Dünyanın Kasım’a ve Sema Aslan’a görünüşü

"Aslında çok açıkça, bir kente gidememenin hikâyesini yazmayı istiyordum. Kısmen fiziki, kısmen duygusal engellerle bir kente gidememek kadar, diyelim, yıkıcı tüm işaretlere ve hafızaya rağmen o kente gitmekten geri duramamak ya da gitmeye mecbur olmak, birbirine denk bir şiddeti içeriyor. Bir başka yaklaşımla da, mekânın kendisini bir hafıza mekânına dönüştürmek; kenti, mahalleyi ya da evi… Ve orada yaşamayı sürdürmek."

13 Ocak 2022 17:30

İlk romanın Kozalak (2012) ile Dünyanın Kasım’a Görünüşü (2021) arasında “nispeten” uzun bir zaman var. O aralıkta üç çocuk kitabı yazdın tabii. Şehrin Göbeğini Bulamıyorum (2017), Topur’daki Dünya (2019), Galiba Hışırdıyorum! (2020). Hepsini bütün olarak değerlendirdiğimde, her kitabında cinsiyet, kimlik, sınıf, kent, toplum, ekoloji ekseninde bir meram görmek mümkün. Saçaklanıyor, çoğalıyor, birbirleriyle konuşuyorlar. Bunları daha çok son romanın özelinde konuşacağız ama, öncesinde merak ettiğim, sana yazdıranın ne olduğu. Tetikleyen, kışkırtan ve kâğıt-kalemle ya da klavyeyle buluşturan ne/neler? O “öz” ya da “çekirdek”?
 
Yazarak ve yazarken düşünebilen biriyim; varlığından haberdar olmadığım bağlantılar, orada durduğunu bilmediğim seslenişler yazarken açığa çıkıyor. Ama bu zaten böyle olsa gerek. Yine de bu kitapların her biri için geçerli olabilecek bir şeyden söz edebilirim: Hepsinin tam da yazıldıkları dönem, hayatımda bir karşılığı vardı. Kozalak, kızımın yemekle ilişkisinin beni hırpaladığı, benim de kızımı hırpaladığım dönemde, çocuğumun bedeninin sınırlarını, kendi çizdiği sınırları görmem ve kabul etmem gerektiği uyanışıyla yazıldı. Beden meselesi, başkasının bedeni meselesi, benim bedenimden doğan başkasının bedeni meselesi o sıralar biricik meselemdi ve yol alabilmem için yazmam gerekiyordu. Bir kurgu metin yazacağımı bilmezdim – öncesinde düşündüğüm bir şey değildi. Ya da diyelim, yazıyla ilişkimi bir form, bir bağlam içinde değerlendirmemiştim. Yazı, sadece vardı. Belki bu nedenle, meselemde yol alırken girdiğim yol benim için şaşırtıcı oldu; onunla ne yapacağımı bilemedim.

Benzer duyguyu arkasından gelen ilk çocuk kitabında da yaşadım. Neden bir çocuk kitabı yazdığımı bilmiyordum, bir çocuk kitabıyla ne yapılacağını da bilmiyordum. Öylece bitivermiş gibiydi elimde. Yazma sürecinin hızından söz etmiyorum; ne kadar sürede yazıldığından bağımsız olarak onun var olması, var olabilmiş olması beni diyebilirim ki belirsiz bir alana itti. Hâlâ bu belirsiz alandayken yazdığım Topur’daki Dünya ne zamandır işitmediğim kafa sesimi tekrar duyabilmiş olmaya biraz coşkulu bir karşılık. Galiba Hışırdıyorum!ise bambaşka bir tecrübeydi, çünkü niyetlenmeden de olsa, okuru olarak büyük heyecan duyduğum resimli kitap dünyasına girmiştim. Konusu uluslararası göç, göçmenlik, savaş koşulları altında göç olan bu kitabı yazmayı değilse de, çocuk ve göç üzerine çalışmayı epey zamandır istiyordum. Niyetim alanda tematik okuma yapmak, çocuk ve göç konusu nasıl anlatılıyor çocuk edebiyatında, onu araştırmaktı. Fakat bir biçimde o tematik okuma için fırsatım olmadı, öte yandan hikâye hayat buldu.

Bu çocuk kitaplarını teker teker anmamın nedeni şu: Dünyanın Kasım’a Görünüşü, çocuk kitaplarından önce yazdığım, ana hattını büyük oranda tamamladığım bir kitaptı. Ancak bir nedenle dosyayı kapatmış, kenara kaldırmıştım. Neden sonra tekrar açtığımda fark ettim ki, o kitabı yazmayı hiç bırakmamışım. Çocuk kitaplarında da bir mekân, bir yer, toprak aramışım hep. Bu ilginç bir karşılaşma ânıydı. Zihnin çalışma prensibi üzerine şaşırtıcı, hediye cinsinden bir karşılaşma ânı. Soruya dönecek olursak, belli ki çocuk kitaplarını tetikleyen Kasım olmuş. Kasım’ı tetikleyense, bütün bir ‘90’lar hafızası.

