Yaz

Karl Ove Knausgaard'ın Mevsimler serisinin son kitabı Yaz, çok yakında okurla buluşuyor. Haydar Şahin'in çevirisiyle Monokl Yayınları'ndan çıkacak kitaptan tadımlık bir bölüm K24'te...

05 Eylül 2019 10:00

Günce

7 Haziran 2016 Salı

Bugün yedi buçuğa dek uyudum, kardeşlerini yine güneşli ve sakin bir sabahta, tarlaların arasından okula götürmeden önce burada bir sigara ve kahve içecek zamanı ancak bulabildim, bu sırada annen seni pusetle kreşe götürdü ve önce otobüs ile Ystad’ya, ardından da tren ile Malmö’ye gitti. Ben dönünce parklar hakkında bir deneme yazıp editörüme gönderdim. Birkaç dakika sonra aradı. Son yazılarımdan ve kitabın bütününden biraz konuştuk; hoşuma giden birkaç öneride bulundu, bilinçaltımın önemli kısımları halledeceğini düşünerek not almadım. Ardından bana hayatımın nasıl geçtiğini sordu. Bugünlerde yazdığım her şey otobiyografik ve bir bakıma hayatıma ilişkin, fakat hayatın kendisi yine de bambaşka bir şey. Bambaşka bir yerde, sanki yazının arkasında geçiyor ve bu karanlık dağ, yazıya bir cep fenerinin ışığı altındaymış gibi kısa ve sınırlı bir bakış ile yansıyor. Son zamanlarda konuştuğumuz bir konu, kişinin bir deneyimini kendisini katmadan, “ben”i değil deneyimi öne çıkararak nasıl anlatabileceğiydi, kılı kırk yarmak gibi geliyor kulağa, fakat değil, arada büyük fark var ve editörüm bundan bana ilk söz ettiğinde, anlatmak istediklerimin çevresinde âdeta yepyeni bir olasılıklar dünyası açıldı. Anlatının bu olasılıkları karşısında kurgu ve kurgu dışı gibi kavramlar yetersiz kalıyordu, onlar fazlasıyla kabaydı veya konu bu değildi. Gerçek mücadele orada verilmiyordu. Kurgunun gerçeklikten daha gerçek olabileceğine ilişkin yaygın bir deyiş vardır; burada gerçek, berrak ve evrensel olarak yüce bir anlamda kullanılır. Eskiden buna şiirsel gerçek denirdi.

Gerçeğin doğrusu, yani gerçekleşen olaylar, onları anlatan ben’e, bu durumun yol açtığı tüm sınırlamalar ile, kilitlidir. Ben buna inanıyorum, durum bu; şiirsel gerçek, gerçekliğin doğrusundan daha büyük değilse bile en azından daha önemli. Ne var ki şiirsel gerçeğin aynı ilkesinin orada da geçerli olduğunu görmek için çok fazla kişisel deneyim yazmaya lüzum yoktur. Bunun nedeni kişinin bir şeyler eklemesi veya uydurması değil, öykünün biçim kazanmasına bakışı ve hangi sürümüne öncelik verdiğidir. Âdeta bir orantı gibidir: Evrensel gerçeklik arttıkça kişisel gerçeklik azalır. Başka her şeyden çok anlatı alanının nasıl oluşturulduğu, “ben” çevresinde ne kadar çok şeyin görünür olduğu ve anlatıcının “ben” ile ne ölçüde özdeşleştiği soruları önemlidir. Özdeşleşme tam ise anlatı kişisel anlamda gerçektir, fakat bu durumda dile getirilen yegâne şey olur ve edebiyatın kişisel olması ama mahrem olmaması gerektiğine ilişkin eski kural bu konuyu ele almaktadır. Bir şey ancak yazan kişiyi ilgilendiriyorsa mahremdir. Bu da bizi yazarın başkaları için gerçek olabilecek bir şey dile getirebilmek için kişisel gerçeğinden ödün vermek, yani kendisinin tamamen özdeşleşmeyeceği bir “ben” yaratmak zorunda kalması paradoksuna getirir. Böyle meseleleri arada sırada tartıştığımız bir meslektaşım, söylenenler onun deyişi ile “tatlandırıldığı”, yani yalan olduğu için, bunun gerçek kavramını anlamsız kıldığını düşünüyor. Benim temelde beğenilmek için yazdığımı söylüyor. Bu mesele yalnızca edebî değil aynı zamanda sosyal, çünkü sosyal âlemde herkesin içsel benlik ile özdeş olmayan bir dışsal maskesi var, daha yalın bir dille anlatacak olursam, her zaman aklımızdan geçeni söylemiyoruz. Niye peki? Başkalarını incitmek istemiyoruz, gerçeği söylemekten daha önemli olabilir bu, belki de iyi zaman geçirmenin daha önemli olduğuna veya insanlar değişmez olduğu için gerçeğin hiçbir etkisi olmayacağına inanıyoruz. İçimizi döker ve gerçek düşüncelerimizi söylersek başkalarının bizden hoşlanmayacağını düşünüyor da olabiliriz. Bu yüzden rol yapıyoruz.

