Norveçli yazar Erlend Loe: Doğa kent yaşamından kaçıştır, ama aynı zamanda hayatın kendisidir. Doğa, geldiğimiz ve kent hayatı tehlikeli ve dayanılmaz hâle gelirse gitmek zorunda olacağımız yer
Türkçede bu sene yayınlanan Doppler romanıyla ses getiren Erlend Loe geçen ay ITEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali kapsamında İstanbul’daydı.
1969 doğumlu Norveçli yazar, senarist ve film eleştirmeni olan Erlend Loe üniversitede sinema ve edebiyat eğitimi gördü. Sol düşünceye yakın olan Loe, askere gitmeyi reddetti, bunun yerine sivil kuruluşlarda zorunlu hizmette bulundu. Yazarlığa başlamadan önce farklı alanlarda deneyimler edindi, bir süre psikiyatri kliniğinde çalıştı, bir süre ise muhabirlik yaptı. 1993’te ilk romanı yayımlandı. Birçok çocuk kitabı yazan Loe’nin yazdığı bir romanı (Kadının Fendi) ise sinemaya uyarlandı. Senaryo eğitimi olan Loe’nin yazdığı “Varoluş Mücadelesi” isimli dizi film Norveç’in ünlü kanalı NRK’de gösterildi. Loe, Oslo’da “Oslo Senaristleri” isimli bir topluluk kurdu.
Erlend Loe, aynı zamanda çocuk kitapları yazmasının da etkisiyle, sade ve ironik bir dil kullanıyor. Kitaplarında mizahi unsurlar bolca yer tutmakta. Sarkazmı kullanmasını iyi bilen yazarın metinleri, modern toplumun dışında tüketim kültürü ve kapitalizmi de incelikle eleştiriyor.
Loe’nin Türkçeye ilk çevrilen kitabı Naif Süper. 2004 yılında yazdığı Doppler isimli ödüllü romanı ise bu sene Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.
Doppler başarılı, örnek bir Norveç vatandaşının sıradışı değişimi hakkında sarsıcı bir kitap. İki çocuklu, evli, işinde gücünde, orta sınıfa mensup bir vatandaş olan Andreas Doppler, babasının ölümünden birkaç gün sonra, ormanda bisikletiyle bir kaza yapar ve yere düşer. Ormanın dinginliği onu etkiler ve Oslo’yu, kenti bırakıp yeşilliklerin arasına çadırını kurar ve orada yaşamaya başlar. Başarılı olma kaygısından, modern kent hayatından, yapmacık insan ilişkilerinden uzaklaşmak isteyen Doppler’in tek isteği yalnız kalmak ve doğada hayatta kalabilmektir. Bu fikirden onu karısı ve çocukları dahi alıkoyamaz. Kendini avcı-toplayıcı olarak tanımlar. Ormanda tek arkadaşı ise Bongo’dur, ağaçların arasında tanıştığı sevimli geyiği. Ormanda avladığı geyiğin etini yeniden canlandırmaya çalıştığı takas ekonomisinde kullanmak isteyen Doppler, süpermarketteki çalışanla yağsız süte karşılık eti değiş tokuş etmek ister. Ormanın özel mülk olmasını umursamaz Doppler, kendisini bu konuda uyaran bir “sağcı”yı sapanıyla yaralar.