Bir öz mü, bir çekirdek mi bu elimizdeki? Filmmor Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilen Maria Victoria Menis’in Karanlık Kutu isimli filminde kameranın bakışından, yargılayan bakıştan uzakta, açıkça kendinin sınırlarında yaşayan bir kadını izleriz. Yönetmen sükûnet içinde bir şey gösterir bize: Kalabalık ailenin yaşadığı evin tüm işini bir başına yapan, çocukların her birinin ihtiyacına yetişen, tek bir gün içinde tek bir kişinin halledemeyeceği işin bütününü, üstelik yüzünde belli belirsiz bir memnuniyetle tek başına gören bu kadın, gece herkes uyuduktan sonra kitabını okur. Kendi sınırlarına çekilir. Biz de sanki kadının ta kendisiymişiz gibi tam o anda dinlendiğimizi, üstümüzden yükün ve beden yorgunluğunun kalktığını, kendimizi duymak ve dinlemek için nihayet uygun bir an bulabildiğimizi hissederiz. Bu esnada abartılı tek bir jest görmeyiz. Galiba öz bu. Kendi sınırlarına çekilebilme ihtimali.

Peki, bu “kendi sınırlarına çekilebilme ihtimali” ânında, az evvelki yanıtından devamla söylersem, hayalindeki, hatırandaki, hafızandakilerin neye evrileceğine, nasıl bir kurgu içinde kendilerine bir dünya yaratıp alan açacağına hangi aşamada karar veriyorsun? Romanlarında, çocuk kitapların dahil toplumsal, siyasal, ekolojik, ekonomik... temelli pek çok mesele arka planda tıkır tıkır işliyor. Merak ettiğim, dert edindiğin mesele/mevzu, az evvel dediğim gibi o çekirdek, formunu nasıl seçiyor, seçtiriyor sana?

Baştan sona sadece sezgilerimle hareket ettim. Ortaya çıkan yapıya sonradan dönüp baktım ve ben de o anda gördüm hikâyeye sızanları. Her seferinde böyle oldu.

Çocuk kitapları ve Dünyanın Kasım’a Görünüşü üzerinden konuşacak olursam, mekân meselesine bakarken beni durduran her ne idiyse, çocuk kitaplarının ortaya çıkmasını sağlayan da oydu. Bu zihinsel ve duygusal süreç meğer formu aradığım süreçmiş. Bir seslenişe ihtiyaç duyuyordum. Tüm dünyanın aynı anda söyleyeceği bir ad, bir sözcük. Bu seslenişi kuramadığımı ve kuramayacağımı düşündüğümde ve bir anlamda ondan kaçtığımda, tüm dünyanın aynı anda çıkaracağı sese değil, kendi iç sesime döndüm. Sezgisel bir kararla odaklanmaktan uzaklaşıp dalgınlığa yaklaşmayı seçtiğim bu dönemde, aslında çocuklar için yazılmamış olan çocuk kitapları çıktı ortaya. Yani formu, doğrudan doğruya meseleyle ilişkim belirledi. Nihayet çocuk kitaplarının üçü yan yana geldiğinde bulduğum, tüm dünyanın aynı anda çıkaracağını beklediğim sese bakma kuvveti oldu. O noktada Kasım’ın hikâyesini yeniden yazabileceğimi, zaten bunca zaman ona hazırlandığımı, odaklanmış gözden uzaklaşmanın ve dalgınlığa yaklaşmanın, yöntemin kendisi olduğunu anladım. Bu elbette yapıyı da etkiledi. Biraz muğlak, keskin çizgilerden ve açık detaylardan uzak, rüya bulanıklığında bir dile ulaşmayı istedim; dışarıya açılan değil, içeriye büyüyen sahnelerin arayışına girdim. Hikâyeyi damıtırken meselemin de hikâyeye süzülmesine çalıştım. Tüm atmosferi de bu çaba belirledi sanırım. Bu deneyimden yola çıkarak söyleyebilirim ki, içeriğe dair kararım küçücük bir noktayla sınırlıydı; kalan kararları hikâyenin bizzat kendisi aldı.

“Rüya bulanıklığında bir dil”  dedin, buraya dönmek istiyorum, ama form meselesini kapatmadan bir sorum daha var. Hem Kozalak’ta hem de Dünyanın Kasım’a Görünüşü’nde ana anlatıyı sözlü kayıtlar, dilekçeler, mektuplar, röportajlarla genişletiyorsun. Buna bağlantılar, kopuşlar, bağlantılarla okuru da hareketli kılacak bir tür metinsel ilişkisellik tercihi diyebilir miyiz?

