İlhan Sami Çomak'ın şiir kitabı Hayattayız Nihayet önümüzdeki günlerde Manos Yayınları tarafından basılıyor. Kitaptan üç şiiri Tadımlık olarak yayımlıyoruz...
yola düştüğümde
Yola düştüğümde üzgündüm
aklımda lambaların ışığı, çavlanların sesiyle.
Sevdiğim dizeleri boza boza sığındım gölgene,
Çürüyen yaprakların sessizliğiyle inciniyorken ağaçlar,
Sabahın ezgisiyle başladım sana ve güne
ey tahtayı oyan nem!
Geçiyorum senden upuzun bir yağmur kokusuyla,
Toprak damlı evlerin
Sıla diye ezberlenmesinden, evet susuzluktan
Dağ denilen o masalsı vurgudan...
Kuytuları döve döve büyüyor ıssızlık.
Bakarsın yalnızlık da çoğalır
bir kalp atımı mesafesinde,
suskunluk da bir görgü biçimidir
Deneye yenile uzaklara karışan
telaşlı güzel kadınların billurlaşan gözyaşlarında
aşkla sevişiyoruz ne de olsa
zamanın hırçın dudaklarında
sen su içtiğinde
Yakup Yalçın'a
Sen su içtiğinde ıslık çalacağım
acılarımı evcilleştirmek için...
Karanlığın sesinde evler yıkıldı
Nehirde, göğün kıyısında umutsuzluğu kıskandıran
ince uykusuz bodrumlar yıkıldı.
Boşluğu anlayabilir misiniz?
Kocaman bir: Ay’a doğru Güneş’i kurutacağız
öksürürken
Ondan daha irice iki: Bulutlar bile yangınlar barındırıyor
sen dargın bakınca
Bodrumlar dedim Cizre’de Metin Altıok’a davranış biçimidir Madımak’ın
kavuran rüzgârıyla
En kallavisinden üç: Acı bizi sınıfta bıraktı
Isırıp ısırıp ziyana bıraktığımız meyveler gibi
Toprağını arayan bir çiçek kadar güzeldin oysa!
İçimden kadınlar geçiyor rüzgârın gözyaşlarıyla
Bir Yakup geçiyor kabına sığmayan tanımlarla
Yakup seni çağırıyorum sevinçlerini gökte
güzelleyen kuşlarla
Kurbağalara bakmaya gittin Dicle’ye, evet
sonunda yaptın
Şehrin avuçlarında yıkanan ve gülen,
Törenden kaçan o güzel çocuk oldun
Bilen biri olarak cevapla beni Yakup:
Bir: Ölüm niye tanımsızdır?
İki: Yağmurun haberini aşktan almak mümkün mü?
Veya işte aklında kalanları, deniz kabardığında
Kuşlar göçe dururken, uyusam uyansam da
Adını tam ansam, Yakup desem Yalçın desem
Annemin sandığında toplanan kokuların keskinliğiyle
kelimelere sığınsam
Kapımı çalıp gelsen uçurumlarımızı değişsek
Kısacası Yakup aklında kalanları diyorum
Tüm o yaşadıklarınla bana versen!
Üç: Elbette sırtüstü yüzeceğiz, elbette
küllerimizi savurarak
Dört: Yekiniyorken hançerlerin öfkesini kimde
denemeli?
Bende nemi kaldı zamanın tuzu denizin
Zarif kalbinin iç çekişinde masmaviliğin
Soldan sağa yazarken yanmanın acısında
Soğumayı bekleyen demirler gibisin, hem ağır
hem değil.
Beş: Giderken korkuyu öğret bana
üşümek nedir ki yangınlarda susmak nedir?
Altı: Irmakların göğsünde çırpınan sözlerin
aşka sırrını veriyor
Yedi: En iyi yalan en doğru yerden mi çıkar?
Sen su içtiğinde ben ıslık çalacağım.
