Bu yıl 25. yılını kutlayan Sel Yayıncılık’ın kurucusu İrfan Sancı: Türkiye’de sadece edebiyat değil hayatın her alanı eril bir karakterde. Dinin de devletin de eril olduğu bir toplumda yayıncılık da bundan azade değil...
24 Aralık 2015 15:00
Sel Yayınları’nın 25. yılı vesilesiyle yayınevinin kurucusu İrfan Sancı ile 25 yıl önce kafasında beliren yayınevi fikrinden 12 Eylül sonrası yayıncılık ortamına, sosyalist yayıncılık pratiğinden toplumsal cinsiyet odaklı yayınlara dek birçok konu hakkında K24 için konuştuk. 25 yıllık Sel macerasını onun ağzından dinledik.
Sel Yayıncılık’ın kuruluş hikâyesiyle Türkiye’deki birkaç yayınevinin kuruluş hikâyesi arasında bir ortaklık var. 12 Eylül 1980 Darbesi döneminde hapse giren bazı sosyalistler, hapisten çıktıktan sonra yaşamlarına yayıncılıkta devam etmeyi seçtiler. Sizle aynı kuşaktan olan ve hapishane sonrasında yayıncılık alanına geçen insanlar sizce Türkiye’deki yayıncılık sektörüne ne kattı?
1980 öncesinde, birçok konuya olduğu gibi kitaba da kategorik yaklaşılırdı. Herkesin bir örgütü, süreli bir yayın organı ve kendi çizgisini izah eden broşür ya da kitapları ve bütün bunlardan beslenen “dünyayı kendinden ibaret sanma” anlayışı vardı.
Kimisi daha içerideyken kimisi de çıktıktan hemen sonra dünyasını genişletebilen bazı sosyalistler yayıncılık işine girdiler. Bununla birlikte ağırlığı, çoğunlukla kötü ya da ideolojik eğip bükmelerle çevrilmiş Marksist klasikler ve ajitatif romanlardan oluşan yayın dünyası çokrenklileşmeye başladı. Uzunca bir süre hem yayın, hem çeviri hatta dağıtım, kitabevi gibi işin diğer alanlarında da etkin olan sol atmosfer; biraz “ticari” beceriksizlikler biraz yapılan işe yaklaşımdaki darlıklar ama en çok da hareketteki gerilemelerle paralel olarak sönümlendi. Birçok yayınevi kapandı, dağıtım ve kitabevi alanı kaybedildi, devam edebilen yayıncıların çoğu ise dünyanın geri kalanı ile birlikte biraz daha “merkezileşerek” yoluna devam edebildi. Yine de bütün kalıplarına ve yanlış adımlarına rağmen sosyalist yayıncıların bugün bile hâlâ domine edilemeyen kültür-sanat alanına önemli bir birikim ve altyapı sağladığını düşünüyorum.
Türkiye’de ifade özgürlüğü söz konusu edildiğinde garip bir şekilde konu hep reel siyasete geliyor. Sel’in öyküsü ise yüksek politikanın sınırlarını oldukça aşan bir ifade özgürlüğü hikâyesini kapsıyor, müstehcenlik etrafında dönen bir hukuki serüven. Sizce bugün ifade özgürlüğünün bayraktarlığını yapan insanlar arasında “müstehcenliğin” sanat içinde de olsa kabul edilemez olduğunu düşünenler var mı? Ya da tecrübenizden hareketle söz konusu toplumsal cinsiyet ya da cinsellik olduğunda, ifade özgürlüğüne ilişkin iddialı cümleler yerlerini suskunluğa bırakıyor mu?