Mektuplar, dilekçeler, söyleşi deşifreleri, gazete kupür ve haber alıntıları, tutanak ve mahkeme kayıtları ve benzeri dokümanların doğrudan kendilerini ya da onlardaki gerçekliği kurgusal metne konuşlandırarak ele güne duyurmaya kalktığınızda, dünya bir araya gelse de tanığın, ispatın ve savunmanın fazlasını talep etmekten geri durmayan, inanmayan, duymayan her kimse, sanki onu sarsacak, sarsabilecek türde bir anlam ve güç söz konusu oluyor. Bu konuşlanmayla anlam ve gücün pekiştiğini değil, başka bir tür marifet kazandığını düşünüyorum. Öte yandan, size soru sorulması, eğer sahiden cevap beklentisiyle sorulduysa, önünüze konuşabileceğiniz bir alanın açıldığı anlamına gelir. L.’ye de, Kasım’a da konuşabileceği bir alan açmak istedim. Zaten L. de, Kasım da, kendilerine soru sorulmasını beklemeden, bir gazeteci ve bir kayıt cihazı ortama girer girmez konuşmaya başladılar. Anlattıklarının kamuoyuna yansıyıp yansımadığını bilmiyoruz, fakat ortada bir gazeteci ve kayıt cihazı olduğunu, bir kamuya, dünyaya, dünyanın kendisine konuştuklarını biliyoruz. Anlatılanla ne yapılacağı gazetecinin, kayıt altına alanın sorunuymuş gibi görünse de, edebi metinde anlatılanla ne yapılacağı okurun da meselesine dönüşüyor. Belki röportajı veren hikâye karakteri kadar okurun kendi de tam o anda kendini kamuya seslenişte buluyor. Suzan’ın mektubunun elden ele dolaşarak en sonunda Kasım’ın sesinden mahalleye okunması, mahallenin mektuptaki cümlelere tepki vermesi, Suzan’ın annesinin sokağa bakan pencereden bir topluluğa seslenmesi ve nihayet Kasım’ın, yazdığı son dilekçeyi herkes tarafından görülebileceği, tahmini bir noktada durarak basın açıklaması havasında okuması, kast ettiğim alanın açıkça görünür olduğu anlar. O anlarda onlar konuşuyorlardır. Dilekçeler, mektuplar ve röportajlar alanın açıldığını, konuşma anlarıysa alanın kullanıldığını gösteriyor benim açımdan. Nurcan’ın sloganını da buna dahil etmek mümkün. Çünkü benzer bir anda, mesela Suzan, o alandaki varlığıyla, bedeniyle ve sesiyle ne yapacağını bilemiyor. Suzan en azından o noktada hikâyelere yer açmaya, alanı açmaya çalışan kişidir – alanı kullanmaya talip olan değil. Röportaj ve dilekçelerle ulaşmaya çalıştığım kırığın gerçek hayattaki yakın karşılığı, Garibe Gezer’in Ömer Faruk Gergerlioğlu eliyle Meclis’e taşınan mektubu belki. Çünkü o mektup cezaevinde bulunan bir tutuklunun değil, Gergerlioğlu’nun Meclis kürsüsünden söylediği gibi, bir ölünün mektubudur. Bugün artık hayatta olmayanlardan geriye kalan mektupların, evrakların, fotoğrafların varlığı kesindir ve bu varlık da konuşur, günün birinde o da bir kamuya seslenir.

Peki, tüm bu sözlü/yazılı “malzemeler” gibi, sesler ve nesnelere de benzer bir yerden bakabilir miyiz? Duyulan tüm sesler –dış sesler, doğaya, şehre, inşaata, insana, müziğe ait sesler– mecaz ya da kurmaca düzlemde duyguların sesleri, iç sesler. Sonra birkaç örnekle, Nurcan’ın elindeki bez, bacaklarına örttüğü omzuna aldığı şal, Suzan’ın şalı. Kaset ve teyp. Çay, sigara. Türlü biçimlerde aynı kişilerle karşısına çıkıyor okurun. Ne bir tekrar ne de yazarın bir ritim tutturma çabası var burada.

Sesler, ünlemler, yansımalar büyük oranda metni azaltmaya, ufaltmaya, kendi içine çevirmeye ve hatta sıkıştırmaya dönük yazma yaklaşımım nedeniyle yoğun. Azaltmak, ufaltmak ve sıkıştırmak ona bir katman kazandırmayı gerektirir. Sadece görüntüden ibaret bir sahne, görüntüyü tasvir eden bir sahne bu katmanı kurabilmeme imkân vermezdi. Görüntünün, sabit olanın, fotografik imgenin önünü ve arkasını, yani bütün bir çevresini görebilmenin yolunun sesleri duymaktan geçtiğini düşündüm. Öte yandan sesi ritim oluşturmak üzere kullanmayı istemedim, çünkü ritimde sanki bir tür gevşeklik var. Sahneyi görmek, karakterin kafasının içini görebilmek, aksine, ritimden uzaklaşmak demekti benim için. Aslında tarif etmeye çalıştığım şey, ses/mekân. Sesin kendisinin de bir mekân olduğu. Kafamın içindeki sesi duyabildiğimde kendimi evimde hissediyorum, o sesten uzaklaştıkça da güvensiz ve garip. Garip, gariplik; evinden uzakta, gurbette olmak. Dünyanın Kasım’a Görünüşü’nde bir mahalle ve hasreti duyulan uzaktaki memleketi kurmaya çalışırken, ses/mekânın imkânlarını kullanmayı tercih ettim. Sesin taşıdığı hafıza belki ‘90’lı yıllara daha uygundu ya da benim ‘90’lar hafızamın mekânı, ses/mekân. Mesela İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, mimari açıdan heybetli bir yapı. Ancak ben o yapıyı polis telsizinden ya da polis araçlarından yükselen dağınık ve hışırtılı sesten ayrı hatırlamıyorum. Böyle hatırlayınca da bütün heybet kayboluyor; sesi duyduğum, Laleli Caddesi’ne bakan derslikten ibaret bir yere dönüşüveriyor fakülte binası.

