Şebnem İşigüzel'in yeni romanı Gözyaşı Konağı'ndan tadımlık bir bölümü K24 okurları için yayınlıyoruz. Roman, yarından itibaren raflarda...
“N’apıyorsun Bedriye?” dedim. Pek şaşkın çıkmıştı sesim.
“Seni öldüreceğim küçükhanım.”
Kafamı oracıkta taşla ezip canımı alacağına inanıyordum. O da bunu yapacabileceğine inanıyor olsa gerek ben sormadan söyledi:
“‘Hava almaya çıktık,’ diyeceğim. ‘Kaçtı gitti önüm sıra, aradım, taradım, bakındım, bağırdım, seslendim, bulamadım,’ diyeceğim. Eve dönüp bekleyeceğim. Gece siz gelmeyince evdekilere haber edecektim. Onlar da inzibata. Beni sorgu sual ettiklerinde şu söylediklerimi anlatacağım. Sizi gözden kaybettiğim yeri göstereceğim onlara, parmağımla bilinmeyen bir ufku. Onlar da bulamayacaklar sizi. Çünkü deniz çoktan çekip götürmüş olacak ölünüzü. Kim bilir nereden çıkacaksınız bir daha?”
Bedriye’nin gözlerinde o güne kadar görmediğim bir pırıltı vardı. Beni öldüreceğine dair inancı vardı. Öyle olmasa korkuluk gibi karşımızda dikilen dalyanın içerisinde birisinin olma ihtimalinden şüphe ederdi. Etmemişti. Ya da hisleri kılıç gibi keskinleşmişti, burnu hayvan gibi iyi koku alır olmuş, gözü kararmıştı. Beni öldürebileceğinden emin olmuştu. Korktum. Daha önce hiç o kadar korkmamıştım. Ölümden korkmamıştım. Kendimi yakarken bile korkmamıştım. Ama şimdi korkuyordum. Öleceğine inanan ve ölümden korkan bir zavallı olarak, “Bunu yapamazsın,” dedim. Çenem titriyordu. Dudaklarım. Demek ölüm korkusu ilkin bir titreme veriyormuş vücuda. Kendimi sakınmak istercesine gerisin geriye bir adım attım. Dengemi bulamadım, suya düştüm. Elime bir taş geçirip fırlatmayı akıl edemedim. Ben kimsenin canını yakamam. Ne dil yarası açabilirim bir insanda, ne gönül yarası.
Kötü herkesi kötü sanır. Bedriye elinde tuttuğu taşı yükseltti. Dişlerini sıktığını gördüm. Teslim olmuş gibi ellerimi kaldırdım. Katilimin gözlerine bakıyordum şimdi.
Ölmek zor. Bu dünyayı bırakmak güç. Hayat güzel. Güneş sıcak. Deniz billur gibi. O bile başlı başına bir mutluluk. Hepsini bırakıp gidecektim işte.
“Öldür beni,” dedim ona.
“Daha önce de yaptım,” dedi Bedriye ağlamaya başlayarak.
Daha önce kimi öldürmüştü acaba?
“Sizi öldürürsem beni azat edecekler.”
Bu anlaşmayı onunla kim yapmıştı acaba? Yoksa evin erkekleri her şeyden haberdar mıydı? Halam bile olabilirdi bu. İlk aklıma gelen annemdi elbette. Hatta Fatma! Aptal Hicran’ın bile işi olabilirdi. Herkes huzura ersin, hiçbir şey olmamış gibi eski günlere dönelim diye.
“Senin yüzünden bu yaz evlenemiyorum,” demişti bana. Odamın kapısını bilhassa bunu söylemek için açıp sonra fırtına gibi kapatarak.
Bedriye beni öldürecekti. Bunu yapabileceğine dair inancı yüzünden okunuyordu. Sadece kısacık bir an bunun tadını çıkarıyordu. Kendisini yaşayan bir ölüye çevirenleri teker teker yerime diziyordu.
Gözü kapalı, yataktan yatağa gezmişti. Mesela bir kış gecesi:
“Siz çağırdınız sandım,” deyip yanlışlıkla erkekliği yeni ıslanan ağabeyimin yatağına. Sonra, “Nerede kaldın kız,” diye çıkıştığını duyduğum babamın koynuna. Köle olmayı kabullenememişti. Diğer kızlar kusur ettiklerinde kızılcık sopasını kendi elleriyle efendilerine uzatırken, o kötü bir sözü bile hazmedemiyordu. Sağ elinin üç parmağının yarısı yoktu. Sorun bakalım neden? Taşı sol eliyle tutup kaldırmıştı. En iyi kullandığı eliyle. Kuşkum kalmamıştı artık. Ayrılacağım dünyanın güzelliklerini son bir kez göreyim istediğim için başımı öte tarafa çevirdim. Güneş ılık ılık vurdu yüzüme.
“Öldür beni!”
Sonra katilim olacak Bedriye’nin yüzüne bir daha başkasını öldürmesin, beni de unutmasın diye cesaretle baktım ve kapattım gözlerimi. Sanki her şey, adına hayat denilen şey gözlerimi açıp kapamaktan ibaretti. Kapatınca gözlerimi yıkılıp ölüyordu dünya. Açınca yeniden doğuyordu. Lakin bu defa gözlerimi ölüme kapattığımı düşünüyordum.