“Nasılsın” sorusu hep başkasına sorduğumuz bir soru mudur? Yoksa, kime sorarsak soralım bu soru sadece ve sadece kendimize sorduğumuz bir soru mudur?
06 Temmuz 2017 13:54
Bunu en çok Ağaçtaki Kız'a sordum.
Ona nasıl olduğunu sordum. Her gün. Masama oturur oturmaz. Bazen gün içinde. Aklıma yazmakta olduğum roman gelince. Fikir. Diyalog. Monolog. Bir cümle. Ağaçtaki Kız’ın ağzından çıkacak tek bir kelimeyi düşündüğümde onun “Nasıl olduğu” geliyordu aklıma.
Hani, kahramanımın bir telefonu olsa, telefonu yanında olsa, aklıma geldikçe arayıp soracaktım: “Nasılsın” diye. Cevap vermek yerine susacağından eminim. Psikanalist Vamık Volkan, Atlarla Yaşayan Kadın’da hastasının gecenin bir vakti telefonla aradığını anlatır. Kadın divanda aklına takılan şeyleri ısrarla uykusundan uyandırdığı psikanalistine sormaktadır. Vamık Volkan’ın cevabı aklımdan çıkmaz: “Keşke telefonda psikanaliz yapılabilseydim.”
Romancı bir arkadaşımla kahramanlarımıza ulaşabileceğimiz bir e-mail, telefon olsa nasıl olurdu üzerine boş bir sohbete, evet geyiğe, giriştiğimizde psikanalist Vamık Volkan’ın cevabı aklıma gelmişti.
Günlük hayatın rutin işleri arasında, sözgelimi küçük oğlumun servisini beklerken, sevimsiz ev işlerini şişirip kahve keyfi yaparken, keşke ondan bir cevap alabilseydim hayalini kurardım. Bütün fanilerden duyduğum gibi esaslı bir cevap.
Peki, bu neyi değiştirirdi?
Cevap veriyorum: Hiçbir şeyi.
Yine eserlerinde psikanalize geniş alanlar açan Saffet Murat Tura’nın Şeyh ve Arzu kitabının “Bir Ses Gelseydi Eğer” isimli bölümünde benim bu imkânsız isteğimi başka bir açıdan dile gelir. Şimdi size küçük bir kötülük yapacağım ve merak edenlere kitabı okumalarını tavsiye edeceğim.
Ağaçtaki Kız gibi günlük moda tabirlerle ve kalıplarla cevap verecek olursam, “Anladınız siz onu.” Yani; söyleyeceklerim yine insanı anlamayı amaçlayan bilgi birikimi psikanalizle ilintili.
Bu basit, sıradan gibi görünen soru, temelde bununla ilgili çünkü. İnsanın kendisini ve başkalarını anlama çabasının biricik sorusu: “Nasılsın?”
Masa başından öte kanlı canlı bir faniymişcesine “Nasılsın” diye sormak istediğim kahramanım, romanın bir yerinde “Gençliğin psikanaliziyim ben oğlum. Kuşağımın psikanalizi” der. Doğrusu bir cevap duymayı beklediğim kahramanıma bunu söyleten ben olmak istemezdim. Çünkü öyle olursa, cevabını duyabilirdim. Ama öyle değil. Ne yazık ki, roman kahramanlarının varlığı tıpkı gölge gibi yazara bağlı. Ben varsam o da var.
Buna rağmen öyle olduğunu unutup, sadece onun değil, onun ağzından halasının, annesinin, babaannesinin, kankalarının, Hülya Teyze'sinin, Yunus’un ve kendinden geçerek anlattığı herkesin nasıl olduğunu sormak ve cevap almak isterdim.
Kuşkusuz bu, Vamık Volkan’ın “Keşke telefonda psikanaliz yapabilseydim” demesi gibi bir şey olurdu.
Ağaçtaki Kız, “Ölüyorum” diyordu. Nuriye Gülmen, Semih Özakça yaşamalı!