Kaset ve teyp, yani müzik de mekânda belirleyici. Kasım ve Nurcan, dinledikleri konser kaydıyla, kim bilir, belki de farkında bile olmadan, belki de sezgisel bir biçimde kendi atmosferlerini yaratıyorlardı. Protest bir şey dinlediklerini, o konser kaydıyla bir direniş ruhunun mekâna sızdığını, o ikisinin güçlendiğini hayal ettim.

Dönemin iklimi ve iklimin sesi meselesini de buraya bağlayabiliriz. İklimin kendine has bir sesi var, malum. Hikâyedeki sahneleri kurgularken sahnenin iklimini düşündüm – toplumsal, siyasal iklimden başka, tam tamına abuhavayı. Dışarıda fırtınalar kopuyor sanırken, aslında sokak sakindir de ev cereyan altındadır... gibi. Kasım geçmişini, bugünü ve yarını düşünürken hava yağışlı, rüzgârlı ya da kuru. Bu iklimin bir sesi var mutlaka. Kasım’ın, sokağın cephesi boyunca yürüdüğü o yolun sesini duyarak yaşamakla, o sesi duymadan yaşamak arasında bir fark olmalı.

Tüm bu anlatım araçlarının, tercihlerinin yanına yakın/uzak geriye dönüş anlarını, anlatının kronolojik ilerlememesini de ekleyelim. Her iki okumamda da bende dönüp duran soru şuydu: Geçmişle şimdi’de nasıl yaşayacağız, yaşıyoruz? Bununla beraber geçmişle, tanıklıklarla nasıl yaşayıp onları/onlarla ne yapacağımız. Bu soruların romanının sorunsallarından biri olduğunu söyleyebilir miyiz?

Anlatının tümü için başka, bölümlerin her biri için başka bir zaman duygusu benimsedim. Şimdi düşündüğümde fark ettiğim şey, zamanın kesintiye uğramadan akmasını istediğim sahnelerde yağmurun yağdığı, zamanın donmasını istediğim sahnelerdeyse havanın kuru olduğu. Bu hikâyede yağmuru gerilim ve çaresizlik anlarıyla birlikte düşünmeye yatkın olabiliriz, fakat bence yağmur zamanı yönetiyor.

Anlatının zamanı, onun duygusunu ve estetiğini oluşturur. Kasım nihayet Güzey’i bulduğunda çok eski bir film izliyormuş gibi hisseder; kim bilir ne kadar zamandır akıp giden ve bir tekrar duygusu veren hareket silsilesi karşısında varlığı hiçbir etki yaratmaz. Tarihin bir noktasında tutsak kalmışız duygusu vardı Güzey’le ilgili olarak. Yıllar önce doğal afet ya da savaştan etkilenmiş başka herhangi bir yer gibi, Güzey’in de çok hayati bir yerinden tarihin belli bir noktasına mıhlanıp kaldığını düşündüm. Şimdide geçmişle yaşama meselesini buraya teyellemek belki de mümkün. Dostlarımız, yakınlarımız çoktan geçip gitmiş olabilirler dünyadan ama onların dertleri bizde kayıtlı.

Sevdiğim bir Fransız peri masalı var: Eniştesiyle günlük yolculuklara çıkan masal kahramanı köyüne döndüğünde onu tanıyan hiç kimse çıkmaz. Meğer kahramanın eniştesi Güneş’miş; çıktıkları günlük yolculuklar, kahramana öyle gelmemiş olsa da yüzlerce yıl sürmüş. O nedenle işte, kahraman köyüne döndüğünde kendisini tanıyan, bilen, hatırlayan kimse kalmamış. Köyün sakinleri eski kayıtlara bakmışlar ve kahramanın izine yüzlerce yıl öncesinin kayıtlarında rastlamışlar, fakat zaman akıp gitmiş tabii; ortada değil aile, kahramanın soyadı bile kalmamış. Kasım da gel zaman git zaman Güzey’i bulup oraya adım attığında, kimse tarafından görülmez, duyulmaz olduğu hissine kapılıyor bir an. Neyse ki görülür duyulur olduğunu anlıyor ama tanıyanı, bileni çıkmıyor. Bununla birlikte, Kasım, Güzey’in bir parçası. Güzey’e hiç gitmemiş olan Cengiz de onun parçası; Güzey’in bilgisi onda kayıtlı.

