Kız Kardeşim, Seri Katil, kız kardeşler arası rekabet ve sadakatin, kadına biçilmiş rollerin kara komedisi. Bir kadın bedeni incelemesi, güzel ve çirkinin hikâyesi
Nobel Ödüllü Nijeryalı yazar Chinua Achebe, 1975 yılında, Massachusetts Amherst Üniversitesi’nde, “Bir Afrika İmgesi: Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’indeki Irkçılık” konulu bir konuşma[1] yapar. Bu konuşma post-kolonyal edebiyat eleştirisinin tartışma tetikleyen metinlerinden biri olur, ders olarak okutulur, karşı tezler doğurur.
Achebe, Conrad’ı, Afrika’yı öte dünya olarak konumlayarak kendine bencilce bir Avrupa’ya uzaktan bakma fırsatı yaratmakla eleştirir. Afrika Batı’nın o kadar karşıtıdır ki Conrad’ın gözünde, insanlığın ulaştığı sahte ve züppe uygarlık ancak Afrika’nın içgüdüsel, neredeyse hayvansı yalınlığı ve özgür vahşiliğiyle kıyaslanarak alaya alınabilir. Siyahlarla “akraba ırk” olma olasılığının dehşetiyle Afrikalıları insan-dışı, hayatında ilk kez gördüğü yaratıklar gibi tasvirler yer yer Conrad. (Daha doğrusu, baş kahramanı Marlow bu fikirdedir. Achebe’ye getirilen en büyük eleştiri, yazarla kahramanını eş görmesi olur.) Böylece, Afrika’yı insan unsurundan arındırılmış, metafizik bir korku diyarına çevirir. İnsan sadece coğrafyanın, manzaranın, vahşi doğanın, iklimin bir parçasıdır bu diyarda. İnsan doğasının kötücüllüğe yatkınlığının kanıtlanması için medeniyetinden arınmış Batılının vahşi bir özgürlüğü keşfetmesini bir aydınlanma olarak gösterir. Sanki Afrikalı, insanlığın en küçük parçasına indirgendiğinde, Batılıyı tedavi edecekmiş gibi. Achebe, Afrika'sının böylesine araçsallaştırılmasını kabullenemez. Ancak, Afrika edebiyatının “babası”, Conrad’ın novellasının aklına ve yüreğine bu denli çökmesine nedense izin verir. Batı ve Afrika arasında kurulan uygarlık-barbarlık ilişkisini kurmaca bir imgeden çok daha büyük bir sorun olarak görür.
Nijeryalı Amerikalı yazar Teju Cole, birkaç yıl önce sosyal medyadaki "firstworldproblems" etiketine tepki göstermişti. Bu, çok aşağılayıcı bir konuydu. Afrika ülkelerinde yaşayanlar herkes gibi wifi hızı, araba sigortası, senkronize olmayan tablet bilgisayarlarla uğraşıyor. Asıl birinci dünya ülkesi problemi, dünyanın her yerinde -Afrika’da bile- insanların aynı teknolojik eşitleyici çağda yaşıyor olduğunu kabul etmemekti. Sizin teknolojiyi bütün dünyaya satan şirketleriniz varken, Afrikalı neden problemlerinizi paylaşmasın ki? Sınıfları birbirine yaklaştıran ve eşitleyen teknoloji demek, kolonizasyonda iki taraflı bir etkileşim demek artık.
Ders olarak okutulan Achebe’nin post-kolonyal eleştirisiyle, Teju Cole’un Twitter eyyorlamasının ortasından bir yerden çağdaş Nijerya edebiyatına bakalım. Conrad, Karanlığın Yüreği’nde siyahlara ses ve konuşma yetisi vermemişti. Nijerya’dan gelen, birinci dünya anlasın diye İngilizce bir ses var şimdi. Değişen kurallar sonucu, Booker Ödülü’ne Commonwealth ülkesi oldukları için değil, İngilizce edebiyat ürettikleri için katılma hakkına sahip Nijeryalı yazarlar.