Ağaçtaki Kız gibi dile getirecek olursam, bilinçaltından yürüyüp gidelim isterseniz: Ben küçükken ruh çağırma seansları pek meşhurdu. Üstte harfler, altta birden 10’a kadar sayılar, ortada bir fincan, fincanın bir tarafında “Evet” diğer tarafında “Hayır” seçeneği. Fincan üstüne iliştirilen parmaklar ve “Ey ruh, geldinse…”
Geldiği varsayılarak gelen ya da çağrılan ruha sorular yöneltilirdi. Çoğunlukla “Nasılsın” diye sorardık ama başına “Orada” kelimesini ekleyerek.
Yazı masamın başında kahramanıma bunu her soruşumda aklıma titrek çocuk parmaklarımızın ittirdiği fincanın işaret ederek oluşturduğu karman çorman kelimeler, cümleler gelir. Yazmayı buna benzettiğim de olur. Az biraz yazarlık tecrübesinden söz edebilirim sanırım, yazı masamın başında, iş çocukluktaki ruh çağırma seanslarını hatırlamaya kadar gelmişse, “Bugünlük bu kadar yeter” derim kendime, “İyi değilim.”
Sadece kendi kuşağının değil, romandaki bütün kadın karakterlerin psikanalizi ve aktarımı olan Ağaçtaki Kız masa başında beni hiçbir zaman cevapsız bırakmadı. Hep ne hâlde olduğunu, nasıl olduğunu söyledi. Bir anlamda şakıdı. Hikâyesini inandırıcı kıldığı için yazarı yanıltma potansiyeli yüksek bir roman kahramanı olduğundan, soruma verdiği cevapları dikkate aldığımı söyleyemeyeceğim. O hep duygularını gizledi. Kendi tabiriyle “dökülmekten” kaçındı. Sonunda, romanın sonunda yani, itiraf etmişti: “Bir ışık varsa eğer bu bizim arzumuzla vardı. Daha ölmemiştim. Bir ölü gibi arzusuz değildim. Yalan söylemiştim.”
Psikanaliz kuramında arzuya belirleyici rolünü kazandıran Lacan’dır. Arzu, Lacan’ın belirttiği gibi hep “ötekinin arzusu” dur. Söylemeye çalıştığım şey, “Nasılsın” sorusu hep başkasına sorduğumuz bir soru mudur? Yoksa, kime sorarsak soralım bu soru sadece ve sadece kendimize sorduğumuz bir soru mudur? Ötekinin cevabını gerçekten dinleyip dikkate aldığımız bir zamanda mıyız? Yoksa bu soruyu kendimize sorduğumuzu düşünüp hep cevapsız mı bırakıyoruz? Kimse ne hâlde olduğumuzu bilmiyor mu? Kimin ne hâlde olduğunu bilmiyor muyuz? Ağaçtaki Kız’ın benim yazının başında sormam icap eden bu sorular üzerine düşünecek zamanı vardı. Bırakalım kendisi söylesin: “Ben ölmeden ölmek istediğim için buradayım.”
O aslında hepimize “Nasılsınız” diye soruyordu.
Başımıza gelmeyen kalmamıştı. İncinmiş, kırılmıştık. Sevdiklerimizi kaybetmiş, yaralanmıştık. Hayatın altüst olması diye bir şey varsa bunu bizden başkası bilemezdi. Ne olacak kaygısıyla yaşayan, endişeli, hayat standartları şaşmış, işinden olmuş. Ama her şeye rağmen hayat dolu, umut eden, direnen de bizdik. Manzaraya hasret kalanlara, âşıklara, arkadaşlara, vicdan sahibi insanlara, hepimize soruyordu Ağaçtaki Kız.
Kahramanım insanların kolay kolay ulaşamayacağı kadar yüksek bir dalda durmuş bizi seyretmeye devam ediyor. Bir gün mutlaka birileri onun yanına çıkmayı başaracak, olmadı “Nasılsınız” diye soran sesini duyacaklar. Umarım kahramanım cevapsız kalmaz. Çünkü direnenler asla yalnız bırakılmamalı. Onlara insanlık adına ses vermeyi başarabilmeliyiz. Ağaçtaki Kız, “Ölüyorum” diyordu. Nuriye Gülmen, Semih Özakça yaşamalı!