Bu estetik tercihleri yazarın “olası” etik/politik sorumluluğuyla beraber mi düşünmeliyiz? Mesela Kasım’a dünyanın nasıl göründüğünü ve bu görme/görünme halindeki değişiklikleri okurken biz, yazar da tarihin nasıl göründüğünü sorguluyor, sorgulanmasına alan açmayı dert ediniyor mu? Tarihin gösterilme biçimlerine, –tabii ki kültürlerin, duyguların...– gösterilenlere itiraz etmek, bunları “ters yüz” etme derdi var mı? Olmalı mı ya da?

Bir etik sorumluluk olarak benimsenmesi gereken bir kaide mi bu, bilmiyorum. Kişisel olarak sözgelimi nezaketin olmadığı her ortamı ve her ânı üzücü buluyorum. Mesela hoyratlık… Hoyratlık anlık değildir; hoyratça davranış anlık değildir; hoyratlığın mutlaka tarihî referansı vardır, hoyrat kişi o referansa dayanıyordur; kişi ya da durum üzerine belli bir iktidar kurabilme kapasitesine, ama mutlaka kolektif olan kapasiteye dayanıyordur. Bu yüzden, sözgelimi bir karakterin hoyratlığıyla uğraşmak, tarihe dair bir araştırmaya girişmek olabilir ve anlamlı sonuçlara ulaşılabilir. Benzer biçimde, karakterin nezaketine ya da belki orta yolculuğuna, iyi geçinmeciliğine, alttan almacılığına, idare etmeciliğine odaklanmak da onun aslında neyin devamı olduğunu anlamaya yarayabilir. Etik sorumluluğu, hikâyesini anlattığınız kişinin tarihini okuyabilmek üzerinden yüklenmek, metnin politik estetiğini kurmaya da imkân tanıyabilir.

Kasım duvarlara bakıyor. Onun hikâyesini yazdığım dönem bakışımı durduran, ona bariyer çeken, duvar ören, kent peyzajını güvenlik şeridiyle parçalayan ve gündelik yaşamı hareket edebilen, yer değiştirebilen ama kontrolü bizlerde olmayan koridorlara hapseden müdahale biçimlerine de dikkat kesilmiştim. Belki o nedenle Kasım özellikle duvarlara, o duvarların gerisinde olmuş olabileceklere, bulunanlara ve bulunmayanlara bakıyordu. Ancak farklı bir biçimde bu dönem, bakışımı kesecek olan her şeyden kaçmak istiyorum. “İleriye bakmayan” biri olmak istiyorum. Kelimenin hem düz anlamıyla hem de bütün bir çağrışım alanıyla… Bir zamanlar ormanın ve ormanaltı örtüsünün yaşadığını bildiğimiz, bugün üzerine asfalt dökülmüş çıplak bir yoldan geçerken, pasta gibi dilimlenmiş dağları sağımızda solumuzda bırakırken önüme, kucağıma bakıyorum; bu görüntülerin geçip gitmesini bekliyorum. Birey olarak sorumluluğum var kuşkusuz, fakat bu sorumluluğun tavrını nereden, nasıl yapılandırarak gösterebileceğim konusunda şimdi, şu anda bilgim yok. Yine de Kasım’ın bakışında dünyanın görünüşünü değiştiren bir şey var. Kasım, kendisini duymayan ve hatta aldatan bir kapıya dayanıyor her seferinde. İçten içe, kapının nasıl bir manzaraya açılacağını zaten biliyorken, hep yeni bir umutla varıyor oraya. Derken kendisini duymayan ve aldatan kapıyı neden çalıp durduğunu soruyor. Dünyanın görünüşü belli ki Kasım için o noktada bir açıklık kazanıyor. Hatta belki kapının ardındaki manzara da değişiyor. İmgesini görebilmek için dünyaya bakarız; duvarlara, kapalı kapılara, resmî kurumlara, mahallelere, arazilere, kepenklere, camekânlara… Gördüğümüz şey, deneyimden gelir.

Yazarın tavrından devam edelim. “Kasım’ın bakışında dünyanın görünüşünü değiştiren bir şey var” dedin. Sen de bu romanla kolektif hafızaya okurun bakışını değiştirmeye “niyet” etmiş miydin? Başka bir deyişle, bu roman kolektif hafızaya minör, bir “müdahale” olarak da okunabilir mi?