Nijeryalı yazarların kendi ülkelerinden önce Batı’da yayımlanmaları geleneği, “Aslanlar kendi tarihlerini yazmayı öğrenmedikçe, avın tarihçesi hep avcının zaferiyle sonuçlanır. Bana İngilizce gibi bir dil verildi, ben de bunu kullanmaya kararlıyım” diyen Chinua Achebe’nin ilk romanının bir Britanya yayınevi tarafından basılmasıyla başlamış olur.[2]
Oyinkan Braithwaite, Britanya’da yayımlanan yeni nesil Nijeryalı kadın yazarlardan biri. İlk romanı Kız Kardeşim Seri Katil 2019 Booker Ödülü uzun listesi ve Kadın Yazarlar Kurmaca Ödülü kısa listesine seçilmeyi başardı. Yaratıcı yazarlık ve hukuk mezunu. Editörlük yapıyor ve Lagos’ta yaşıyor. Romanı okurken, kendisinden önce gelen Nijerya edebiyatının etkisinde olmadığını anlıyoruz. Teknolojik kolonizasyon sonucu ortaya çıkan bu nesil yazarların ilham kaynakları dünyanın her yerinden, her kültürden olabilir. Bir söyleşisinde, babasının "dünyaya tekrar karanlık yükleme" diye kendisini ikaz ettiğini söylüyor Oyinkan Braithwaite.
Yazarın babasının sözünü dinlediğini iddia edemeyiz çünkü Kız Kardeşim, Seri Katil bir “Lagos noir” roman.[3] Bir telefon gelir. Ayoola, erkek arkadaşını bıçaklamıştır. Adam ölmüş. Acaba ablası Korede gelip ortalığı, kanları falan temizleyip cesetten onu kurtarabilir mi? Ne de olsa, bu işi daha önce iki kez yaptılar birlikte. Korede hemşire zaten, bu onun işi sayılır. Çamaşır suyuyla kanı sil, cesedi çarşafa dola, arabanın bagajına tık, nehre at. Bu, üçüncü ölü adam olacak. Google’a göre üçüncüden sonra seri katil sayılıyorsunuz. Korede, kız kardeşini koruyacak. Ta ki, Ayoola onun gizli gizli âşık olduğu yakışıklı doktoru yeni hedefi olarak ağına düşürene kadar. Korede çaresiz, içini komadaki bir hasta adama döker. Ne bilsin, bir gün adamın komadan uyanıp her şeyi hatırlayacağını.
Kız Kardeşim Seri Katil, kız kardeşler arası rekabet ve sadakatin, kadına biçilmiş rollerin kara komedisi. Bir kadın bedeni incelemesi, güzel ve çirkinin hikâyesi. Aynı zamanda, aileyi toplumun merkezindeki çürük olarak konumlayan bir aile içi şiddet ve travma tasviri. Daha yayımlanmadan film haklarının satılmış olması, yazar Oyinkan Braithwaite’in, korku alt türünü politik mesaj olarak zekice araçsallaştıran güncel akımın ne kadar farkında olduğunu gösteriyor. Bir senaryo gibi, karakterlerin psikolojik derinliklerine dalmadan ancak dalmak için ihtiyaç duyulan sahneyi kurarak yazılmış zaten. İngilizce Nijerya edebiyatının yeni neslinin bir temsilcisinin, Achebe’nin kapsama alanı dışına çıkıp Afrika’nın farklarını değil, orta sınıf Batı’yla aynılığını anlatma cesareti. En çok benzeştiği romanın, domestik şiddet romanları yazarı Gillian Flynn’in Keskin Şeyler’i olduğunu belirtmekte fayda var.
İçinden sorular çıkarıp bu sorulara yanıtlar bularak bu noir romanı toplumcu gerçekçiliğe yükseltebiliriz: Aileye sadakatin bedeli nedir? Kız kardeşler arası rekabet toplumsal cinsiyet rollerinin temelinde mi yatar? Bir erkeği öldürmek ne zaman meşru müdafaadır, ne zaman sistematik şiddete karşı adaletin olmadığı yerde kaderini kendi eline almadır? Aile işi şiddet, şiddetin nesilden nesile geçmesini mi sağlar? Anneler neden kendi yaşadıkları evlilik travmasını kızlarının tekrar yaşaması pahasına onları evliliğe zorlar? Oyinkan Braithwaite, bu soruların hiçbirini aleni olarak sormuyor, hatta cinayet detaylarını ön plana çıkarak bu soruları sorduğunu gizliyor.
