Daha ilk kitabından itibaren (belki de en çok o kitapta) mevcut, kabul edilmiş öykü tanımına, tanımlarına uymayan, hatta ısrarla bunların dışına çıkmaya çabalayan bir yaklaşımı olmuştur Sevgi Soysal'ın...
20 Aralık 2018 14:00
Sevgi Soysal’ın öykülerinin özgünlüğünden konuşmaya öykülerde dikkati hemen çeken sınırların, kalıpların ötesine uzanma eğiliminden, başka bir deyişle özgürlük tutkusundan, sınırsızlık arayışından başlayabiliriz. Daha ilk kitabından itibaren (belki de en çok o kitapta) mevcut, kabul edilmiş öykü tanımına, tanımlarına uymayan, hatta ısrarla bunların dışına çıkmaya çabalayan bir yaklaşımı olmuştur Sevgi Soysal’ın. Adnan Binyazar’ın Tante Rosa’daki üslupla ilgili eleştirel saptama ve sorusuna yanıt verirken, “Savrukluktan, hatta kötü cümle yapmaktan korkmadan yazdım. Yazdığım hiçbir hikâyeyi sonradan düzeltmedim. Elbette yazarlıkta geçerli bir yol değil bu,[1]” demiştir. Ama Sevgi Soysal’ın hiçbir kitabında geçerli yolların yolcusu olduğu söylenemez. Özgünlüğü de buradan gelir zaten.
İlk kitabı Tutkulu Perçem’deki parçaların öykü sayılıp sayılmayacağı öteden beri tartışılmıştır. Veysel Öztürk, Değişim dergisinde bu kitabın yayımına dair duyurunun “Sevgi Nutku’nun Düz Yazıları Yakında Çıkıyor,” şeklinde yayımlandığını belirtiyor[2]. Atilla Özkırımlı da, uzun yıllar boyunca Sevgi Soysal hakkında yazılmış en ayrıntılı çalışma olarak görülen yazısında bu parçalara öykü denemeyeceğini belirttikten sonra, kitapta da bir türden söz edilmemesini kendi önermesinin haklılığının ispatı olarak zikretmiştir[3]. Bugünün öykü okurlarınınsa bu metinleri sorgusuz-sualsiz öykü saymaya yatkın olduğunu sanıyorum. Elli altı yıl az bir zaman değil. Bu zaman zarfında öykü türü de, tanımı da, öyküye ilişkin algı da çok değişti – en azından sınırları çok katı biçimde belirlenmiş öykü tanımlarından söz eden pek kalmadı.
Tutkulu Perçem’deki öykülerde sadece türün sınırları değildir ötesine geçilmek istenen, dil için de geçerlidir bu. Fiillerden türetilmiş isimlere bir düşkünlük dikkat çeker. “Yatmaklar, el değmemişlik kalırdı yanında.” “Oturmalarda duramazlığım olurdu yorgunluğum.” “Güve yeniği yaşamalardan utanmışlıktı.” Ya da sözdizimi alışageldiğimizin dışındadır çok zaman. “İşte böyleyken, böyleyken en çok giderdim.” “Hep oturup cigara içiyoruz yetersiz, konyak içiyoruz yetersiz, en asıl yetersiz biziz, yalnızlığımız en yetersiz – ya bozkır.” “Sonra güleç mavi gözlüydü, kısa sivri bir sakalı vardı ve.” İkinci Yeni şairlerinin söyleyişlerini, sözdizimlerini andırdığı hemen dikkatleri çekmiş olmalı rastgele seçtiğim bu örneklerin, muhtemelen yayımlandığı yıllarda da, bu parçaların öykü mü, mensur şiir mi olduğu sorusunu kışkırtan da en önce bu benzerlik olmuştur, ama “ve”yi cümlenin ortasına değil sonuna kondurmasını sadece bir şiirsellik arayışı sayamayız, bu gerçekten de hayli cüretkâr tutumdur. Üstelik tek bir öyküde karşımıza çıkmaz bu sondaki “ve”, kaldı ki bağlacın sonrasında sayılmamış başka şeyler olduğunun ifadesi gibi de durmaz, aksine sayılmış, sıralanmış iki şey (burada “mavi göz”le “sivri sakal”) arasından çıkıp cümlenin sonuna yürümüştür.