Aslında çok açıkça, bir kente gidememenin hikâyesini yazmayı istiyordum. Kısmen fiziki, kısmen duygusal engellerle bir kente gidememek kadar, diyelim, yıkıcı tüm işaretlere ve hafızaya rağmen o kente gitmekten geri duramamak ya da gitmeye mecbur olmak, birbirine denk bir şiddeti içeriyor. Bir başka yaklaşımla da, mekânın kendisini bir hafıza mekânına dönüştürmek; kenti, mahalleyi ya da evi… Ve orada yaşamayı sürdürmek. Tüm bunlar doğrudan hafızayla ilgili tabii. Dünyanın Kasım’a Görünüşü sanırım benim hafıza mekânım. Romanda hemen hiçbir şey –günlük yaşamın anlık deneyimleri hariç– kişisel deneyimimden kaynaklanmıyor; bununla birlikte onun neredeyse bütünüyle otobiyografik bir roman olduğu, bütünüyle benim deneyimimden doğduğu hissine kapılıyorum. Kimi çocukluktan kimi yetişkin hayatımdan, uzak yakın duyduğum, gördüğüm fakat aslında sadece izleyicisi ya da dinleyicisi olduğum hikâyeler ile rüyalar, kâbuslar, anılarımda maddi karşılığı bulunan kişisel deneyimler olarak yer tutuyor. Böyle bakarsak, kolektif hafızaya “sızma” belki, bu roman.

Buralara okurun olan/olası pozisyonu açısından da bakalım. Romanın okura gösterdiklerine hızlıca bakarsak, ev baskını, gözaltı, tutuklama, cezaevi, işkence, açlık grevi, ölüm orucu, zorla müdahale… Ailelerin cezaevi önünde ve evlerinde bekleyişleri. Maruz kaldıkları fiziksel, psikolojik, ekonomik şiddet. Haber yapmaya çalışan gazetecilerin yaşadıkları zorluklar. Ancak tek bir ânı, olayı, dönemi, örgütü, kişiyi, cezaevini, vb. imlemiyor. Çağrışımları harekete geçiriyor. Hatırlanan, canlanan herkeste farklı olabilir. Her şey hem belli hem değil. Çoğaltan ve özgürleştiren bir muğlaklaştırmadan söz edebilir miyiz?

Bu çokluğun en olası nedeni, bu sahnelerin zaten sıklıkla yaşanıyor olması. “Ortalık karışık” lafının bir karşılığı var zihnimizde. Biri ortalık karışık dediğinde, iyi kötü ne demek istediğini anlarız, o ortamda kaçınılması gerekenleri biliriz. Ortalığın hep karışık olduğu koşullarda bir yaşam deneyimimiz var. O yüzden belli bir tarih ve mekân bilgisi vermeden bir şiddet olayından söz edildiğinde, her bir kişi farklı tarih ve mekânlardaki olayları hatırlayabilir ve bu hatırlama faaliyeti sonrasında hiç kimse bir diğerinin hatırasının yersiz olduğunu düşünmez; öte yandan kendisinin neden onu değil de bunu anımsadığını düşünebilir. Böyle bir dizgenin içinde hafızayı yoklarken, araştırırken neden onu değil de bunu hatırlıyorum? Sezginin ve dalgınlığın izin verdiği şey işte bu; tarihin hangi noktasında, hangi mekânda duracağına hafızanın kendi karar veriyor; ya da diyelim kararı veren kişi o anda pek de kendinde değil.

Hatta şunu da ekleyelim, söz konusu semt, mahalle; evet İstanbul’da, Kasım ile Nurcan Yalova’dan geldi. Cevizli’deler. Cezaevine Kıraç’a gidiyorlar. Ancak buraların ve kişilerin anlatımı, dilleri, Kasım ile Nurcan’ın mahalleye gelişi, Esmer teyzenin saçının boyanması, Suzan’ın mektubunun okunduğu sahne, Kasım’ın misketleri ve “oyunu”, başlı başına Güzey. Çoğaltıp romanı faş etmek istemem. Mesela okurken açıp baktım, bu hangi dönemki felaket acaba, ya da Güzey neresi? Bu muğlak imgeyi sevdim.

Güzey elbette belli bir coğrafya benim zihnimde. Ama aynı zamanda tek bir yer değil. “Güneş görmeyen, gölgede kalan” sözlük anlamıyla Güzey adı mekâna yakıştı. Fakat özellikle bir yön duygusu vermesini istediğim için Güzey dedim oraya. Tam olarak “orada bir yerde” çünkü bu toprak. Aynı anda birkaç yer Güzey. Sırasıyla, gitmeyi hep istediğim ama bir şekilde hiç gidemediğim yer, lise yıllarımdan aklıma kazılı gidilmemesi gereken yer ve son olarak hepimizin gözü önünde, gidilemeyen yer.

Az evvel söyleyecektim, atladım. Başlarda “Biraz muğlak, keskin çizgilerden ve açık detaylardan uzak, rüya bulanıklığında bir dile ulaşmayı istedim” demiştin. Güzey’i bu cümlenle beraber düşündüğümüz gibi, roman kişilerini de düşünebiliriz. Kimi bulanık, kimi berrak sınırlardalar. Sadece Kasım değil. Tek başlarınayken ya da beraberken sesleri, tercih ettikleri kelimeler, kurdukları cümleler, tonlamaları, sessiz kalış anları, ünlemleri, mimikleri, jestleri, el kol hareketleriyle her birinin salt kendine ait bir dili var. Okur, yazarı değil, onları duyuyor. Okur için en “tanıdık” ses/dil devletinki belki. Cezaevi müdürünün, gardiyanın sesi. Başka bir soruya cevabında “sızmak” demiştin. Burada da kullanalım, ama tersten. Yazar, kişilerin sesine/diline “sızmıyor”. Yazar kendini nereye, nasıl “saklıyor” ya da nasıl bir yöntem tercih ediyor?

