Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nun özelliklerinden biri, edebiyat tarihimizde roman olarak tanımlanmayan, türü olarak içinde “roman” yazmayan, “hikâye” olarak tanımlanan kitapların roman olarak yer alması
23 Mayıs 2015 03:00
O gün elime geçmişti kitap, çantama koydum ve bir işim gereği İstanbul içinde uzun bir yolculuğa çıktım. İki arkadaşımla birlikte Haramidere’ye idi yolumuz. Şehirlerarası yolculuk gibi. Gün boyu yalnız kalmayı bekledim; dönüşte onlardan Cevizlibağ’da ayrıldım, tramvaya bindim, şans eseri biri kalktı oturdum ve çantamdan bütün gün özlemini çektiğim kitabı çıkardım, tam Merkezefendi’nin oralarda olmalı...
Selim İleri’nin Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu (Everest yay. 2015) idi çantamdan çıkardığım kitap. Kendi alanında benzersiz bir kitap. Aslında kendi alanı ne? Daha önce böyle bir kitap yazılmamış ki! Doğal olarak ilk önce Önsöz’ü okuyorum bir çırpıda; karıştırıyorum, kimleri almış, hangi romanları. Güzel basılmış bir kitap, 632 sayfa, plastik ciltli kapak, hoş bir kitap olmuş. 229 roman yer alıyor. Bunlar sevdikleri; ya okuyup da almadıkları, yakınlık kuramadıkları! Bir “fantazya” yapalım: dünyayı ikiye ayırsalar, okuyanlar ile yazanlar diye. Sanırım Selim İleri okuyanlar kısmını seçerdi; gerçek bir kitap kurdu, eşine az rastlanır, yetişilemez kitap okuru...
Kedi ve Ölüm önce dikkatimi çekiyor Erhan Bener’in; sonra İntermezzo (Fikret Adil); Tanpınar’ın romanlarına bakıyorum, İçimizdeki Şeytan’a (Sabahattin Ali), Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanları neler, Eylûl (Mehmet Rauf) için ne demiş, Yaşar Kemal’den neleri almış vb. vb. Tramvayda atlamalarla sıçramalarla okurken, karıştırırken Cemal Süreya’nın şu dizeleri gibi:
Merkezefendi’nin gizli barınağından
Bu açık hava kahvesine getirdiğin ne ki
Ben de Merkezefendi’den surların içine Selim İleri’nin kitabıyla girdim; artık Cemal Süreya’nın dediği o Merkezefendi yok, garajlar, tek katlı otobüs acentaları yok, kendi mantığı olan ama şehrin de bir özelliği olan o “kargaşa” yok; nadiren geçtiğimde, camisiyle, türbesiyle küçük mahalle bir kenara itilmiş görünüyor! Kitap da bir “hatırlanış” üzerine kurulu. Selim İleri kitabın adına Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu demiş ama; bir yandan da roman tarihimiz ortaya çkıyor. Bile isteye bir metodoloji tutturmamış. Büyüklü küçüklü denemeler incelikli biçemiyle.
İlk söz ettiği roman Hasan Mellâh (A. Midhat Efendi, 1874) son roman ise Adalet Ağaoğlu’nun Yazsonu. Bu roman 1980 verimi ve kitap da bu yılda bitiyor. 1874 ile 1980 arasında her yıl yayınlanmış romanlar var. Bazı yıllarda bir ya da iki, bazı yıllarda üç, beş. Burada “ölçüt”, yazarın sevdiği romanları. Romanlar da yayınlanış sırasına göre yer alıyor Kılavuz’da. İnsanın aklına ister istemez 1980 ile günümüz arasında Selim İleri hangi romanları okudu; alsaydı, hangilerini alırdı, soruları geliyor. Bunca okuma da hayranlık uyandırıyor.