Fakat edebiyat sosyal oyun kurallarının geçerli olmadığı bir sığınak değil mi? Yazmak sosyal âlemin dışında kalan az sayıda sosyal eylemden biri olduğuna göre, edebiyat kesin gerçekleri dile getirmenin mümkün olduğu yegâne yer değil mi? Edebiyat acımasız değil mi? Edebiyatın özünü oluşturan ve onu haklı çıkaran bu acımasızlık değil mi? Evet, nedenlerden biri bu, zira yazı tarihinin büyük bölümünde, “ben”in kişisel gerçeğini denklemden çıkardığı ve onu toplumsal ortamda başka bir şey olarak sergilediği için kurgu tercih edilen yöntem olageldi. Ibsen’in oyunları insanları rollerinin arkasındaki gerçek hâliyle ve toplumu sergilendiği sahnenin arkasındaki gerçek hâliyle göstermesi bağlamında acımasızdı. Peer Gynt bir berraklaşmadır, Brand bir berraklaşmadır, ikisi de Ibsen’in kendisidir, fakat kendi gözündeki hâline göre değildir, kendisini dışarıdan, başkalarının gözünden gördüğü sıradaki hâline göredir. Böylece kendisi hakkında –özdeşleşmenin daha gerçekçi olduğu bir oyuna göre– daha gerçekçi yazabilmiştir. Bunun nedeni özün yalıtılmış değil –burada yalnızlığı veya insan yalıtılmışlığını değil, özün oluşumunu düşünüyorum– başkalarına yönelik bir unsur olmasıdır; başkalarına karşı bu yönelme dilin ve dolayısıyla edebiyatın başkalarına yönelmesi gibidir. Kişinin kendisi hakkında yazması belli bir bakımdan empatinin tam tersidir, empati dıştan içe hareket ederken kişinin kendi hakkında yazması içten dışa yönelmek anlamına gelir. Yine de iki süreç de aynı şeyi, yakından tanımayı ve böylece anlamayı hedefler. Kendisi hakkında yazan kişi özün dışına çıkıp dışsal bir bakış benimsediğinde aynı zamanda hem içe hem dışa ait olan tuhaf bir nesnellik oluşur, kişinin kendi özü içinde başkasına aitmiş gibi dolaşabilmesini mümkün kılan işte bu nesnelliktir ve bu hareket empati gerektirdiği için böylece çember kapanmış olur. İnsanın yalnız başınayken olduğu kişi, hâliyle, empati gerektirmez, çünkü ne bir mesafe söz konusudur ne de içine işleyecek bir iç vardır, burada öz, olduğu gibidir. Fakat kişi bu durumdan çıkar çıkmaz mesafe oluşur, öz bir yandan aynı kalırken bir yandan nesneleştirici bir şey ile başka bir şeye dönüşür. Bu küçük farklar zamanla büyür ve çok sayıda değişik ve çelişkili şeye dönüşebilir, öz bunları işlevsiz hâle gelmeden kapsayamaz –çünkü öz aynı zamanda bizim eylem çerçevemizdir– ve bu da unutmayı, baskılamayı ama aynı zamanda hatırlamayı gerekli kılar. Anılar kendimize ilişkin öyküyü oluşturur ve bu öykü belki de kimliğimizin en önemli bölümüdür. Anı dizileri bu öyküyü bütünleştirip bir arada tutar ve unutup baskılayarak anı dizilerini saf, çelişkisiz ve idare edilebilir hâlde tutarız. Öyle insanlar vardır ki içlerinde oluşturulan anlatı gerçeklikten aşırı sapar ve sonunda koruyamaz hâle geldikleri kimlikleri çöker, psikoz geçirir, depresyona uğrar veya tükenme teşhisi ile yatağa düşerler. Psikanaliz özünde daha doğru bir anlatıya erişmektir, bu yüzden eski ve bastırılmış olması muhtemel anıları ortaya sermeye çalışıp durur ve ilişkiler ile bağlantılı duygulara fazlasıyla odaklanır, çünkü duygular düşüncelerden başka bir dil konuşur, kolayca değişemez veya başka bir şey olarak görünemez.