Kız Kardeşim, Seri Katil, dehşet verici olayların gerçekleşme olasılığını sürekli canlı tutuyor. Ucuz romanlardan B sınıfı korku filmlerine, korku alt türünün işleyen formülü olan dolaysız anlatım, kan, güzel bir kadın, aptal kurban, soğukkanlı katil ilişkisini bize yeniden anlatıyor. Ancak çok farklı bir roman okuduğunuzu hissediyorsunuz. Katilin güzel kadın, kurbanın erkekler olduğu bir rol değişimi zaten romanın adından farklı olacağının işaretini veriyor. Hem Shakespeare’den hem çamaşır suyu reklamcılarından aferin alacak, kız kardeşler arası bir ev içi ilişkinin içindesiniz. Cinayet aletinin Nijerya’ya özgü gelenekselliğinden, sosyal medyada yas tutmanın dünyalılığına uzanan kısa bir yol var. Romanın zaman akışının şimdisinde işlenen cinayetler buz gibi mizahî bir tonla aktarılıp okur hissizleştirilirken, geçmiş gerçek travmayı tetikliyor. Şimdiki zamandaki katil, geçmişin kurbanı olarak karşımıza çıkıyor.
Romandaki korku ögesi ve dehşet sahneleri Ayoola’nın cinayetleri değil. Asıl dehşet, kız kardeşlerin babalarının çocukken onları ve annelerini dövdüğü, eve annelerinin gözüne sokarak genç sevgilisiyle geldiği, Ayoola’yı yaşlı kabile reisine pazarlamaya kalktığı, Korede’nin kardeşini korumak zorunda olduğu ve babanın öldüğü sahneler. Kız kardeşlerin paylaştığı en büyük sırrın Ayoola’nın cinayetlerindense bu ölüm olduğunu biliyoruz. Babanın türlü düzenbazlıkla yaptırdığı, o öldükten sonra satılamayacak kadar büyük evde, toplumun biçtiği kadın rollerini sürdürmek zorunda olmak asıl korkunç olan: Kocasının hatırasını yaşatan dul anne, çirkin oduğu için kariyer yapan abla Korede, taliplerini kapıda kuyruğa dizen evlenilecek kız güzel Ayoola. Kızlarını evlenmek için zorlayan anneler ile, kocaları tarafından aldatılan kadınlar aynı gelenekten geliyor. Babaları annelerini aldatan kızlar, büyüyünce evli bir adamın sevgilisi olarak döngüyü tamamlıyor.
Güzel Ayoola ile koruyucu Korede, çocukluk travmasıyla ruhlarına kazınmış bu rollerin tutsağı olurlar, sanki hiç büyümezler. Ama Braithwaite, okurun bu iki karaktere acımasını, empati duymasını, yaptıklarını bağışlamasını istemiyor. Kız kardeşlerin sevimsiz karakterler olması için elinden geleni yapıyor. Ayoola kendini beğenmiş, bencil ve tam bir femme-fatale. Korede ise ironinin ve kendi kendisiyle alay etmenin arkasına saklanarak sürekli savunmada. Gerçeklikle hangisinin daha sağlıklı bir bağ kurduğunu anlamak zor.
Oyinkan Braithwaite, romanı Korede’nin kafasının içinden yazdığı için romanı bir itirafname gibi okuyoruz, ama bu, katilin itirafı değil. Bir suçluluk duygusuna tanık oluyoruz ama bu, katilin suçluluğu değil. Endişe yaşıyoruz ama bu, kurbanlar adına korktuğumuz için değil. Ayoola, babasından gördüğü şiddetin intikamını bütün erkeklerden almak için mi öldürüyor yoksa kendini savunmak için mi? Korede, kız kardeşi Ayoola’nın nedensiz, zevk için ve pişmanlık duymadan cinayet işliyor olma ihtimaliyle yüzleşiyor. Aynı soğukkanlılığı cinayet mahalini temizlerken göstermesi kardeşiyle sosyopatlığı paylaştığı hissini yaşatıyor ona. Ve bu şiddetin kaynağının, babalarının çocukken kız kardeşlere ve annelerine uyguladığı şiddetin yetişkinliklerinde kendilerine miras kaldığının farkına varıyor, bu kaçınılmazlığa teslim oluyor. Sonuçta, ne Ayoola ne de Korede, kadınlar adına intikam alan süper kahramanlar. Bu romanda erkeklerin ölüyor olması hiçbir şeyi çözmüyor, adaleti getirmiyor. Travmanın nesillere işlediğini gösterip karamsarlığı tetikliyor.
