"Erdoğan hükümetinin üniversiteler üzerinde kontrolü öncekilerden farklı ve kapsamlıdır. Erdoğan hem öğretim programlarını ve kadroları kendi 'doğru'su yönünde değiştirmeyi hem de üniversitelerin kaynaklarını kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla, Boğaziçi direnişi tüm ülke için önemlidir ve desteklenmelidir."
03 Ocak 2022 20:54
Ocak başında Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyım rektör atanmasının birinci yılı doldu. İntihal yaptığı ve yetersizlikleri saklanamayacak noktaya gelen Melih Bulu altı ay sonra görevden alındıysa da, yerine Bulu ile çalışmayı içine sindiren nadir Boğaziçi öğretim üyelerinden Naci İnci atandı. Naci İnci aynı şekilde, 17 aday arasından öğretim üyeleri, öğrenciler, çalışanlar ve mezunlardan güvenoyu alamayan iki adaydan birisi olmasına rağmen kayyım rektörlüğü kabul etti ve böylelikle Bulu’nun atanmasıyla başlayan hükümetin –daha doğrusu Erdoğan’ın– görüşleri doğrultusunda üniversitenin yeniden düzenlenmesi operasyonu devam etti.Ancak tüm baskılara karşın Boğaziçililer bir yıldır direnişlerine devam ediyorlar.
Siyasi iktidarın üniversite kadrolarına ve işlerine karışması akademik özgürlüğü ihlal ettiği için olay ülke dışında da akademik kuruluşların tepkisini çekti ve protestolara neden oldu. Bu yazıda ben kayyım atamalarıyla başlayan, üniversitenin öğrenci ve öğretim üyelerinin maruz bırakıldığı şiddete, baskılara ve yasa dışı işlemlere girmeden, akademik özgürlükğü ve bu kavramın önemini genel olarak ele alacak ve iktidarın Boğaziçi’ne yaptığı müdahaleyi hem bu bağlamda hem de Türkiye tarihi içinde kısaca değerlendireceğim.
* * *
Üniversiteler, “yetkin bilgi” üreten ve “doğru”yu aramayı öğreten kurumlardır. “Doğru” elbette ki tartışmaya açıktır, araştırma ve tartışma süreçlerinde değişir ve dolayısıyla hiçbir zaman tek ve sabit olamaz. Üniversitelerin bu ana misyonu bir “kamu hizmeti”dir ve bu hizmetin etkin bir şekilde yerine getirilmesi belirli koşulları gerektirir. Ancak devlet kurumları veya başka otorite merkezleri üniversitelerin misyonunu farklı anlayabilir veya onu kullanmaya, manipüle etmeye çalışabilir.
Burada “yetkin bilgi” derken kişilerin, kurumların, hükümetlerin karar alırken kullandıkları veya kullanmaları beklenilen “güvenilir” bilgiyi kastediyorum. Üniversiteler tek bilgi üretim yeri değildir, ancak bilgi üretiminde önemli ve kritik bir yere sahiptirler. Üniversitelerin ürettikleri araştırma ve yayınların belli bir ağırlığı vardır. Kısmen bu nedenle, akademik özgürlüğü kısıtlamaya ve üniversiteleri kontrol etmeye hevesli kesimler her yerde ve her zaman olmuştur.
Akademik özgürlük denince genel olarak, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin sansür ve ceza korkusu olmaksızın öğretmesi, öğrenmesi, araştırma yapması ve tartışmalara serbestçe katılması anlaşılır. Bu tanım esas alınırsa, akademik özgürlük için kurumsal özerkliğin elzem olduğu yadsınamaz. Ancak akademik özgürlük, yalnızca kurumsal özerkliği değil, aynı zamanda öğretim üyelerinin birçok şey üzerindeki kontrolünü de gerektirir. Bunlar arasında şunları sayabiliriz:
• Öğretim programı, yani açılacak fakültelerin, enstitülerin ve bilim dallarının belirlenmesi ve onların programlarının içeriği,
• Derslerin içeriği,
• Araştırma konularının saptanması, müdahalesiz yürütülmesi ve sansürsüz yayınlanması,
• Üniversite kaynaklarının kullanımı.