Sevgi Soysal’ın bu gibi söyleyişlerinde bir hareketlilik varmış gibi gelir bana, bir durağan olmama, olamama hâli. Bir duygu olarak bu hep vardır Tutkulu Perçem’deki parçalarda. Cümleler ilk anda söylediklerinin ötesine geçmeye eğilimlidirler sanki, onları anlamak, kavramak için çağrıştırdıklarına da muhtacız. Olmuş bitmiş cümleler değilmiş, oluş hâlindelermiş, “oluşum”ları tamamlanmamış gibidir.[4]Fiiller isimleşmekte; somut nesneler, durumlar küçük dokunuşlarla soyut ifadeler hâlini almaktadır, handiyse topluca dönüşmektedirler. Bazı sözcüklerse bulundukları cümlelerde iki yerde birden dururlar. Hem özne hem tümleç olarak okumak mümkündür onları. Aynı zamanda bir çoğalma hâli söz konusudur. Anlatılan deneyimin tekil olmadığı, yinelendiği, yinelenip durduğu, biraz da bu nedenle anlatılmaya değer bulunduğu, açıkça ifade edilmese bile, cümlelerin yapısından, söyleyişten az çok hissedilir.
Şöyle bir hava sezeriz bu öykülerde özetle: sanki yazar, “Ben bir şey anlatmak istiyorsam kelimeleri sizin kullandığınız gibi kullanmak zorunda değilim, cümleleri sizin kurduğunuz gibi kurmak zorunda değilim, beni, kafamdakini, içimdekini daha iyi ifade edeceğini düşündüğümde kelimeleri, cümleleri kurcalarım, eklerim, çıkarırım,” demektedir. Bir örnek: “Sonra içinde yemek pişmezmiş gibiliği güzel evime dönerdim.” “Yemek pişmezmiş gibiliği” dediğinde kastedilen içinde yemek pişmeyen bir ev değildir, ama her gün yemek pişen o bildik evlerden biri de değildir, bambaşka, özel bir evi işaret etmektedir, toplumun dayattığı kimi kuralların o ucundan da, bu ucundan da ihlal edildiği bir evdir demek burası. Güzelliği de buradan gelmektedir bu evin. Bu küçük örnekte Sevgi Soysal’ın dünyasına ve yazısına dair önemli bir ipucu saklı gibi görünüyor bana. Kural, kısıt tanımadığı için alışageldiklerimizden, bildiklerimizden farklı bir şeylerle sıklıkla karşı karşıya geliriz onun öykülerini okurken.
Sadece özgür olma isteği değildir ama bu kural, kısıt tanımazlık, kendini olduğu gibi kabul ettirme arzusu vardır elbette, ama başkalarını sarsma çabası da en az onun kadar öndedir. Bu sarsma çabasını da başkaları adına söz alma, onlara doğruyu, güzeli öğretme olarak görmemek gerekir, toplumun, toplulukların insanı kapsamaya, insanın da içinde bulunduğu toplumun, topluluğun şeklini almaya eğilimli olduğunu fark etmiştir, başkalarındaki karanlığın üzerine sineceğini, bulaşacağını sezmiştir. Kalabalıklar için şöyle der mesela: “Yalnızlığıma el kor – kor da yorgunluğunu katardı bana.” Bir anlamda onları sarsmak kendi varoluşunu gerçekleştirmektir aynı zamanda. En sonunda onlar kazanıyor, kendisi tutkularını perçemlerinden söküp atmak zorunda kalıyor olsa da.
“Her şey sensizlikti aslında. Sen dediklerim en sensizliklerimdi. Bozkır ama, bir bozkır sendi bana. Genişlikti, bitmezlikti, kopmuşluktu, ıraklıktı. Ölü evli, ölük insanlı kentten, güve yeniği yaşamalardan utanmışlıktı. Güneş batımında yalnızlığımı kentten alıp geri verendi.”
Sevgi Soysal’ın temel derdi burada açıkça görülüyor. Genişlik, bitmezlik, kopmuşluk. “Güve yeniği yaşamalardan” uzakta olmak. Kentteki hayatın solgun, tatsız hâli karşısında ya “sen” yani sevgili, aşk, olmalıdır yanında ya da yalnız olmalıdır. Oysa kent yalnızlığına bile el koymaktadır.