Güzellik, kadına biçilen toplumsal rollerde çok önemli bir savaş alanı. Güzelliğe sahip olmak ya da olmamak, sonu önceden belli bir yaşam hazırlıyor. Bedenlerinin fiziksel görüntüsünden kaynaklanan bir kader var karşılarında. Ayoola güzelin, Korede çirkinin yazgısını yaşamak zorunda. Güzellik kıstasları Afrika’ya özgü olsa da, bu yazgı, geleneksel cinsiyet rolleri kadar, sosyal medya güzellik yargısıyla da tekrarlanıyor hayatlarında. Ayoola kendi tasarladığı şık ve çekici giyimiyle iltifat alıyor[4], Korede hemşire üniformasını bembeyaz yıkamayı başarmasıyla. Güzel olan, iyi ve zararsızdır, sorumluluktan azat edilmiştir. Çirkin olan hatalı, kıskanç ve öfkelidir. Güzel olanın seçme hakkı vardır. Çirkin olan sevilmek ve seçilmek için çabalamak, fedakârlık yapmak zorundadır. Çirkin, güzele eril bakışla bakmak zorunda hisseder ve bu zorunlu kıyas sonucunda yetersiz bulur kendini. Ayoola, kendisine orkide gönderen adama gülleri tercih ettiğini hiç çekinmeden söyleyebilirken, boş vakitlerinde TED konuşmaları dinleyen Korede trafik polisinin egosunu zedelememek için bozuk İngilizceyle konuşmak zorunda kalır. Oyinkan Braithwaite, Ayoola’yı doğal düzeni bozan, Korede’yi düzeni toparlamaya çalışan rollere yerleştiriyor.
Erkekler -asâlı kabile reisinden eğitimli doktora kadar- güzelliğe sahip olması ya da olmaması nedeniyle kadınlara bir toplumsal cinsiyet rolü, karakter ve kader biçmekten suçludur. Ayoola’yı güzel bulup onu arzulamak kadar, Korede’yi çekici bulmadığı için reddetmek de tacizdir. Ayoola, güzelliğiyle aptallaşan erkekleri iki kardeş adına cezalandırıyor.
Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’nde yarattığı korku evreniyle Achebe gibi tartışmak yerine, bu korkunun araçsallaştırılıp günümüzde ırkçılığa, sınıf çatışmasına ışık tutacak bir politik kurmaca platformu olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Conrad’ın edebiyatta korku alt türüne öğrettiği çok şey var: Kötücül muğlak olduğunda, tereddüt hissi yarattığında, yaşanılan an kaygan bir zeminse korku gerçekleşir. Karanlığın Yüreği’nde Kurtz’un yüzünde yarattığı ölüm maskesi korkuyu araçsallaştırmak isteyecek kurmacacıların başvuru kaynağı olmalı. Çünkü bu maske, katil ve kurbanın yüzünün buluşmasıdır: “Suratında karanlık bir kibir, acımasız bir güç, namertçe bir korku, yoğun ve umutsuz bir keder…arzularını, günahlarını, teslimiyetlerini tüm ayrıntılarıyla yeniden yaşamak… Dehşet! Dehşet!”[5]
Korku aslında teskin edici bir alt tür. Çünkü duygularımızı olumluyor. Gerçekten çok da uzak değil hiçbir zaman. Korku politiktir diye, defalarca yazılmış cümleyi tekar edelim. Neden korktuğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Jordan Peele, Get Out filmiyle korkuturken düşündürmek misyonuyla korku alt türüne yeni ve ciddiye alınmaması imkânsız bir boyut kazandırdı. Seyirciyi politik olarak ve toplumsal rollerini sorgulatarak dürttü, rahatsız etti, acı acı güldürdü. Siyah ve beyazlar arasındaki “medeni” ilişkinin sahteliğini, nasıl bir kedi fare oyunu olduğunu karanlıktan gün ışığına çıkardı. Ters yüz etmeyi, maske düşürmeyi politik korku alt türünün temeline oturttu. Bu yeni korku alt türü, aklınızı kullanmanızı isteyen, sofistike bir tür ama tüketmesi son derece kolay ve çabuk.
Get Out filmi başladığında, farklı ırklardan çiftin ilişkisinde beyaz izleyici beyaz kadının, siyah izleyici siyah adamın tarafındadır, yaşam bizi öyle koşullandırmıştır. Filmin sonunda herkes siyah adamın tarafına geçer. Bu, korkunun öte tarafına geçmektir aslında. Koşullandığı tarafın yıkılmasıdır. Nijeryalı siyah bir kadın yazarın elinden çıkmış dehşet hikâyesi ile kurduğumuz bağ, koşullandığımız tarafı aynı şekilde yıkmalı, bu kez tarafların kadınlar ve erkekler olduğunu unutmadan.