Bugünlerde sıkça örneğini gördüğümüz “herkesin ifade özgürlüğü kendine” silsilesi arasında sıra henüz buna gelemedi ama toplumsal cinsiyet, cinsellik, müstehcenliğe yaklaşımdaki sınırlar, tıpkı ırkçılık gibi bazen kendinizde olmadığınızı varsaydığınız, ancak çok küçük gündelik örneklerle bir anda hortlayabilen, sürekli savaşım halinde olmanız gereken pratikler. Diğerlerini saymıyorum zaten ama kültür yayıncılarının arasında dahi “öyle kitap yayınlarsan, devlet tepene biner, hiç bulaşmayacaksın” anlayışının örtük ya da açıktan ifade edildiğini, düşünüldüğünü biliyorum. Bunun ticari kaygılarla beraber kişilerin kendi sınırlarından kaynaklandığını da. Bizim hukuksal sürecimiz elbette bir ifade özgürlüğü mücadelesidir ancak biz yargıya taşınan kitapların seçiminde “gelin, şimdi de erotizme yüklenelim” gibi bir tavır gözetmiyoruz. Fırıncı ekmek pişirir, terzi elbise diker biz de kitap yayınlarız. Yirmi beş yıllık faaliyetimiz boyunca genel değerleri zorlayan kitaplar da yayımlayan bir yayınevi olarak bazı kitaplarımızın soruşturmaya uğramış olmasını doğal lakin son derece politik bir sonuç olarak görüyoruz. Müstehcenlik, reel politikaya fazlaca anlam yükleyenler tarafından hafife alınıp uzak durulsa da bu böyledir. Uzun yargı sürecinde hiçbir parti ve siyasi figürün duruşmamıza destek amaçlı gelmemeleri örneğin, basit bir göstergedir. Neyse ki az sayıda meslektaşımız ve çokça okurumuzun desteğini hep yanımızda bulduk.
Queer kuram üstüne kurulmuş kitaplar yayımlamak oldukça çetin ve yenilikçi bir iş. Türkiye’de akademide de sivil toplumda da queer kurama artan bir ilgi var. Sel, böyle bir ilginin büyümesinde şüphesiz pay sahibi; siz kendi yayıncılık pratiğinizi nereye konumlandırıyorsunuz? Sizce Türkiye’de geniş bir queer kitaplığının oluşabilmesi için yeterli okur kitlesi var mı?
Çetin bir süreç olsa da queer kurama artan ilgide Sel olarak bir nebze de olsa payımızın olmasına seviniriz tabii ki. Queer kuram, dili de başat bir mücadele alanı olarak gördüğü için hem çevirilerde hem de Türkçe yazılmış metinlerde zorlandığımız noktalar oldu ve oluyor, ancak özellikle çevirilerde bundan sonra daha hassas ve özenli davranacağımızın altını çizmek isteriz. İlgi artsa da henüz geniş bir queer kitaplığı oluşturacak bir okur kitlesi yarattığını düşünmüyoruz. Fakat yine benzer şekilde “kitle”si olmayan LGBT Kitaplığı, Kadın Kitaplığı ve Cinsel Kitaplar dizilerinde ısrarcıyız.
Sel’in farklı kategorilerdeki yazarlarının profillerine baktığımızda gördüğümüz şu: Otoriteyle başı dertte olan bazı insanlar sizin şemsiyenizin altında toplanmışlar. Bir yandan da son dönem Türkiye edebiyatındaki yazarların siyasetle ilişkilenmeleri kimliklerinin birer parçası haline geldi. Okurun genel olarak bu politikleşmeden ve kutuplaşmadan etkilendiğini düşünüyor musunuz? Örneğin bastığınız bir “sakıncalı” kitap nedeniyle bir okurun bir başka Sel logolu kitabı alırken endişe duyabilecek olması sizi tedirgin ediyor mu?