Ara sıra dağlara gideriz bilmediğimiz ötüşleri dinlemek için
Garip cümleler kurarsın sen kitabın gölgesiyle mesela
Ben sana hikâyeler bulacağım: Okunaksız yazından
Kadınların topuklarından nefes alan topraktan
Bir çiçek eksik dilli bedeviler gibi üşüyorken
Bütün sular uzaklara yürüyor
Anılar diyor ki, ne güzeldi gülüşün, anılar uğultuları
özetleyerek:
Yakup! Ölüm eksik ölüm eski. Rüyaların sabrıyla
Bana yaşamayı anlat. Yağmur yağarken
Hayatın gülümseyen yüzünde, ilk damlanın ürpertisiyle...
Sen su içtiğinde ben ıslık çalacağım
Ve ile başlayan çağın çekik gözlerine dalarken
Kafeste küfrü harmanlayan bir lanet limanına demirliyim
–Biz buna şimdi devlet mi diyelim?– : Sıfır
Mayhoş elmalar yiyorum dişleyerek senin ağzının
tadıyla
En eski eşkıyalar gibi düzeltiyorum gömleğimin yakasını
Aralıksız bir şey var şu ölüp ölüp dirilmelerde
Bana yepyeni bir beden ver ki susuşunla konuşayım
Bildiğin bütün şarkıları ezberliyorum bunun için:
Ara sıra taş atacağımız sulara doğru
Batmaz sandığımız hayallerimiz her şeyi tersine çevirecek
Kafiyeleri soğumuş kelimeleri diriltecek üç beş kenti baştan çıkararak
hatıraların zarif boynunda uzun uzun soluklanacak
Yani ki Yakup’um ötmek isteyen dilsiz bir kuş gibiyim
şimdi gölgende
Öptüm külünden öptüm dert ile
Sen su içtiğinde ben ıslık çalacağım...
taş gelmez sen gel
Gökte taş ve su sesi, bulutların geçtiği eşikte
açtığın bir kaç kapıda, kirpiklerinde uyanan uyku havalanıyor...
ışıktan bir kelime yakanda
omuzunda, göğsünün yangınlara gebe ayrımında
arzunun zavallı ve çıplak sızısında ıslak bir kamaşmayla
öfkeli uçurumların korkusunda salına salına.
Yolumu kaybettim ben burada sen sesinle gel. Ilık havaların
demiyle, sadece boşluğun bildiği sebeplerle, kafesteki
kuşları takip ederek, sen sesinle gel.
Ezberlediğim, tüm şarkıları unuttum:
Taş gelmez, sen gel!
Uzun yüzüne baktım çıplak ayağına daldım ve dikenler
Topuklarına batmış ölümün titreyen sesiyle kendini hatırlattı.
Başladım yürümeye o uzak bayramlara nehirde yüzen hayvanlara
Çocuklar gibi salınan çiçekler gibi beklenmedik bir gençliğin adımıyla
Sen kayalara otur ben gün dönümünü, hayat
denen düğümü, kanatsızlığın acısını susarak susturarak
durduğun yeri, baktığın yönü, upuzun gövdeni,
rüzgâra kaçmış saçlarını örerken, teninin selamlarını, dudaklarını...
Taş öpmez sen öp!
Ve yine alevler eskiyen ağaçlara yürümüş dürülmüş defterlere
Çiçekli eteğinden sabaha çiyler, çıplak
gövdeme ateşler yürümüş.
Taş yürümez biz yürüyelim!
Aklımda olanlar şudur: Nar ağacının rüzgârı,
tespihin şıkırtısı, üveyik, yudumladığım suyun
bardakta bıraktığı boşluk, masaya nizam veren
ellerin ve birlikte uçmanın uyumsuz geometrisi.
Dağ bize bakıyor, yorgun atların kurumuş teriyle
ertelediğimiz yollar mahsus bizi çağırıyor.
Ağlarken susacağım paslı çivilerin vücut diliyle.
Bırak yağmur yağsın, nehir aksın. Nehirden sonra dağ.
Ben söyledim sen tekrarla:
Taş hatırlamaz sen hatırla! Taş yakmaz sen yak !
•