Kent hayatındaki bu solgunluk, bu darlık, bu “yaşamasızlık” hâlleri öykücülerin çoktandır odağındadır. Bunun hoş örneklerinden biri Soysal’dan on yıl kadar önce Sait Faik’in bir öyküsünde şöyle ifadesini bulmuştur: “Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbirinin içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlamaya, kandırmaya mı?”[5]Sevgi Soysal’ın öykülerindeki bakış açısı Sait Faik’inkini çokça andırır, en azından şunu rahatlıkla saptamak mümkündür; aşağı yukarı aynı şeylerden rahatsızdırlar. (Yeri gelmişken şunu da eklememek olmaz. Soysal’ın kimi zaman savruklaşan dilindeki özgür tınıda da Sait Faik’in öykü dilinden bir iz vardır sanki.) Bununla beraber Sevgi Soysal’ın öykülerinde dertlendiği meseleler Sait Faik’le ortak gibiyse de, bir noktada önemli bir fark vardır. Soysal’ın öykü kişileri, anlatıcıları kadınlardır, yukarıda sözünü ettiğim daralmaların, sıkılmaların esas olarak kadınlara has, onların yaşantılarından esinlendiği, onları anlattığı açıktır. Toplum belki herkesi bir biçimde daraltmaktadır, ufkunu kapatmakta, hareketini sınırlamaktadır ama bu durum kadınlar için daha yoğun, daha gündeliktir. Özgürlükleri için, yalnızlıklarını (bunu bireysellikleri olarak okumak da mümkün bence) edinmek ve korumak için kadınların katlanmaları ve aşmaları gerekenler daha çoktur, üzerlerindeki baskı, gündelik hayatlarında maruz kaldıkları saldırılar daha yoğundur.
Bu noktada Sevgi Soysal’ın öykülerinde özgün olan bir başka husus gündeme gelir. Soysal, evet, kent hayatının çoraklığından, baskılarından şikâyetçidir, ama bu rahatsızlıkların en önce yaşandığı ev içlerine de odaklanır. Evlerden, ev içlerinden bağımsız bir kent söz konusu değildir. En küçük birimde, ailede başlıyordur daralmalar, engellemeler. Bu yüzden “güve yeniği yaşamalar[dan]” dem vurur. Evler, ev içleri Sevgi Soysal’ın öykülerinde daha çok eşyalar üzerinden simgeleştirilir. Sadece eşya değil, “yaşamalar” da güvelerin saldırısı altındadır, üstelik evlerin, ev içlerinin bir saldırı silahı da bizzat eşyadır. “Herkesler, her şeylerini çok şeylere harcıyorlar, tutsak kılıyor bu şeyler onları, hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında,” demesi bundandır. Eşyanın insanı tutsak kılması, Marx’ın meta fetişizmi (şeyleşme) kuramının bir ifadesi değil midir? Burada eşya sadece nesneler değildir bilindiği üzere. Sahip olma tutkusudur, sahip oldukça tutsaklaşmadır, sahip olunan eşyanın, mülkiyetin insana statü, itibar sağlamasıdır, giderek her şeyin birer meta gibi alınır satılır hâle gelmesidir. Aşka, aile değerlerine varıncaya dek. İnsani olanların, özgürlüğün eşya uğruna feda edilmesidir.
“On Bir Ayın Birisinde Gidelim Güzel Gidelim” öyküsündeki adama kadın topraklarını satıp güneye gitmesini önerirken, “Güneyde toprak yoktur,” der, “Hep denizdir, göktür oraları, mavidir bir tek. İşte gidince oralara unutursun toprağın olduğunu, sattığını da ve,” der. Ne var ki adam satamaz toprağını. Öyküyü düpedüz bir şeyleştirme hikâyesi olmaktan çıkaransa sonudur.
“Adamın toprağını satmayacağını ama yine de her gün bu konuyu tartışacağını biliyordu.
Günlerini adama topraksız güneyleri, tozluksuz yaşamalar anlatarak geçireceğini biliyordu.”