Roman boyunca Doppler'in kent, kent hayatı, kent hayatındaki insanların yaşayışları ve birbirleriyle ilişkileri, tüketim kültürü, modern yaşam tarzı üzerinde çok ciddi eleştirilerini mizahi ve sarkastik bir üslupla görürüz. Başarılı olmak ve sürekli bir şeyler yapmak kaygısını da eleştiren Doppler, ormana yerleşip “bir şey yapmamak” ve yalnız kalmayı tercih eder. Seri üretime karşıdır, bunun yerine takas ekonomisini hayatına yerleştirmeye çalışır. İnsanların eşyalara ve tüketime bağlılığını eleştirir. Şehrin araba kornaları, araçlar, inşaat çalışmalarıyla oluşan uğultusundansa ormanın huzur ve dinginlik veren seslerini yeğler. Başka insanların sesindense geyiği Bongo’nun monologlarına karşı sessizliğini ve kendi iç konuşmalarını tercih eder. Kaçışı doğayadır, özellikle de ormanadır. Dağ ve deniz insana beklenmedik olanı, dalgayı ve rüzgârı yaşatabilir, ormanda ise böyle bir tehlike yoktur, orman dingindir, tehlikeden ve beklenmedikten uzaktır. İletişimden uzak olmayı seçen Doppler "konuşmayan biriyle olmak harika" der geyiği ile konuşmaları için. Doğa ve doğadakilerin seslerini şehir ve şehrin insanlarının sesine tercih etmiştir. Bu sırada iç sesine dönüp babası gibi hafızasında yer edinmiş ve aslında tanımadığını fark ettiği insanları hatırlar ve onlar için kalıcı bir anıt bırakmaya çalışır.
Erlend Loe ile kitabı Doppler ve modern kent yaşantısı, tüketim kültürü, doğaya kaçış fikri gibi kitabına temas eden çeşitli temalar üzerine konuştuk.
Yazarlığa başlamadan önce bir süre psikiyatri kliniğinde çalışmışsınız, bir süre de gazete muhabirliği yapmışsınız. Bu deneyimlerinizin yazarlığınıza katkıları oldu mu?
Deneyimlerim tabii ki benimle, fakat hiçbir zaman yaşadıklarımı birebir kullanmadım. Akıl hastalarının bakımı oldukça acımasız bir deneyimdi ve bende hayatın mantıksızlığına karşı merak uyandırdı.
Öte yandan bir çocuk edebiyatı yazarı olarak Norveç’teki çocuk edebiyatı yayınları hakkında ne düşünüyorsunuz ve kendinizi bunun içerisinde nasıl konumlandırıyorsunuz? Yetişkinler için yazmakla çocuklar için yazmak arasındaki farklar neler, hangisi sizin için daha zorlayıcı oluyor?
Bence, çocuk edebiyatında oldukça gelişmiş ve iyiyiz. Şiirsel bir yanımız var, ama Roald Dahl ve Astrid Lindgren geleneğinde yetişkin otoritesinin bir çok sorunsalı var. Benim yazdığım sözde çok kitapları tam olarak çocuklara hitap etmiyor. Yayıncıma bu kitapları her teslim edişimde şüphelerim oluyor. Ama onlar çocuk kitabı olarak basıyorlar ve çocuklar okuyor. Benim çocuk kitaplarımın gerçekte çocuklar için olmadığı, fazla ironik oldukları ve klasik çocuk kitaplarında olduğundan daha farklı bir anlatım tarzı taşıdıkları hakkında bazı akademik yazılar gördüm. Yazılanları umursamıyorum. Kitaplarım yazarken keyif verdiği kadar bazı çocukları da kapsayan okur kitlesi tarafından severek okunuyor. Yetişkin kitapları yazmaktan da sözde çocuk kitapları yazmaktan da hoşlanıyorum. Bunların tamamen farklı süreçler olduğunu düşünmüyorum.
Doppler romanınızın baş karakteri Andreas Doppler sterilize kent hayatını bırakıp ormana yerleşiyor. Siz doğayı kent hayatının olumsuzluklarından bir kaçış olarak mı görüyorsunuz? Romantikler de doğayı modern yaşamdan kaçış ya da kurtuluş olarak görüyorlardı. Doğayı sizin gözünüzde kentten farklı kılan ve onu kurtuluş haline getiren nedir? Gerçekten, Andreas Doppler’in eylemini gerçekleştirmek mümkün mü sizce?