Karakterleri hatırlamaya çalıştım. Tanımak değil, hatırlamak. Bu karakterlerin her birinin dahil olduğu toplumsal grubun jestlerden seslere, anlık yakalanabilecek mimiklerden dramatik beden diline, bir davranış repertuarı var. Karakterlere genel anlamda seslerini, özel olarak da dillerini, bu repertuarı hatırlayabildiğim oranda verdim. Bazı anlarda da zaten capcanlıydı sesleri, sadece sese doğru gittim, sesi takip ettim. Suzan içindeki nidalarla yaşıyor; Nurcan eşyayla konuşuyor; Esmer Teyze abartılı beden dili, mekânı kaplayışındaki özgünlüğü ve dilinin vurgusuyla var; Doğan Bey her ne olursa olsun o mahalleye ait değil, o nedenle sesinden çok aksesuarlarıyla konuşuyor; Salih kavramaya çalışıyor, o esasında bir dinleyici ve Kasım acılı bir dalgın, biraz sayıklamalı bir dili var. Saklanmaktan ziyade izlemek, takip etmek, hatırlamak ve duyabilmekti amacım. Bir de hikâyenin karakterleriyle bizlerin, okurun gireceği muhtemel etkileşimleri hayal edebilmeyi istedim. O nedenle de her bir karakterin okurla ayrı ayrı konuşmasına çalıştım.

Öte yandan resmî kurumların da bir sesi var. Hem bildik, öngörülebilir bir ses bu hem de yine öngörülebilir olmakla birlikte resmîliğin ve kurumsallığın büsbütün uzağında, kıvamı kimi zaman neredeyse vıcık vıcık olabilen bir ses. Kasım, herhangi bir ev-içi konuşmasıyla tastamam uyuşabilecek gündelik dili ve gevşekliği, cezaevi müdürünün herhangi bir adamla kıyaslanabilecek kılık kıyafetini, yorgunluğunu, özensizliğini görüyor; ortamın dilindeki ikiliği seziyor. Sonuçta bu da “ortalık karışık” anonsu kadar aşina olduğumuz bir şey.

Dili, sesi takibe devam. Dünyanın Kasım’a Görünüşü’nü bir tür “kayıp” ve türlü kayıplar arasındaki bağların hikâyesi olarak da okuyabiliriz. Dilindeki deyimler, ikilemeler, yansıma sözcükler, ünlemler, duyguların sesleri, benzetmeler, bugün çok da duymadığımız kimi kelimeler... Tüm bunları dili kaybetmeme, dilin, dolayısıyla yazmanın hakkını verme çabası olarak da değerlendirebilir miyiz? Aslında daha da daraltırsak, yazarken anlattığın hikâye, kişiler... Tamam ama dille bağın, ilişkin nasıl? Dil senin için ne?

Bir ses duymaya çalışıyorum. O sesi duyabileceğim imla ve cümle yapısına varmaya uğraşıyorum. Bir de zihnin kendi yolu var; bir ses ya da sözcükten doğan sahneler var; belki çok istenen bir şey değildir ama bunu okur da yakalayabilir, yazarın zihin haritasını zaman zaman takip edebilir. Bununla birlikte “ ‘…’ kelimesini cümle içinde kullanın” kalıbını hatırlarız; bir kelimeyi cümle içinde kullanmak bazen büyük bir oyun. Ünlemlere gelince… Ünlem ağızdan düşünmeden dökülür. Belli bir ünlem çoğu kez belli bir topluma özgüdür. Yakın zamanda bir Alman arkadaşım “eh” ünleminin bir zamanlar Almancada da bulunduğunu, Hitler Almanyası’ndan Amerika’ya giden Yahudiler tarafından kullanıldığını anlattı. Bugün artık Almancada “eh” yok, “eh” Almanya’dan çıkıp gitmiş. Ama yeni ünlemler girmiş dile: “Oha!” İnsanlar geliyor, insanlar gidiyor. Onlarla birlikte ünlemler yükseliyor ya da kısılıyor. Büyük merak ve heyecan duyuyorum, sözcüklerle oynamayı seviyorum. Yaşlıları ve çocukları özellikle, çok dinliyorum. Çevirmenlerden öğreniyorum; bazı kuramsal çeviri kitapları sadece dil güzelliği nedeniyle okuyorum. Elbette deformasyondan etkileniyorum – eski bir Almancı olarak kulağım deforme sözcüklere açık. Bir de inip çıkan sesler, vurgu meselesi var. Kulağımda yankılanan vurguya yaklaşabilmek, sesi bulabilmek… Yani hikâyede sezgiye ve dalgınlığa dayanırken, dilde bunu yapmadım – duymaya, işitmeye, durmaya, koşmaya, inmeye, çıkmaya… sese ve dile çalıştım. Elbette sözlükler; istediğim sesi vermiyorsa o sözcüğün yerine hangi sözcüğü kullanabileceğime bakıyorum.