Bunlar arasında son öğe, yani üniversite kaynaklarının kullanımı, öğretim üyelerinin akademik özgürlüğü ele alınırken çoğunlukla göz ardı edilir. Oysa üniversite bütçesinde saptanan öncelikler ve tahsisler üniversitenin bütün işlerini ve işlevlerini etkiler. Özellikle bu noktada, öğretim üyelerinin akademik özgürlüğünü bilinçli veya dolaylı olarak kısıtlayan, üniversite içinde ve dışında yer alan iki grup aktöre dikkat çekmek gerekir.
Üniversite içinde, bazen öğretim üyelerinin katkısı aranmaksızın üniversitenin karar ve programlarını belirleyen üniversite yönetimi ve personeli vardır. Ayrıca üniversitenin bütçe ve harcamaları çoğunlukla üniversite idaresi tarafından kararlaştırılır. Bu içsel kısıtlamalar Amerikan üniversitelerinde giderek artmaktadır ve karar sürecinin merkezîleşmesi, öğretim üyelerinin yönetime katılma veya yönetimi denetleme konumundan adeta bir emir-komuta zinciri içinde denetlenen konumuna geçmesi, üniversite yönetim biçiminin “şirketleşmesi” olarak tanımlanmaktadır.
Üniversite dışında ise, öğrenim programını, araştırma konularını ve üniversitelerin kaynaklarını kontrol etmek isteyen hükümetler, vakıflar, şirketler ve başka devlet kurumları ve özel kuruluşlar bulunur. Üniversite bileşenleri bazen dış müdahalelere karşı beraberce özerklik mücadelesi verse de, üniversite içinden dış müdahaleleri hoş gören, onlara destek veren ve hatta kendi amaçları yönünde onlardan destek alan, onları harekete geçiren kişi ve kesimler de olabilir.
* * *
Türkiye’ye gelince, yüzyıllık Cumhuriyet tarihinde üniversitelere dışarıdan müdahalenin, özellikle hükümetlerin üniversiteleri kontrol etme çabalarının yaygın olduğunu görüyoruz. Tek parti döneminden sonra da ülkenin otoriter siyaset kültürü ve kırılgan demokrasisi müdahaleleri olağan kılmış, Demokrat Parti yönetimiyle başlayarak ülke akademisyenlerin tasfiye edildiği çeşitli dönemlere tanık olmuştur. Özellikle 1960, 1971 ve 1980 askerî darbelerinden sonra üniversiteleri “zararlı cereyanlardan temizlemek” amacıyla birçok akademisyen görevlerinden alınmıştır. Bunların genellikle sol eğilimli öğretim üyeleri olduğunu belirtmek isterim.
1980 darbesinden sonra sivil yönetime geçişte, darbe liderleri siyasi vesayetlerini sürdürmek için çeşitli önlemler alırken, göreve Kenan Evren’in gelmesini kurgulayarak Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini artırmış ve üniversitelerin özerkliğini engellemek için de Yüksek Öğretim Kurulu’nu (YÖK) kurmuşlardır.
2007 yılından bu yana cumhurbaşkanlığını elinde bulunduran Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), üniversite atamalarını denetlemek için YÖK üzerindeki yürütme yetkisini kullandı. Ancak Erdoğan bu denetimi daha direkt ve etkili kılmak için yeni yasalar ve kanun hükmünde kararnameler çıkardı. Yeni yasal düzenlemeler, hükümetin mahkemeleri kullanarak görüşlerini kamuoyuna açıklama cüretinde bulunan öğretim üyelerini baskı altına almasını ve görevlerine son vermesini kolaylaştırdı. Barış akademisyenlerine yapılanlara, 2016 darbe girişimi fırsat bilinerek artırılan müdahalelere ve geçen yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlara bakarsak, Erdoğan’ın üniversite ve öğretim üyelerini kontrol etme yaklaşımının geçmiştekilerden farklı, daha kapsamlı ve hoyrat olduğunu söyleyebiliriz.
“Erdoğan dönemi”nin üniversitelerde yaptığı tasfiye ve kontroller daha önceki dönemlerden hem nicelik hem nitelik olarak farklılık gösteriyor, çünkü Erdoğan’ın üniversiteleri kontrol etme arzusunun birbirileriyle ilişkili birden fazla amacı var.
Birincisi, parti yandaşı rektör ve dekanların göreve gelmesiyle, üniversitelerin tüm işleri, yeni fakülte ve bilim dallarının açılması dahil olmak üzere, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından daha kolay dikte edilebilir.