Bence kesinlikle bu mümkün, özellikle bencil olmaya epeyce hevesliyseniz. Kitabımda karakterin yaşadığı Oslo bölgesi ile aynı yerde yaşıyorum. Şehir merkezine ve ormana bisikletle 15 dakika uzaklıkta bulunan orta bir noktada yer alıyor. Haftada birkaç defa her iki tarafa da gidiyorum. Koşmaya, bisiklete binmeye veya kaymaya tek başıma ya da ailemle birlikte ormana gidiyorum. Ormanın sessizliği ve sakinliği Doppler için olduğu gibi benim için de gerekli. Doğa kent yaşamından kaçıştır, ama aynı zamanda hayatın kendisidir. Doğa, geldiğimiz ve kent hayatı tehlikeli ve dayanılmaz hâle gelirse gitmek zorunda olacağımız yer. Ormanın sakinliğini anlamak, tıpkı insan etkileşimlerinin sosyal becerilerini anlamak gibi gerekli.
Doppler roman boyunca geyiği Bongo ile konuşuyor, bir nevi sürekli kendi kendine konuşuyor. Romanın kimi yerlerinde ormana gidişinin sebebini “insanlardan kaçmak” olarak belirliyor ve “konuşmayan biriyle olmak harika” diyerek de geyiği Bongo ile ilişkisinin pozisyonunu vurguluyor. Doppler’in iletişimden kaçış isteği ve ona cevap vermeyen biriyle olmaktan mutlu oluşu biraz benmerkezci ve bireyci bir tavır değil mi? İnsanlardan kaçmak romanda olumlanan bir tavır mı?
Sözü geçmişken, Bongo bir geyik değil Kanada geyiği. Ormanlarımızda birçok Amerikan geyiği var. Doppler hayatı boyunca başkalarının onun yapmasını beklediği seçimleri yapmış biri. Şimdi yalnız kalmaya ve düşünmeye ihtiyacı var. Bu kesinlikle benmerkezcilik ama çok da fazla seçeneği olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar karmaşıktır. Hayvanlarsa basittir. Bu yüzden Bongo, Doppler için harika bir yoldaş.
Kendini doğanın kucağına atmadan, kent hayatı içerisinde yer alarak bir çözüm bulamaz mıydı Andreas Doppler? İnsanlardan kaçmadan, iletişim ve empati kanallarını kapatmadan, onlarla beraber kentteki sterilize, orta sınıf yaşantısının altının oyulması mümkün değil mi?
Doppler’ın sorunlarını pek çok farklı yoldan görmek mümkün. Ama bu yolların çoğu romanı sıkıcı bir hale getirirdi. Ben onun Oslo sınırları içinde bir Kızılderili gibi yaşamaya çalışmasını istedim. Normal yaşayan insanların, normal hayatların yanı başında bir çeşit doğal ekonomi oluşturmak benim fikrimdi. Orta yaşın, orta sınıfın çöküşünü tüm klişeleri bir kenara bırakarak resmetmeye çalıştım.
Tüketim kültürünün içinde kalarak bu kültüre karşı, modern kent yaşam tarzının içinde kalarak o hayat tarzına karşı direniş alanları yaratılabilir mi? Yoksa illa Doppler’de olduğu gibi umutsuz bir şekilde kendini kentin dışına mı atmalı? Siz modern bir kent olan Oslo’da yaşayan bir yazarsınız. Eleştirdiğiniz modern kent yaşantısı, orta sınıf yaşantısı, tüketim kültürü ve seri üretime karşı durmak, buna direnmek için gündelik hayatınızda yaptığınız eylemler, buna karşın geliştirdiğiniz bir hayat tarzı var mı?
Aldatıcı bir soru. Hayır, diğer insanlar gibi yaşıyorum. Tek farkım, ulaşımımı tüm yıl boyunca bisikletle sağlıyor olmam. 40 cm kar varken ve hava eksi 15 dereceyken bile bunu yapıyorum. Bu benim küçük protestom. Bir bakıma, ata binmek ve diğerlerine hareket çekmek gibi. Her zaman yeni kıyafetler almamaya çalışıyorum ve haftada birkaç kez aileme ekmek pişiriyorum. Ama bunun dışında, çevre için diğer herkes kadar zararlıyım. Çocuklarıma bir şeyler almayı seviyorum. Aile olarak, ebeveynlerimin benim büyüdüğüm zamanlarda yaptığından çok daha fazla harcama yapıyoruz. Frank Zappa’nın “Komünizm uygulanabilir bir ideoloji değildir çünkü insanlar bir şeylere sahip olmak ister.” sözü iyi bir alıntı.