Korkunun kurmacada kullanımı kadar gerçekleri ortaya çıkaran bir araç yok. İnsanın korktuğuyla yüzleşmesi benzersiz bir içsel yolculuk. Korkulanın cisimleştirmesi kadar güçlü bir metafora az rastlanır. Korkan değil, korkulan olmayı seçen bir karakterden daha etkileyici bir edebî figür olamaz. Korkuyu reddetmek, gerçekliği reddetmektir çoğu kez. Korku en az gizleyebildiğimiz duygu. Korku en az gizleyebildiğimiz duygu. Korku o kadar dürüst bir duygu ki, başka duyguları örtbas etmeye de yaramıyor. Korkular bireysel olduğu kadar toplumsal. Bu nedenle, tarihî ve politik önem taşıyor. 70’lerin “slasher” korku filmleri bile ahlakçıdır.[6] Gençler içki içer, evlilik dışı cinsel ilişki kurar, partiye gider ve cezalandırılırlar. İlk ölen siyah bir karakter olur, en seksi beyaz kızın hayatta kalmasıyla film biter.
Aşırı sağ politikacılar da “korku siyaseti” yaparak kazanmıyor mu? Toplumsal korkular kolektif olarak kaşınıyor, bireyin kendini gerçekleştirmek adına hissettiği sınıfsal korkular küçümseniyor. Yine de bu alt türdeki derin içerik ve yüzeysel anlatım, kaçınılmaz olarak, “aşırı eleştiriye” çanak tutuyor. Üzerine sayfalar yazılabilir ya da bir oturuşta tüketilebilir. Hangisini seçeceğiniz, kişiliğinizi ele verecek sanki. Neden korkuyorsun? Kurban ile özdeşleştiğin için mi? Kendinde zorbanın yansımasını gördüğün için mi? Peele, Get Out’u bir korku filmi değil, bir dokümanter diye tanımladığında şaka yaparken ne kadar ciddidir.
Stephen King, korku fenomeninin faklı mecralarda işlenişi üzerine yazdığı yazılardan oluşan Danse Macabre kitabında, Apollonian ve Dionysian kutupların çatışmasını şablon olarak kullanır. Entelektüel, ahlakçı, dengeli ve tutucu Apollonian taraf, inandığı doğal düzeni bozan tehlikenin ortadan kalkmasını ve düzenin geri gelmesini ister. Spontane, içgüdüsel, zevk peşinde, kaos çıkaran Dionysian taraf ise doğal düzeni umursamazca yerle bir etmekle ve bununla eğlenmekle meşguldür. Bu iki tarafın temsilcilerinin arasındaki savaş sayısız kombinasyonda meydana gelir ve korku kurmacasının gücü bu çeşitliliktir. Ayoola’nın Dionysian, Korede’nin Apollonian olduğunu fark edeceksiniz romanı okurken.
Korede, hemşire olarak çalıştığı hastanede yatan komadaki bir hasta adama içini döküyor romanda. Oyinkan Braithwaite, böylelikle hem “yazmak yerine anlatmak” şeklinde tanımlanabilecek bir üslûp tutturuyor, hem de son günlerdeki seri katillere dair gerçek suç podcast'lerine bir gönderme yapıyor. Komadaki hasta dinleyici rolü sadece hikâyenin çözüm bölümünde faydalı bir unsur olarak önem taşımıyor bu yüzden. Postmodernist bir tür üslûp yargılayıcısı gibi, okurun kulağını temsilen romana dâhil edilmiş gibi.
Detayların yavaş yavaş verildiği, sadede en uzun ve manzaralı yoldan gelindiği, ama yine de episodik ve ritmik bir bağımlılık yaratan, geciktire geciktire okurla ve dinleyiciyle ilişki kuran bir yöntem. Sıkıcılığın, kısa dikkat süresinin antidotu gibi.
Her bölüm esi verildiğinde en heyecanlı yerinde kesme yöntemi her zaman işe yarıyor, sayfadan sayfaya bağımlılık yaratıyor. Düz çizgi bir anlatımdan sapma, sürekli şüphe yaratma, kendi doğruluğunu sorgulamanın ustalıkla altından kalkıyor Braithwaite. Podcast anlatıcısının ses tonu, cümle kuruşu, melodisi, entonasyonu çok etkiliyor bir podcast'in başarısını, sahiciliğini ve inandırıcılığını. Yazarın sesini okurken duymak böyle bir şey. Romandaki ses, tek bir anlatıcının taraflı, gerçeğin ve olayların sadece işine gelen yüzünü aktaran, seçmece anılarla okuru kendi tarafına çekmek isteyen sesi.