Ne var ki bunu yaptıkları da olur; örneğin depresyon katılaşmış ve sıkışmış bir öfkeden başka bir şey değildir, sıcaklık düşerken kıyıya vuran ve havadayken kaskatı donan bir öfke gibidir. Kişi daha doğru bir anlatı, daha önemli anılar dizisi ortaya çıkarırsa özün üzerindeki dış dünya baskısı ortadan kalkacaktır, huzur ve neşe hâlâ uzak olsa da en azından idare etmesi daha kolay bir günlük yaşama erişebilecektir. Öz başkalarına yöneldiğinde –tıpkı dilin temel figürü gibi– bir sesleniş olarak yapılanmıştır, fakat kendisi karşısında anılar dizisinden oluşan bir öykü biçimindedir. Çiftleri birlikte tutan mekanizma da buna benzer, onlar da bir çift olarak kimliklerini oluşturan bir öykü anlatır birbirine ve gerçeklikten çok uzaklaştığında bu öykü de er ya da geç çözülür. Bir çiftin öyküsünün sürekli doğrulanması gerekir, özün öyküsünün sürekli doğrulanması gerekir, çünkü hem çift hem de öz çok fazla şey içerir ve çoğunlukla öyle çok şey çelişir ki birkaç yalın sekans ve birkaç yalın ilke ile karmaşanın giderilmesi gerekir: Biz böyleyiz, ben böyleyim. Öz bir öykü ise de bu pek çok olası öyküden biridir.

Editörümün son romanı bir çiftin ayrılmasını konu ediyor, anlatıda iki kişi arasındaki çatlak, kırılma ve kopma aralarından birinin, adamın, ilişkiye başka bir adam getirmesi ve bu konuda öyküler uydurması ile başlıyor, kadın dinlediği bu öykülerden hoşlanıyor, onlar için birlikte olma yöntemlerinden biri bu, adam onu düşsel ortak aracılığıyla seviyor. Ardından bu gerçek hayatta oluyor, kadın başka biriyle tanışıyor, başka biriyle yatıyor ve bu öykü ona açık ama adama değil, yeni bir öyküye başlayan kadın ona sırtını dönüyor, adamı dışarıda bırakıyor. Roman kadının düşünceleri, duyguları ve seçimlerini düşünerek kendisini onun yerine koyan adamın anlama çabasından oluşuyor. Kadına karşı bu açıklık, tuhaf bir şekilde, öteki adama karşı açıklık ile de ilgili; roman tarafından incelenen insanlar arası sınırsızlık hem yaratıcı hem yıkıcı. Editörümün, karakterleri bir evin odaları arasında dolaşır gibi kimlikler arasında dolaşan kitaplarının çoğunda bulunan, bir psikoloğun ego zayıflığı diyebileceği, aynı zamanda başkalarını içeriden anlama arzusu veya özün tüm olasılıklarına karşı radikal açıklık olarak görülebilecek bu kişilik özelliği benim ilgimi çekiyor çünkü bu özellik şimdiye dek yazılmış tüm roman, hikâye ve tiyatro oyunlarının temelinde yatıyor. Sanırım en iyi örnek Shakespeare’dir, o insan olan her şeye fazlasıyla açıktır ve bunların hepsi muhtemelen onun içinde bulunmaktadır. Tüm ileri gelen yazarlar için aynısı geçerlidir.