Peki, doğanın dili?.. Değinerek geçilecek bir konu değil ama bitirmeden evvel kısa da olsa konuşalım istiyorum. Romanın yağmur, sis, tozla kurulan atmosferi. Başladıkları bittikleri anlar ile kişiler, duyguları, o esnada aralarında olup bitenle bağları. Birbirini tamamlamaları. Yağmur yağacak mı, toz nereden uçacak, sis dindi mi?.. Onların akıbetini de merak ediyor okur. Salt atmosfer kurma aracı değil doğa, başlı başına bir özne. Ne dersin? Ya da romanın dışına da taşalım: Doğa bizim neyimiz olur kurmacada?

Yağmur Kasım’ın da, Nurcan’ın da ensesinden içeri akıyor; toz Salih’e ve Kasım’a eşlik ediyor ve çoğunlukla Salih’in bulunduğu sahnelerde ortaya çıkıyor; sis İnan’ın ve Suzan’ın birbirini bulmaya, görmeye çalışan bakışlarını perdeliyor. Doğa bu hikâyede benim için zamanı tayin ediyor, jestleri büyütüyor, bedenleri küçültüyor. Ama doğa romanda ona elverişli bir malzeme olacağı ya da bir ritim ve atmosfer yaratmayı kolaylaştıracağı için yer almıyor. Bir efekt, bir renk, bir doku değil yani. Karakterlerin de abuhavanın da bir doğası var. Bu iki doğa arasında kendiliğinden bir etkileşim var. Dolayısıyla doğa, mesafesizce ve kendi gücüyle hikâyede.

“Doğa bizim neyimiz olur”u sözgelimi gündelik yaşam deneyiminden doğru düşünmüyorsak bile, yine Kasım’ın da dayandığı “bilgi/belge” malzemesinden doğru düşünebiliriz; bizim de sanki kurmaca karakterlere dönüştüğümüz bir düşünme pratiği olabilir bu: Bir kent haberi olarak, yaşam alanı kesintiye uğrayan hayvanlara “üst geçitler” yapıldığını okumak mesela. Bu geçitler, yani “ekosistem köprüleri”, yaban hayatlarının orta yerinden otoyolların geçtiği koşullarda, hayvanların güvenle yer değiştirmelerine imkân sağlayacağı fikriyle yapılıyormuş. Bir sincap, bir domuz “Az ilerde ekosistem köprüsü var, oradan geçeyim, başıma iş gelmesin” diye mi düşünüyor? Bu, kurmacanın ta kendisi gibi benim için. Nitekim haberi okuduğumda ne zamandır aklımda olan bir konuyla ilgili kilit bir cümle de okudum: “Doğal yaşam unsurlarının bozulmuş olduğunu diğer canlılara hissettirmemeli” gibi bir cümleydi. Kuşlar, böcekler gezegene olanlar hakkında ne düşünüyorlar acaba derken, ekosistem köprüleriyle ilgili bir haber okuyunca, kendimi, gezegendeki varlığımı yabancıladım.

Ses ve sahipleri demişken, romandan üç kuşak kadın: Esmer-Nurcan-Suzan. Dünyanın Kasım’a görünüşü/Kasım’ın dünyayı görüşü başta ve sonda değişiyor ya, oysa bu kadınlar bir tür bilgelikle, sezgiyle biliyorlar Kasım’ın ancak/nihayet gördüklerini. Nurcan’ın Esmer Teyze’nin saçını boyaması, Suzan ile Nurcan’ın cezaevine giden otobüsteki yan yanalıklarıyla kitap sessiz, dilsizce kurulan kadın dostluğuna, arkadaşlığına, yan yanalığına ancak pek de alışılageldik biçimlerde olmayan, bugünlerde sağlaması daha zor olan bir yan yanalığa işaret ediyor.

Kadınlar belki de dünyayı biliyordur da, bildiklerini yeniden tercüme etmeleri gerekiyordur. Belki tam da bu nedenle bu hikâyede her biri dikkatle Kasım’ı izliyordur. Ama bu şimdi düşündüğüm bir şey. Kadın bilgeliği varsa da bu hikâyede, bilinçli bir şekilde bilgeleştirilmediler; sadece öyle hayat buldular. Biraz da bundan dolayı bakıyor, düşünüyor, izliyor, birbiriyle konuşuyor ya da birlikte susuyorlardır. Kim bilir, belki de anlamak üzere yan yana gelmişlerdir. Ortama gerilmiş düşünme hatları vardır belki, kadınlar o düşünme hatları boyunca düşünme faaliyeti için dizilmişlerdir. Yan yanalıkları belki böyle bir yan yanalıktır.

•