İkincisi, üniversiteler akademik misyonları yadsınarak kültürel dönüşüm araçlarına çevrilebilirler. Eğitimin bir sosyalizasyon aracı olduğunun bilinciyle Erdoğan’ın tüm eğitim düzeylerini “dindar nesiller” yetiştirmek için kullanmak istediğini biliyoruz. İmam Hatip okullarının sayısının artırılması, diğer okullarda zorunlu din derslerine devam edilmesi, şimdi de ana okullarında din eğitimi başlatma çabaları bu yöndedir. Üniversite kadrolarına hâkimiyetle tüm eğitim sürecinin “dindarlaştırılması” gerçekleşecektir.
Üçüncüsü, devlet üniversitelerinin kadro ve kaynakları parti taraftarlarına hizmet kapısı olacaktır. Üniversite kadroları hükümete yeni istihdam kaynağı sağlarken, üniversitenin ticari sözleşmeleri ve ihaleleri AKP ve Erdoğan’a sadık işletmeleri zenginleştirmek için yeni fırsatlar oluşturacaktır.
Son olarak kamu üniversitelerinin arazilerini hatırlamak gerekir. Boğaziçi Üniversitesi gibi bazı üniversitelerin emlak değeri yüksek yerlerde hatırı sayılır arazileri olduğunu düşünürsek, bu arazilerin boş hazineyi doldurmak ve iktidara sadık işletmeleri ödüllendirmek için ticarileştirilmesi başlamadıysa da yakındır. Nitekim Boğaziçi Üniversitesi’ne ait sit alanı yeni imar kurallarına tabi tutulmaktadır ve arazinin statüsünde yapılacak değişiklikler yapının imara açılmasına olanak sağlayacaktır.
Bu dört amacı ele alırken, AKP döneminde yeterli bilimsel kadrosu, kütüphanesi ve diğer araştırma gereksinimleri karşılanmadan açılan yüzü aşkın üniversiteyi de hatırlatmakta fayda var. Yani, Erdoğan eski üniversitelere el atmadan önce, yeni üniversitelerle hem yüksek eğitim olanağı arayan gençlere kalitesine bakmaksızın diploma alma olanağı yaratarak halktan destek almanın hem de kendisine yukarıda saydığımız amaçları gerçekleştirecek yeni olanaklar yaratmanın yollarını açmıştır.
Özetle, Erdoğan hükümetinin üniversiteler üzerinde kontrolü öncekilerden farklı ve kapsamlıdır. Daha önceki hükümet müdahalelerinden farklıdır, çünkü onlar sadece zararlı gördükleri kişileri ve öğretileri üniversitelerden uzaklaştırma yönünde çalışmıştır. Fakat Erdoğan hem öğretim programlarını ve kadroları kendi “doğru”su yönünde değiştirmeyi hem de üniversitelerin kaynaklarını kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla, Boğaziçi direnişi tüm ülke için önemlidir ve desteklenmelidir.
•
YAZAR HAKKINDA:
Boğaziçi Üniversitesini bitirdikten sonra doktora eğitimi için Amerika Birleşik Devletleri’ne giden ve halen orada yasayan Zehra F. Kabasakal Arat, Connecticut Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü olarak çalışmaktadır. Araştırmalarında insan hakları konusunda yoğunlaşarak, insan hakları felsefeleri ve uygulamaları, kadın hakları, feminist teori, kalkınma ve demokrasi süreçleri ve Türkiye’de insan ve kadın hakları ağırlıklı çalışmalar yapmaktadır. Amerikan Siyaset Bilimi Derneği’nin İnsan Hakları Birimi’nin kurucu başkanlığının yanı sıra, değişik akademik derneklerde aktif görevler almıştır. Birçok bilimsel derginin yayın kurulunda da yer almıştır ve Lynne Reinner yayınevinin insan hakları kitap serisinin editörlüğünü yürütmektedir. Yazdığı veya editörlüğünü yaptığı çeşitli kitaplarının yani sıra, bilimsel dergilerde ve değişik konularda derlenen birçok kitapta yayınlanan çok sayıda makalesi vardır. Bilimsel çalışmaları ve eğitimci olarak yaptığı katkıları birçok ödüle layık görülmüştür. İnsan haklarının gerçekleşmesi ve korunması için sivil toplum kuruluşlarıyla da çalışan Arat, EŞİT-Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun da kurucu üyeleri arasındadır.