Ne var ki bu içsel bir açıklıktır, dış dünyada kitaplar dışında bir sonucu yoktur – bu açıklığa, başkalarını içeriden anlamaya yönelik bu arzuya, kimlik sınırlarını böylesine hiçe saymaya bir hayatta, bir karakterde, bir kişide izin vermek büsbütün başka bir şeydir. Bu çok ilginçtir çünkü ortaya çıkan alan –iyi bir roman okumak sular çekilince ortaya çıkan araziyi görmeye benzer– özgürlük ile boşluk arasında bir yerdedir. Herkes olan biri hiç kimsedir, boştur. Birisi olan bir insan aynı zamanda hep başka biri olabilecektir. Sanırım bunu çok sık düşünmemin nedeni, şu an bulunduğum yer ile, hayattaki yerim ile çok örtüşmesi. Neredeyse elli yaşımdayım, babamın öldüğü yaşa dört yıl kaldı ve aynı zamanda iki, sekiz, on ve on iki yaşında dört çocuğum var, onlara bakınca, onları tıpkı bir zamanlar benim için olduğu gibi hayatları önlerinde uzanan kişiler olarak görüyorum, bu durumda her şeyin niye böyle olduğunu kendime sormamak kolay değil, zira çocuklar ile yaşar ve onların büyümesini izlerken onları biçimlendiren karakter özellikleri, kalıtsal yanlar ve sosyal çevrenin karışımını, ayrıca eşsiz kişiliklerini ve eski zamanlarda ruh denen iç ışıklarını gözlemliyorum.

Kişinin iç dünyasının çok zengin olmasını, değişebilmesini, farklı yanlarını yaşayabilmesini, büsbütün başka yollar tutabilmesini teoride anlayabiliyorum, fakat pratikte ben aynıyım, yaptıklarım aynı, düşündüklerim aynı ve duygularım aynı; yani tüm bunlar her zaman oldukları gibi. Annen ile katıldığımız bir terapi oturumunda bir yöntem bulduğumu, bunun benim için işe yaradığını ve onu değiştirme arzum da cesaretim de olmadığını söyledim. Terapist gülümsedi ve ben çok yalnız biri olduğuma göre yöntemimin işe yaramadığını ileri sürdü. Peki ama yalnızlık bana kendimi iyi hissettiriyorsa, diye sordum. Yalnızlık asla iyi değildir, dedi.

Bence yanılıyor, fakat böyle düşünmemin nedeni hikâyemi, kendi gözümde olduğum kişiyi tehdit etmesidir belki; sonuçta yağmur demeden kar demeden, her sabah üzüntü içinde uyanmak anlamına gelse bile, sürekli suçluluk ve utanç duyguları altında ezilsem bile o hikâyeye inandım çünkü her şeye rağmen işe yarıyor, okyanus derinliklerinin karanlığında yan yan giden yengecin kabuğunun onun işine yaraması gibi veya itaatin köpeğin işine yaraması gibi, evet, itaat de bir biçim, köpeğin kendisini bırakabileceği sabit bir şey.

Kimliğimin hikâyesi, bu yengeç benzeri kabuk, sorgulamadığım bu inançlar dizisi, edebiyatın tam karşıtı, çünkü ben kendim için, kendi hayatımda özgürlük istemezken, ergenlik yıllarımdan beri bu arzuyu duymazken, edebiyatta özgürlük her şey demektir, onun özüdür, acımasızlık ve özgürlük bir madalyonun iki yüzü olduğu için acımasızlığın edebiyatın merkezi ve gerekçesi olduğunu yazdım. Edebiyatta özün yalın öyküsü gerçekliğin karmaşası ile yüz yüze gelir ve bu karşılaşma romanın temel yapılarından biridir, Don Quijote ve Emma Bovary’nin edebî çıkış noktasına sahip romantik öz imgeleri ile içlerinde bulundukları gerçekliğin karşılaşması böyledir. 

 

Fotoğraf: Katherine Anne Rose