Sel, otoriteyle derdi olan bir yayınevi, çalışanlar, yazarlar dahil onu oluşturan unsurların da, ortaya çıkan ürünlerin de böyle olması çok doğal. Her birimiz bu toplumun bir parçası olduğumuz için politikayla ilişkilenmemiz de öyle. Ancak Türkiye edebiyatında yazarların siyasetle ilişkilenmelerinin kimliklerinin bir parçası haline geldiği görüşüne katıldığımı söyleyemem. Elbette belli gündemlerde sosyal medyanın da etkisiyle daha fazla reaksiyon gösterir oldular ama yalnızca “belli gündemler”de, keşke daha sağlıklı bir ilişkileri olsa, etki alanlarını bu yönde daha fazla kullansalar. Süreklileşmiş bir ilişki olmayınca, “PR”dan öteye gitmiyor bazı tutumlar. Diğer sorunuza gelince, okurun ferasetine her zaman güvendik, böyle bir endişe duymuyoruz.
Şiir konusunda son yıllarda yayıncılardan sık sık duyduğumuz şikâyetler var. Şiir kitabının okuyucu sayısında inanılmaz bir düşüş olduğu vurgulanıyor. Fanzinler ve dergilerin domine ettiği alanda şiir kitabı rotanın biraz dışında kalmış gibi. Kendi şiir kotanızı da ele alarak, bu konuda ne diyebilirsiniz? Özellikle yeni çıkan şiir kitaplarının okunmasındaki ve baskı sayılarındaki azalma türe ilişkin bir kriz olarak değerlendirilebilir mi?
Şiir kitaplarına okurun teveccühünün az olması Türkiye’ye özgü bir durum değil. Bu da ister istemez yayıncıyı şiir yayımlamakta daha az istekli kılıyor olabilir. Kendi açımızdan değerlendirmek biraz haksızlık olur, çünkü bu yönde bir editöryal kadrolaşmayı tercih etmediğimiz için uzun zamandır yeni şiir dosyası kabul etmiyoruz ve bunun nedeni şiirin “satmaması” değil, aksine yayınladığımız şiir kitapları, bu bir ölçü ise eğer gayet iyi satış rakamları yakalamış durumda. Galiba sorun biraz da bir solukta çiziktirilen dizelerin hemen kitap haline dönüştürülmesi isteğinde yatıyor. Türe ilişkin krizin nedenlerini sıkça kötü şiirin yayımlanıyor olabilmesinde de aramalıyız. Okurun çekingen davranması ya da güvenememesini de. Yoksa tüm bunlara rağmen has şiir bir şekilde çemberi kırıp okuruna ulaşmayı da başarıyor.
Sel “yaşayan” bir yayınevi. 25 yıllık serüveni sizin hayat hikâyenizle birlikte okunduğunda, yakın Türkiye tarihindeki birçok akımdan (otoriterleşme, aşırı-militarizasyon, tüketicileşme, muhafazakârlaşma) etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz? Sel’in ve Türkiye’de sizin tabirinizle ortalama üstü yayıncılık yapan benzeri kurumların önündeki en büyük riski ne olarak görüyorsunuz?
Sel elbette yaşayan ve yaşadıkça da belli bir tutumun ve tavrın sahibi olan bir yayınevi. Yukarıda saydığınız üzerimize boca edilen ana akımlar karşısında karşıt bir tutum belirlerken bunlara alternatif olarak gelişen bir araya geliş ve mücadele kanallarını beslemek öncelikli hedeflerimizden biri. Queer, LGBT, kadın kitaplığı, kentsel mücadele, sosyoloji ve politika alanında yayımladığımız çalışmalar bu niyetle yapılıyor. Ortalama üstü yayıncılık yapan kurumların sayamayacağımız kadar derdi var ancak içerikçe etkilenme bunlardan biri değil zannımca. Okur davranışlarına etkisi oluyor mudur, oluyordur mutlaka ama biz her zaman başka türlü bir okur olacağına inancımızı yitirmedik.
KentSel kategorisi altında yayınladığınız kitaplar aslında yeni toplumsal hareketlerin damarlarında akan kanın ayrıntılı bir analizi gibi. Kentlilik ve kentleşme kavramlarından yola çıkarsak, kitaplarınıza ulaşan kentlilerin kendi kentlerine sahip çıkma konusundaki duygularını tetiklediğinizi düşünüyor musunuz? Sizce bu tür yerelden genele yayılan politik tansiyonların gelişmesinde kitapların etkili bir işlevi var mı?