Farklı bir dolayıma dikkat çeker burada Sevgi Soysal, özgürleşmek elindeyken özgürleşmemeyi yeğleyen yaşlı adamın sürekli olarak bu konuyla ilgilenmeyi sürdürecek olması, buna ihtiyaç duyması. Belki de özgürlük konusunda sohbet etmeyi özgürlüğün yerine ikame etmesi. İnsanların seçimlerini şöyledir ya da böyledir diye kategorize etmenin zorluğunu düşündürür bu pasaj; hayatın, insanın karmaşıklığını akla getirir. Üstelik öykü burada da bitmez, devamında adama güneye gitmesini öneren kadına döner anlatıcı. Öykü, kadının sıkılmalarıyla başlamıştır, ama yaşlı adamla sohbetlerinin ardından, “Artık kocaları, nenleri, bilmemneleri sıkılacaktı, BİLİYORDU,” cümlesiyle sona erer. Yaşlı adamla bu sohbet, günleri ona “tozluksuz yaşamalar anlatarak geçir[mek]”, kadına da yarayacaktır. Sıkılan kendisi olmayacaktır artık.
Bu öyküde mim koymak gereken iki saptama daha bulunur yaşlı adamla ilgili. Biri şu: “Gerçi tanrısını eskitmişti adam, ama din bilimi profesörlüğünü gereğince eskitmemişti.” Bir yerde de, kadının yaşlı adamı “ölümünden sonra bile iyi olmak isteyen bir adam” olarak gördüğünden söz edilir. Yukarıdaki özgürlük-tutsaklık bahsine dönebiliriz bu noktada. Vazgeçilemeyen şeyler insanın bağlarıdır, tutsaklığıdır. Bu, mal mülk olabildiği gibi itibar, paye, titr, unvan da olabilmektedir.
“Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz”deki şu cümleyi hatırlayabiliriz burada. Yukarıda bu öyküden bir alıntı yapmıştım: “Herkesler, her şeylerini çok şeylere harcıyorlar, tutsak kılıyor bu şeyler onları, hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında.” Ama bu cümlenin devamında bambaşka bir boyut kazanır öykü, ona şimdi değineceğim:
“Ama bak, gerçek tutsaklar biziz, soyuttan gelir bizimki, savaşılmaz.
En değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden, bilirsin.”
Bukağılarımız arasında “soyuttan gel[enlerin]” de olduğunun, fikirlerin, inançların vs bulunduğunun ifadesidir bu. Belki de bu yüzden öykü, “Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür – ya bozkır,” diye biter. Verdiğim örneklerde görüldüğü gibi Tutkulu Perçem’deki öykülerin başkişileri toplumla uyum içinde değildirler, toplum onları sınırlandırmakta, kısıtlamaktadır, bu nedenle öykülerin temel eleştirisi toplum geneline, toplumsal hayata hâkim değerleredir, ancak burada “en gerçek tutsaklar biziz” diyerek soyut şeylere duydukları kırılması zor bağ üzerinden toplumla uyum sorunu çeken aydınlara yönelik bir özeleştirinin de dile getirildiğinin ayrıca vurgulanması gerektiği kanısındayım. Bu noktada Sevgi Soysal’ın öykü kişisi uyumsuzların arasında da uyumsuzdur, demek çok yanlış olmasa gerektir.
Eşya bahsine dönersek: Barış Adlı Çocuk’ta açıkça bu bahsi konu ettiği öyküler vardır. “Mal Ayrılığı ve Şampanya Kovası” ile “Eskici” öykülerinde eşyanın, malın mülkün insan hayatındaki merkezî yeri sorunsallaştırılır. İlkinde boşanma öncesi ortak evlerindeki eşyayı paylaşan kadınla adam anlatılır. Yürümeyen, yürümemiş evliliği bitirme görevinin kadına düştüğü anlaşılır, adam başlarda gözü yaşlı bir hâlde olan bitene şaşmakta gibidir. Sevgi Soysal’ın en eğlenceli, en dalgacı ve dalga geçen öykülerinden biridir bu. “Erkekler, aptal kadın seyircilerin bolluğu yüzünden pek gelişemezler,” der mesela. Öyküde evlilik apartman/ bina metaforuyla ifade edilir ve başlarda eşya paylaşılırken gözleri yaşaran adam öykü ilerledikçe daha çok eşya ister hâle gelir. Gözyaşının şampanya köpüğü gibi uçucu, belki de aldatıcı olduğu sezdirilir. Ancak bu arada adamın gözü yaşlı pastoral saldırganlığı, “Ayrılmayı isteyen sensin. Ben ikimizin malı diyerek,” gibisinden sözlerle ifade edilir. Kadın tam bu noktada bir aydınlanma yaşar. Adamın tavır ve sözlerinin, özellikle eşya konusuna odaklanışının onun yıkmaya çalıştığı binayı yeniden yükselttiğini kavrar. Eşyadan vazgeçmeden binayı yere indirmek mümkün değildir.
