Sevgi Soysal, Türkiye’nin toplum ve insan ilişkilerini pek saklanacak yer bırakmadan mercek altına alır...
15 Ağustos 2016 15:40
Sevgi Soysal, 12 Mart askeri darbesinin ardından tutuklanıp iki kez kaldığı Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndaki anılarını anlattığı aynı adlı kitabının başında şöyle der: “12 Mart’ın gelip de kazma kürek yerine insan yakmaya başladığı dönemde insan yakmanın –tutuklamakla insanlar ne kadar yakılabilirse- türlü yolları vardı. Bunlardan ilki ve en bilineni radyo ve televizyonda bangır bangır tutuklama listeleri yayınlamaktı. Bu listeler çoğu zaman şaşar, çoktan gözaltına alınmış kişinin adı kaçakmış gibi yayınlanır durur, gözaltına alınanın yakınları da, ‘Eyvah kaçmış, ya şimdi vurulursa’, diye tasalanırdı. Bir de gizli operasyon listeleri vardı. Bu listeler MİT’te, merkez komutanlıklarında, kontrgerilla örgütünde bulunur ve ortama göre uygulamaya konurdu. Sıkıyönetim mi uzatılacak, hemen bir operasyon emri çıkar ve belli listelerdeki, belli adlar toplanıverirdi. Operasyonuna göre münasip bir sıkıyönetim bildirisi de yazılıverirdi artık.” (s. 17)
Soysal’ın 12 Mart sonrası Adana sürgününden izler taşıyan Şafak romanı ise bir baskınla açılır: “Gecekondu asıllı evin kapısı, dışardan hoyratça vurulan tekmeyle açılıverdi. Basmadan yastıklar ve örtüyle divana benzetilmiş kerevetin ucuna ilişmiş olan Oya, gecenin başından beri sürüp giden tedirginliğine bir neden buldu. Ne Hüseyin, ne Mustafa, ne ev sahibi Maraşlı Ali, ne ötekiler, ne de daha az önce konuklarının önüne yemek sinisi sürmüş olan Gülşah var sanki; sanki Oya, aslında iğreti bir konuğu olduğu ev içinin tek kişisi; kapının tekmeyle açılıvermesiyle, gece boyunca dışarıya açmayı beceremediği kendi kapıları da kapanıverdiler. Tekmeyle açılan tahta kapı, içeri dolan sivil polisler, basılan ev, ev halkı, kendisini merkez yapmaya alışmış bir ‘ben’in çevresinde döne döne uzaklaştılar.” (s. 18)
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nda bahsi geçen tutuklamalarla yakmaların bir örneğiyle açılır Şafak. Daha önce tutuklanmış ve serbest bırakılmış Mustafa ile tutuklanmış ve sürgüne gönderilmiş Oya’nın yeniden tutuklandığı bu sahnenin ardından her ikisinin yaşamlarının o anına kadar olanlar zaman zaman geri dönüşlerle zaman zaman da o anda odaklanılarak anlatılır. Nitekim Şafak dikkatle okunduğunda Sevgi Soysal’ın diğer eserlerinde olduğu gibi anlatıcı sesi ile yazar sesinin, yazar sesi ile kahraman sesinin birbirine karıştığı görülecektir. Örneğin baskın sahnesinin ardından Oya’nın düşüncelerinin anlatımında bu çok net bir şekilde görülebilir: “Son yıllarda çok sık olduğu gibi, gerçeğin çirkin yüzü yeniden şaşırtıyor Oya’yı. Aslında gerçeğin çirkin ya da güzel olmasından değil bu, gerçeğe böyle sıfatlar verilemeyeceğini biliyor. Sadece, daha çok güzelliğe alıştırılmış, daha doğrusu tuhaf bir güzellik anlayışı içinde yetiştirilmiş bir insanın, çirkinli-güzelli bir bütünde bile, tek gözünü kapayarak güzeli ayırmaya kalkışmaktan kurtulamayışı. Ya da güzel, şık bulduğu şeyler için her türlü atılganlıktan çekinmeyen, cesareti güzel bulduğu için cesur olan, ama çirkinliğe, gereğinde çirkin olmaya, gerçeğin çirkin de olabilecek yüzünü karşılamaya hiç mi hiç cesareti olmayan kişiliğinin temeldeki korkaklığı onu şaşırtan. Geçtiği bunca deneyden sonra bile, kapının beklenmedik anda açılıvermesi karşısında duyduğu ürküntüyü sonra böyle açıklayacak Oya.