Alçakgönüllü bir yaklaşım var, “sevdiğim romanlar” demekle. Bununla ilintili olarak, öte yandan da öznel olanı görüyoruz. Ancak “kişiselleştirme” pek yok. Belki kişisel tarihinin izleri çok ama kişiselleştirme yok. Edebiyatın belki de en “özel” yaklaşımı olan “öznel olan” var. Zaten bütün kitabı da bunun üzerine kurmuş İleri. Değerlendirmeler uzun olmasalar da, özlü, yılların birikiminin sonucu. Demem o demek ki Marc Chagall’in “Dört Mevsim”deki fırça darbeleri bu “kısa” ders niteliğindeki kalıcı yorumlar.
Kuşkusuz kitabın yazılış öyküsü uzun ve zor (birazcık tanıklığım var) ama benim kendi okuma öyküm de var çok kısa da olsa. Eve geldiğimde önce şunu yapıyorum: Bazı takıntıları vardır okumanın (okurun). Bu kaçınılmaz. İçindekilere bakıyorum doğal olarak. Ama takıntı bu ya, arka kapakta verilen 229 sayısının etkisi altında başlıyorum saymaya, gerçekten 229 mu diye. İlkinde doğru çıkıyor, bir kez daha girişiyorum yine 229, üçüncüsünde de 229 olunca saymayı bırakıyorum. Yanlışı bulmak ya da eksik mi diye bakmak değil, verilen bir sayıyı da denetlemek değil, aslında düpedüz bir “takıntı” bu. Böylece kitap da beni kabul etmiş oluyor.
Sonrasında, yol boyu sıçramalı okumayı yâni Merkezefendi’den surların içine getirdiğim o okumayı bırakıp, ilk sayfasından son sayfasına kadar elimde kalem, bildiğim bilmediğim, anımsadığım anımsamadığım romanların üzerine kurulmuş incelikli denemeleri, hem roman tarihine ait bilgileri çoğaltarak, öğrenerek hem de deneme türünün hazzına vararak okuyorum Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nu.
Selim İleri'den her zamanki gibi bir “bağlılık” (vefa) örneği! Unutulmuş, önemsenmemiş, küçümsenmiş romanları, piyasa romanı diye bir kenara itilmiş romanları da almış. Onları da sevmiş, dahası okurken sevgiyle, olumlamayla yaklaşmış. O romanlardaki güzellikleri, incelikleri bulup çıkartıyor. İsmini duymadığımız, unuttuğumuz birçok yazarı, köşe yazılarında olduğu gibi Kılavuz’da da gündeme getiriyor. Çünkü o yazma emeğinin de peşinde, ona saygısı ve sevgisi çok büyük. Kendisi de bunca yıl edebiyatımıza yaptığı katkılarıyla, emeğiyle en önemli yazarlardan biri, belki de ilk sıradaki yazar değil mi?
Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nun özelliklerinden biri, edebiyat tarihimizde yâni “kanon”da diyebiliriz, roman olarak tanımlanmayan, türü olarak içinde “roman” yazmayan, “hikâye” olarak tanımlanan kitapların “roman” olarak yer alması.
Örneğin Sait Faik’in Havada Bulut’u, Ziya Osman Saba’nın Değişen İstanbul’u, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı, Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ı, Yaşar Kemal’in Kuşlar da Gitti’si, Bilge Karasu’nun Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı vb. Kuşkusuz ilk bakışta burada “kişisel” bir edim ortaya çıkıyormuş gibi gelebilir. Ancak İleri, roman olarak değerlendirmesini gerekçelendiriyor. Kaldı ki bir kısmı da başlangıçta –kısaca da olsa kitabın öyküsünü öğrendiğimizde– “roman” olarak düşünülmüş!
Her denemenin sonunda, İleri’nin ele aldığı romandan küçük bir alıntı var. Bazen birkaç cümle, bazen bir paragraf, bazen tek bir cümle. İleri’de iz bırakmış, kuşkusuz hiç unutmadığı, belli ki altını çizdiği (kim bilir ne kadar çok çizmiştir) bölümler; denemeye renk katan parçacıklar bunlar. Gelincik tarlasındaki tek tük açan papatyalar...