“Adam eşyaların ortasında, dimdik, bunu hiçbir buldozer yıkamaz. Bu binanın önünden geçip gidivermeli, sokaklardan birine sapıvermeli.
Eşyalar, binalar, buldozerler, karşıda; daha güçlü bir kadından, iki kadından, bir erkekten her zaman daha güçlü; eşyalar.”
Kadın öyküde sayıp dökülen eşyadan sadece şampanya kovasını alıp başına geçirir ve nanik yapar. Kurtulmak istediği binayı yapmış ve tahkim etmiş her şeye. Bu gücü ancak eşyadan vazgeçtiğinde bulmuş olması önemlidir. “Eskici” öyküsündeyse evdeki eşyadan kurtulmanın zorluğu anlatılır. Bu öyküdeki kadın da evden eşya attıkça aydınlanır.
“Daha ufak bir yere taşınacağını, daha dar bir yerde yaşayacağını, daha ufak, daha dar yerlerde yaşayabilir olması gerektiğini, özgür olmanın önce sığmayı, ufalmayı, sığışmayı becerebilmekle başlayacağını düşündükçe bu tencere tava kalabalığı deli ediyordu onu.”
Öyküde eşya sahibi olmak için nelerin feda edildiğinden ayrıntılı olarak söz edilir, ama bu öyküyü de ilginç kılan başka bir noktaya odaklanmasıdır. Kadın bütün ev eşyasından vazgeçer de karyoladan vazgeçemez önce. “Güzelim dokunuşlar, hızlanan yürek atışları, bahar kokusuyla yüklü tat” olarak görmektedir karyolayı, nasıl ki öbür eşya “yükleri, fazlalıkları, can sıkıntıları[nı]” barındırıyorsa, o da bunları barındırıyordur. Peşinden “bir insanla bir karyola arasında bağlantı kur[manın]” saçmalığını, beyhudeliğini sezer ve ondan da vazgeçer. Karyola öbür eşyadan ayrı götürülür ve kadın eşlik eder onun atılmasına. Dönüşte vitrin önlerinde insanlar görür.
“[Eşyalar] adına yapılan sinsi toplama ve çıkarmalardan, ovuşturulan ellerden, yük beygirini ay başlarında boynuna takılan yem torbasından nasıl kurtarmalıydı? Kadınların vaktiyle güzel olan gözlerini camekânların bayağı zenginliklerini yansıtan cam yüzeylere dönüştüren bu eski, zorba kanunlar nasıl kaldırılmalıydı?”