Seri katillere olan tuhaf ilgi, gerçek suç podcast'lerini fenomenleştirmiş durumda. Bazı araştırmalara göre, bu podcast'lerin dinleyicileri %85 oranında kadın.[7] Komediyle cinayeti birleştiren My Favorite Murder[8] örneğin, en popüler podcast'lerden biri. Sloganı, “Seksi kalın ve öldürülmeyin!” Kadın bedeninin içinde yaşam sürekli tehlikede olmak demek. Gerçek suç podcast'leri bunu doğruluyor, kadınlara "haklısınız korkmakla" diyor, hissettiğiniz paranoya değil, suç sizde değil. Podcast dünyasında kadın kurbana inanılıyor. Katilin sonunda yakalanması katartik, katille dalga geçmek korkuyla komedinin rahatlatıcı birlikteliği. Kadınların korkularıyla yüzleşme provası, kendileri bir kurbana dönüşmeden. Korkuyu kontrollü dozlarda tüketme, sistemlerinden atma fırsatı. Hayatta kalma tatbikatı. Kendi kendimi kurtarabilirim. “O iş bende!” hissi. Kız Kardeşim Seri Katil, işte “o işin” nasıl ve neden Ayoola’da olduğunun romanı.
[1] https://polonistyka.amu.edu.pl/__data/assets/pdf_file/0007/259954/Chinua-Achebe,-An-Image-of-Africa.-Racism-in-Conrads-Heart-of-Darkness.pdf
[2] Dünya edebiyatı kanonunda Nijerya edebiyatı İngilizce yazan Nijeryalı yazarlar tarafından gittikçe önemli bir yer kazanıyor. Achebe dışında Chimamanda Ngozi Adhichie, Ben Okri, Chris Abani, Teju Cole, Chigozie Obioma, Ayobami Adebayo öne çıkan Nijeryalı yazarlar. İngilizce edebiyatın ana pazarları Britanya ve Amerika’da yayımlanmış olmak, diğer dünya dillerine çevrilmenin kapısını açıyor, kendi ülkelerinde de bir onaylanma ve kabul görme anlamına geliyor. Nijeryalı yazarların Batı pazarı için kullandıkları İngilizce eleştiriliyor bazen. Yerel dillerden sözcüklerin italik olarak garnitür gibi metnin içine yerleştirilmesi, gereksiz sözcük anlamı açıklamaları politik bulunuyor. Nijerya edebiyatında bugün en büyük ayrım kentli edebiyattan kaynaklanıyor. Lagoslu yazarın ülkedeki farklı kabilelere ve dinlere bakışı Batılı okurdan ve editörlerden farklı değil. Çok okunur olmak Nijerya’da kitapların korsan baskılarının sokak satıcılarına düşmesi demek. Batı’da basılmak ise telif ücretinin hakkıyla ödenmesi, edebiyat festivallerine, akademik hayata ulaşım demek. Batılı editörlerin ve yayınevlerinin Afrika edebiyatının nasıl olması gerektiğine dair görüşleri ve ideolojileri genelde edebiyat ödül piyasasını da şekillendiriyor. Bu da Nijeryalı yazarlar için müthiş bir rekabeti edebî üretimin bir parçası yapıyor.
[3] En son Nijeryalı yazar Chris Abani editörlüğünde bir antoloji olacak kadar yeni Nijerya edebiyatında önemli yer kaplayan, kozmopolit Lagos kentindeki şiddet, yozlaşma ve travmayı anlatan bir alt tür. https://www.worldliteraturetoday.org/2018/september/lagos-noir
[4] (4) Lagos modası için yazar Chimamanda Ngozi Adichie’nin Instagram hesabına bir bakın https://www.instagram.com/chimamanda_adichie/
[5] Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad.
[6] Sady Boyle’un kitabı Dead Blondes, Bad Mothers: Monstosity, Patriarchy and the Fear of Female Power popüler kültürde, mitolojide ve evet korku filmlerinde kadının canavarlaştırılmasını detaylı bir şekilde inceliyor.
[7] Kadına karşı şiddet dizilerde işlenmeli mi konusunu tartıştığımız günlerde, seri katilleri anlatan gerçek suç podcastlerinin en çok kadınlar tarafından dinlenmesi bilgisi ve bunun nedenleri tartışmaya farklı bir bakış açısı getiriyor. https://www.abc.net.au/life/why-women-love-true-crime-podcasts/10627390