Çoğu zaman da İleri konu edindiği romanı değerlendirirken, yazarının öteki romanlarının da adını veriyor. Bağlama denk düşecek biçimde kısa kısa söz ediyor. Böylece benim takıldığım roman sayısı 229’u da aşmış oluyor. Bazen de yabancı yazarların romanlarına gönderme yapıyor, örneklendiriyor, benzerlikler kuruyor; dolayısıyla sayı iyice artıyor. Ayrıca eleştirmenlerin, yazarların, ele aldığı romana ilişkin saptamalarına da yer vermiş; bu sayı da epeyce. Bazısına katılıyor, bazısına katılmıyor; ancak okuma yelpazesinin daha da geniş olduğu ortaya çıkıyor. Sinemaya uyarlanmışsa (ya da tiyatroya), yine özlü olarak bu uyarlamalardan söz açıyor, inceliklerin altını çiziyor.
Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nu sanki Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir roman karakteri yazmış, hem de başkarakter. Kitap “roman gibi okunuyor”, “bir romana benziyor” demek istemiyorum; deneme gibi okunuyor, bu da okuma hazzı veriyor zaten. Mademki konumuz roman, kurmaca, ben de ikinci bir “fantazya” oluşturayım. (Her kitabın, ona özgü bir okuma biçimi olması gerekmez mi?)
Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu baştan sona bir “hatırlanış” ediminde. İleri, romanı nasıl edinmiş, ilk nerede görmüş, hangi kitapçıda, yoksa aile kitaplığında mı, kapağında ne varmış; hangi roman onu etkileyip kendi romanına girmiş ya da hangi romanın bir inceliğini ya da karakterini yeniden yazmış, başka sayfalara taşımış; ele aldığı romanın yazarıyla (yazarlarla) nasıl tanışmış, özellikle Attilâ İlhan, Peride Celâl, Kemal Tahir ve onlardan bellekte kalmış anılar, sözler...
Daha önce neler yazmış o romanlarla ilgili, bazılarından pişmanlık duymuş ve şimdi bir özeleştiri içinde. Dolayısıyla bu hatırlanış içindeki iz bırakan ân’lar, Selim İleri’nin kaleminden Chagall’ın fırça darbeleri gibi etkileyici bir biçimde dile gelmiyor mu? Bazılarını sinemaya taşımak istemiş ya da ondan istenmiş, senaryo için çalışmış; yönetmenler, oyuncular, bir şekilde bu hatırlanış içinde yer alıyor. Ancak çoğu olmamış; onun kırıklığı da yok mu?
Bazen şimdiki zamanda yazıyor, oysa kırk yıl, elli yıl öncesi belki, kimden duymuş nerede görmüş, bir kitabın izini sürüp bulmuş ya da yazarını. O tanışma ânları, karşılaşma ânları. Kitabevi tutkusu çocukluğundan beri. “Bugün, hemen, okul çıkışı da gideceğim...” diyerek, belleğinde diri kalmış o âna bizi de taşımıyor mu? Ya da o ân’ları şimdiye taşımıyor mu, heyecanıyla, sevinciyle bazen üzüntüsüyle?
Öncelikle kendi adıma bir “sitem” ya da bir tür “eleştiri” diye de kabul edilebilir. Kendi adıma ama bu konuda yalnız kaldığımı da düşünmüyorum doğrusu! Biliyorum başka türlü olmazdı, olamazdı; Selim İleri de başka türlü düşünmez, değerlendirmez ve yazmaz, yapmazdı! Ne var ki bence kitapta bir “eksiklik” var, 1980’e kadar dört romanı çıkmış olan Selim İleri yok, romanları yok...
Selim İleri'nin K24'e verdiği söyleşi için tıklayınız.