşam var. Kimi kez doğa da işin içine karışıyor, kalpten sevmeyi hiç değilse deneyin dercesine.
Kitabın ismi Kalpten Seven İnsanlar ama ben kitapta sevgiden çok vasatlıkları, cinayetleri, şiddeti, ölümleri gördüm. Zıtlıklardan beslendiği, bugüne kadar görmezlikten geldiklerimize dikkat çektiği için mi?
Kuşkusuz... Bu zıtlıklar ve bu zıtlıkların beslediği vasatlıklar bizim yaşamlarımızın temel motifi haline gelmişken, sevgiyi keşfetme konusunda tecrübe ettiğimiz sıkıntılar ortada... Kitaptaki karakterlere baktığımız zaman insanın temel çelişkisini göstermeye çabaladığım bir ivme var. Öyküler de orada hız kazanıyor zaten. “Kendini sevemeyen biri başkalarını nasıl sevebilir?” sorusunun etrafında dönüp durduğum bir yer orası. Ancak bir yandan da Türkiye’ye bakmak gerekiyordu. Bir sosyolog, bir psikolog gibi değil de –zaten bakamam– bir yazar gibi. İşte o zaman neden bu kadar sorun yumağı sorusuna cevap aramak yerine sadece anlatmayı tercih ettim.
Kitapta yer alan bir öyküde doğaya insanoğlunun yaptığı eziyete de yer veriyorsunuz: “‘Bu türden bir felaketi önlemek için ben bir insan olarak neler yapabilirim?’ sorularının eklendiği romantik günlerdi. Bir fidan dikmek, orman kurmak cevap olabilirdi. Ağaç kesmemek, doğanın dengesini bozmamak da.” Ne dersiniz, artık geç mi kaldık?
Kanımca yaşadığımız bu buhran dolu günler, şimdiki zamanımızın bir gerçeği – geçmişte yaptıklarımızın bedellerini ödüyoruz. İnsanın ‘düşmüşlüğünü’ bertaraf etmek için daha beter düşüşler yaşamasının bir neticesi... Kısacası battıkça batmak. Bu noktada inatla aynı çamurda debelenerek sağı solu suçlamak yerine yakın gelecek için doğru soruları sorma zamanı diyebilirim – şimdiki zaman için. Kullandığımız sözcüklerin yaşamda neye denk düştüğünü keşfetme zamanı. Kısacası sözcükleri özenli kullanmayı ve kapsadıkları alanların “neye denk düşebileceğini, neleri yıkıp geçebileceğini, neleri onarabileceğini” idrak etmeye çalışmalıyız. Romantik olmak yerine belki vicdanlı olmak.
Savaş ve savaşa gidip şehit olan çocuk yaştakiler için yazdığınız bir öykü var. Okurken annelerin çektiği acıları düşünmemeniz imkânsız ama bir yandan da annelerin oğullarına aldığı oyuncak silahları… Sizi bu öyküyü yazmaya iten neydi?
Bu öyküyü ilk başta bir çocuk kitabı olarak yazmayı planlayarak kaleme almıştım. İçerdiği ‘sert’ unsurların çocuklardan ziyade ‘velileri’ ürküteceğini düşünerek kitabı yazmaktan vazgeçtim. Bu kısa öykü ilginçtir. Onu rüyamda gördüm ilk kez. O sırada yine yoksul çocukları savaşa gönderip Meclis’te ‘vatan millet Sakarya’ retoriği ile bir torba laf edenler vardı. En tutucusundan en sosyal demokratına... Bu rüyayı o zaman gördüm işte. Ancak milletvekili yerine karşıma bir anne figürü çıktı o rüyada.
Kadınlarla ilgili öykünüzde ‘gelin’ dergileriyle evliliğe özendirilen, erkeklerle hâlâ pek de aynı düzeyde görülmeyen kadınları işliyorsunuz. Kadına şiddetin, tecavüzün ve tacizin konuşulduğu şu günlerde kadın dünyasında ne olursa çağ atlarız ya da kadınlara tavsiyeleriniz neler? Kadınlara düşen görev ne bu konularla ilgilenen biri olarak?
Kadınlar kendi güçlerini biliyor! Benim onlara söyleyecek sözüm yok. Belki edebiyat cephesinden bir iki şey söyleyebilirim. Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabını referans vererek anlattığım, aktardığım, yazdığım bir sürü hikâye var. Ancak kadının hikâyesi burada bitmiyor, bitmez. Campbell’ın mitolojiye ve arkaik hikâyelere referans vererek aktardığı o müthiş çözümlemede tercih ettiği erkek kahramandır! Tıpkı kutsal kitapların kahramanı gibi. Kadının bu rolde neden görülemeyeceğini soranlara Campbell, incelediği bütün eserleri örnek göstererek der ki, “Hemen hemen bütün bu hikâyelerde kadın sadece destekleyici ve besleyen rolündedir.” Şu her başarılı erkeğin arkasındaki yani! Ya da yuva ve dişi kuş halleri... Özetle, kendi hayatımda ve yakın kadın arkadaşlarımın hayatlarında gördüğüm kadarıyla söylemek gerekirse, bir kadın için kahramanın yolculuğunu başarıyla tamamlaması onu erkek dünyasında erkek kahramanla eşitlemez, eşitlemiyor! Başarılı bir mimar, başarılı bir bankacı, başarılı bir üst düzey yönetici...Yetmiyor. Hep bir şeyi eksik hissediyorsunuz. Başardım ama şimdi ne olacak diyorsunuz. Çok doğal. Çünkü size ait olmayan bir yolun, dilin, söylemin kahramanı olmak, gerçek kimliğiniz için olsa olsa çorbada tuzdur. Kadının kendi kahramanlığı için bir yolculuğa daha çıkması lazım. Nedir kendi kahramanlığı? Kendi sesi, kendi ritmi, özgürlüğü, barışı, huzuru, doğası, özgüveni, idrak etmesi... Peki bu çağ atlamaya yeter mi? Çağ için bir şey diyemem. Bir kadının gerçekten kendini keşfetmesinin en büyük devrim olduğuna inanıyorum. İşte o zaman... Birçok şey yeni baştan ‘yazılabilir’.
Kalpten Seven İnsanlar gücünü kadim masallardan alıyor ama aynı zamanda kısa bir roman gibi de… Siz türünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Yazı bu. 21. yüzyılın sözcüklerle bizi buluşturma biçimi. En azından ben öyle anlıyorum. Romanı, şiiri, röportajı, öyküyü, zaman zaman boş sayfaları içinde barındıran bir tür. 21. yüzyıl neyse o.
•
GİRİŞ RESMİ:
Müge İplikçi. Fotoğraflar: Servet Dilber