Dizinin ilk kitabı Henri Lefebvre’in Kentsel Devrim isimli çalışmasıydı. Yeni bir toplumsal mücadele dalgasının, bireysel tepkilerin, küçük kazanımların mayalanmakta olduğunun farkındaydık ve bu mücadele biçiminin teorik zeminine bir katkı sunmak istedik. Nitekim Lefebvre’i yayınlayışımızdan (Nisan, 2013) iki ay sonra Gezi Parkı’yla simgeleşen bir toplumsal kırılma yaşadık. Hareketteki yükselme bizi başka bir İstanbul kitabı yapmaya zorladı, daha sonra yine teoriyle devam ettik. Birbirinden beslenen son derece dinamik bir ilişki bu; ortaya çıkmasında değil belki ama gelişmesinde, ilerlemesinde, yönünü bulmasında bir rol oynadığı açık kitapların.
Türkiye’de edebiyat dünyası çoğu zaman eril bir karakteri olan bir dünya olarak algılanıyor. Türkiye’deki edebiyatın temsili çoğu zaman Türkiyeli erkek yazarlar üstünden yapılırken, yayıncılığın vitrininde de çoğu zaman erkekler var. Bu bir tesadüf mü?
Türkiye’de sadece edebiyat değil hayatın her alanı eril bir karakterde. Dinin de devletin de eril olduğu bir toplumda yayıncılık da bundan azade değil. Örneğin Sel’de bütün kilit pozisyonlarda kadınlar çalışıyor, yönetiyor, karar alıyor ve yayın programını oluşturuyorlar ama siz sorularınızı bana gönderiyorsunuz, yani vitrin benim. Diğer yayınevlerinde de ağırlıklı olarak kadınların çalışması ama erkeklerin göz önünde olmaları tesadüf değil elbette.
25 yılın ardından bugünkü tecrübelerinizle düşündüğünüzde yine Sel’i aynı şekilde kurar mıydınız? Çekirdek bir kadro ile çalıştığınızı biliyoruz, bu kadroyu oluştururken nelere dikkat ettiniz? Yayıncılık yapmak isteyen gençlere bir tavsiyeniz olur mu?
Bugün dönüp baktığımda özellikle ilk seneler kadrolaşmaya daha fazla önem verebilirdim diye düşünüyorum, bu işi layıkıyla yapabilmenizin temel koşulu o çünkü. Ama hem dönemin koşulları hem de bizim imkânlarımız çok farklıydı elbette. Yayınevini son altı yıldır kızım Bilge Sancı’yla birlikte yönetiyoruz, kadromuzu esasen o oluşturuyor, iş konusundaki nitelik kadar düşünce olarak da bir araya gelebileceğimiz, konuşabileceğimiz insanlarla çalışıyoruz. Tüm zorluklarına ve hâlâ var olduğunu düşündüğümüz eksiklerimize rağmen bugün geldiğimiz yeri başarılı buluyorum. Evet, Sel’de yapmak istediklerim tam da bunlardı diyebileceğim bir noktadayız. Yayıncılık her zaman zordu, bugün artık daha da zor bir iş; idealizmin, arzuların, isteklerin karşısına çok daha fazla piyasa koşulunun dikildiği, biraz da çarpık bir biçimde “sektörleşmiş” bir alan. Tavsiyeden çok kolaylıklar diliyorum, başladıkları ortam bizimkine göre çok daha çetin.
Son olarak siz kimleri okuyorsunuz? Dönüp dönüp okuduğunuz bir kitap var mı?
Bu sorunuza tek bir kitapla cevap vereyim: Don Quijote bir dinin kitabı olsaydı herhalde ben o dinin bir mensubu olurdum.