Böyle ince ince zırvalamanın ânı değil aslında. (vurgu benim) Ansızın basılıverdi ev, şimdilerde Adana’a basılan bir yığın ev gibi.” (s. 18-19)
Burada yukarıda koyu harflerle gösterdiğim kısımda anlatıcının sesi ile kahramanın sesi birleşir. Sevgi Soysal’ın bir tecrübeyi aktarmak için çokça kullandığı bu anlatım tarzının bütün edebiyatına sızdığı görülür. Şafak’ta bu durum ayrıca önemlidir. Çünkü hem 12 Mart’taki tutuklanması hem de Adana sürgününde yaşadıklarını edebî bir metin halinde okura sunmaktadır. Darbe ve yaşattıklarının mizahla yoğrulduğu Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun aksine Şafak’ta korkan ama buna rağmen bir mücadele yolu bulmaya çalışan Mustafa ve Oya vardır. Mustafa’nın bir erkek olarak zafiyetleri, kendisini almaya gelen polisleri duyduğunda kapıya hamile karısını göndermesi; karısının ve kendisinin giderek sıradan, sıkıcı bir hayat yaşamaları; Oya’nın kendi dünyasından farklı bir dünya olan Adana’ya karşı hissettikleri, gördükleri ve bunları sürekli sorgulaması…
Şafak’ı önemli kılan unsurlardan biri budur. Darbe karşısında yaşananların devrimcilerin gözünden anlatılışında sadece bir mücadele yoktur; buna paralel bir şekilde bu mücadelenin içindeki yanlışlıklar, zayıflıklar ve kişiye has unsurlar da göz önüne serilir. “Sevgi Soysal’ın yapıtları, özellikle Şafak, erkekliğin çok güçlü bir metafora dönüştüğü 12 Mart romanları arasında ayrıksı bir romandır. Soysal, Şafak’ta sadece ‘devrim’ konusunda üretilen teoriler üzerine değil, kadın-erkek ilişkileri, evlilik, namus, sınıf çatışması, otorite, gücün orantısız kullanımı ve diğer pek çok konu üzerine eleştirilerini de bunları bayrak yapıp gözümüze sokmadan ama çok da sarsıcı bir şekilde dile getiriyor.” (Erkol, s. 104)
Sonrasında edebiyatımıza 12 Mart edebiyatı olarak geçecek bir dönemi ele alan romanlardan Şafak’ın bir diğer farkı işkenceyi anlatının merkezine koymamasıdır. Sadece bedensel bir eziyet değil, tüm hayata yayılan ve neredeyse çaresizliğe karşı koymanın her halini bulmaya çalışan hayatların tümünü kapsayan bir eziyete direnme halidir Şafak’ta anlatılan.
Soysal’ın edebiyatındaki bu direnmenin en güzel ifadelerinden biri Deniz Kandiyoti’ye aittir.
Son söz onun olsun: “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, 12 Mart darbesinin Türk edebiyatı üzerindeki yansımalarının en iyi örneklerinden biri olarak nitelendirilse de (Turan, 2009), kanımca yalnızca bir döneme veya belirli bir topluma mal edilecek bir yapıt olmanın çok ötesinde evrensel bir boyutu yakalamış bir eserdir. Sevgi Soysal, bu eseri ile insanın en baskıcı koşullar altında bile kendine saygısını, insani değerlerini ve psikolojik özerkliğini nasıl koruyabileceğinin bir el kılavuzunu yazmıştır âdeta.
Soysal, baskıcı otoritenin esas zaferinin karşısındakini içselleşmiş bir ezilme duygusu ve bir boyun eğme refleksiyle bırakmak olduğunu derinden sezerek masum gibi görünen hizaya girişlerin bile bedellerini çok iyi kavrayarak, rap rap yürüyen taburda ters adım atar. Ancak bu bilinç sadece hapishane duvarları içinde kalmaz, ‘dışarıdaki’ topluma da yansır. Sevgi Soysal, Türkiye’nin toplum ve insan ilişkilerini pek saklanacak yer bırakmadan mercek altına alır. Tutukluluk koşullarında büyük bir disiplin içinde günde sekizer sayfa yazarak Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanını kaleme almış olması bu açıdan hiç de şaşırtıcı değildir. Baskıcı zihniyeti besleyen konformizmlerin, küçüklüklerin, ufak hesapların, pısırıklıkların, cimriliklerin aslında alelade hayatlarda, ortalama ailelerde ve sıradan kişilerde nasıl filiz verip yeşerdiğini maharetle önümüze serer. Kendini düzen karşıtı diye tanımlayan akımlar da kendi otoriter dayatmalarını, sürüleştirme heveslerini ve bireyi hiçe sayma eğilimlerini sergileyince, yine karşılarında şaşmaz bir pusula gibi özgürlüğü ve bireye saygıyı seçen Sevgi Soysal’ı buluyorlar. Otoriter rejimlerin bir diğer büyük kaygısı ise, korkutucu olmaktan çıkıp gülünç duruma düşürülmeleri ve ezmeye çalıştıklarında iğrenmeyle karışık küçümseme duyguları yaratmalarıdır. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun mizahi üslubu ve her an, her durumun gülünç ve abes yanlarını yakalayabilmesi, yazı yazmanın başlı başına bir direniş aracı olduğunu gösteriyor ve bütün diktatörlüklerin hiç şaşmayan kitap yakma ve yasaklama meraklarını çok anlaşılır kılıyor. Bu eser, bir yandan yazar için yazı yazmanın verdiği geri durma ve akıl sağlığını muhafaza etme işlevini görürken, diğer yandan toplumsal eleştiri ve başkaldırma eylemlerini usta bir dille yerine getiriyor. Sevgi Soysal, Türkiye’de militarizmin ve egemen toplumsal cinsiyet rejiminin eleştirisinde hiç kuşkusuz bir öncü konumundadır.” (Kandiyoti 360-361)