Ormanın keşfedilip kalabalıklaşmasından neden rahatsız oluyor Doppler? Bir yandan özel mülke karşı çıkıp ormanın herkesin olduğunu ilan ederek oraya yerleşen Doppler, bir yandan da ormanını paylaşmak istemeyerek çelişik bir tavır sergilemiş olmuyor mu?
Başkaları da ormanda yaşamak istediği zaman Doppler’ın izole olma fikri tehlikeye giriyor. Kendisi ve Kanada geyiğinin yalnızlığı, kaçmaya çalıştığı insanların onunla birlikte ormana gelmesiyle geçerliliğini yitiren bir kavram oluyor. Doppler’ın ihtiyaç duyduğu şey bu değil.
Doppler komşusu Düsseldorf’tan da ilhamla babasını, kendisini ve oğlunu içeren bir anıt yapıyor ormana. Fakat bu soyağacında kadına rastlayamıyoruz. Neden soyağacındaki kadınları, örneğin annesini de dahil etmiyor Doppler? Bunun romanda kurguladığınız üretici, doğada hayatta kalıp avcılık toplayıcılık yapabilen, ilkellikte kendini bulan, cinsel açıdan verimli erkeklik temsiliyle ilgisi var mı?
Bu hikâye bir çeşit kadın/erkek hikayesi olsun istemedim. Doppler’ın bir erkek olmasından çok yaptıklarıyla ilgiliyim. Doppler’ın karısı onun projesine anlayışla yaklaşıyor. Bu, gülünç denebilecek derecede bir anlayış. Bir süre için Doppler’ın kendine ait bir odası olabilsin istedim. Bunu anlamak için Norveç ve İskandinavya’nın, konu cinsiyete geldiğinde oldukça eşitlikçi bir toplum yapısına sahip olduğunu bilmek gerekir. Doppler karısının yaptığı kadar ev işi yapan bir adam. Karısı kadar çocuklarıyla vakit geçiriyor. Doppler’in yaptığı Norveç’te alışılmış bir durum değil. Modern Norveç erkekleri tıpkı kadınları gibi evcimen insanlardır. Doppler’in kaçışının eşitlik teması üzerine bir yorum haline gelmesini istemedim.
İstanbul hızlı bir kentleşme yaşayan, yirmi milyona yakın nüfusu olan büyük bir şehir. Böyle bir şehire geleceğiniz için nasıl hissediyorsunuz? ITEF’in “Şehir ve Sesler” başlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Oraya geleceğim için heyecanlıyım. Tarih kitaplarında İstanbul ve Constantinapolis hakkında pek çok şey okudum. Birçok filmde de şehrin tasvirlerini izledim. Nihayet şehri kendi gözlerimle görecek olmam beni heyecanlandırıyor. Benim için ses, sestir. Şehirde ya da başka yerde duyulmaları fark etmez.
Türkiye’den bakınca Norveç yaşam kalitesi yüksek, modern ve huzurlu bir refah devleti görüntüsü çiziyor. Peki siz Norveç’ten bakınca Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’ye baktığımda uzun bir tarihî geçmişin merkezinde, zengin bir kültüre sahip, bir yandan da son zamanlarda milliyetçi ve korkuya teslim olmuş, basın ve ifade özgürlüğü üzerinde birçok kontrol ve yasağın bulunduğu bir ülke. Gelişmiş bir demokrasi için bunlar tehlikeli hatta utanç verici. İnsanlar, bugün olan veya 100 yıl önce olmuş herhangi bir şey hakkında, sınırlama olmadan istedikleri her şeyi söyleyebilmeli ve yazabilmeli. Devletin başındaki hiç kimse insanların söylemeye ihtiyaç duyduğu şeyleri kontrol etmeye ve sınırlamaya çalışmamalı. Bu yalnızca gülünç olur.