Meta fetişizmini, şeyleşmeyi, emek sömürüsünün insanların ruhlarında neleri altüst ettiğini bu kadar güzel ifade eden başka bir edebî metin bulmak kolay değildir. Sevgi Soysal’ın eleştirellikle yetinmeyip –örtük biçimde de olsa– çözüm yolunu gösterdiği belki de tek öyküsüdür bu: Kadın camekânda kendi yüzünü gördüğünde, “Bir gün, çok yakın bir gün yıkılıp yeniden yapılacaklarını bilen gecekonduların, yeni yapılmış, daha yıllarca yıkılmayası çirkin apartmanların arasında duyduğu üstünlük duygusu[nun]” kendisi için artık daha anlaşılır bir şey olduğunu düşünür. Gecekondu-apartman karşıtlığı üzerinden bir çözüm ima etmesine rağmen bu öyküyü toplumcu-gerçekçi saymamak gerekir, Soysal’ın öykü kişisi geçiciliğin kof kalıcılıklara üstünlüğüne işaret etmektedir, yıkımdan yanadır, yeniden inşanın ancak yıkımla mümkün olduğunu vurguluyordur. Çözüm insanın kendisini alınır satılır bir şey olmaktan çıkarmasındadır, bu da ancak mevcuttaki hâlin yıkılmasıyla mümkündür ve hayırlı bir şeydir bu. Yıkım fikri Barış Adlı Çocuk’taki “Deli Tank ve Çocuk”ta da çıkar karşımıza. Bir dizi “deliren tank” bu öyküde, “binlerce yoksul çocuk eli ilk oyuncaklarına uzanana kadar” şehirleri ezerler, yakarlar. Bu yıkım tek bir çocuk ve tek bir tankla başlamıştır. Bir yılbaşı gününde. O gün tankın yıkıp geçtiklerini sayıp dökerken anlatıcının, “Sonra ben, sonra sen, sonra bizler, bizim gibiler. Sonra bizlerin çocukları,” diyerek aydınları da işin içine katması, keza yıkılan apartmanlardan, ev içlerinden, ev eşyasından uzun uzadıya söz etmesi, Sevgi Soysal’ın yukarıda değindiğim öyküleriyle hayli koşutluk içerisindedir.
Ev içleri ve yıkım bahsinde Tutkulu Perçem’de yer alan “Düşmanlığı Olan Bu Sevinçte” de hayli sıradışı bir öyküdür. Babanın evdeki baskıcı tutumları, kızını yemek yemeye zorladığı, “Yesene!” diye bağırdığı anda, “Bir yük, bir düğüm somut bir havlama şimdi, sofranın başında bir patlama, bir güç oradan tabağıma, ulaşan bir büyüme tabağıma, yemeğime bir çoğalma getiren, bir biçimlenme ağırlıkta, sofranın başında, başında,” şeklinde tanımlanır. [Vurgular eklenmiştir.] Bu kız çocuğu, babasının savaştan, uçaklardan, Hitler’den korktuğunu öğrendikten sonra savaş uçaklarının gelmesini beklemeye başlayacaktır. “Savaşlar bi ulaşsa bize, o zaman ne güzel olacak,” diyecektir. Burada savaşın yaratacağı yıkımı yeni bir “biçimlenme” için imkân olarak gördüğünü düşünmek mümkün kız çocuğunun. “Büyük çok büyük patlamalar bir benim olacak, yeni güzel biçimleri bir bana verecekler,” diye ummaktadır. Kara, kapkara bir mizahı vardır bu öykünün, okuru rahatsız etmenin göze alındığı bir karalık. Yeğlenmiş, seçilmiş bir tutumdur kuşkusuz, ev içlerindeki saklı, saklanmış, gizlenmiş, görünmezleştirilmiş ve olağanlaştırılmış “patlama”ların şiddetini okura bu şekilde duyurmak istediğini düşünebiliriz Sevgi Soysal’ın.
Barış Adlı Çocuk’ta yer alan hapishane öyküleri genel hatlarıyla Tutkulu Perçem’de ve Tante Rosa’da yer alan öykülerdeki çizginin uzağında, ötesindeymiş hissi yaratır, aslına bakarsanız, öyledir de. Nitekim Füsun Akatlı, bu öykülerin aynı kitapta yer alan öbür öykülerin düzeyinde olmadığının altını çizer[6], röportaj ya da anı gibidirler. Bunları saptadığı yazısında “güncelliğin büyüsü”nden dem vurur Akatlı. Ne ki bu öyküler yazıldığı dönemdeki güncel olayların, sıkıyönetimin, hapishanenin anlatıldığı metinler olmalarına rağmen aynı zamanda güncelliğin büyüsünü bozan metinlerdir. Örneğin devrimciler doğrudan olumlu tipler olarak çizilmemişlerdir, yoksullar da yoksul oldukları için yekten olumlanmazlar. Güncelliğin büyüsü o dönemde bunları gerektiriyordur oysa. Daha önemlisi, az bulunur durulukta bir bakışa rastlarız “Bir Görüş Günü”nde. Hapishaneye düşmüş yoksul, köylü kadınlar için içeride tanıdıkları devrimciler (bu kadınların verdiği adla “talebeler”) “başkaldırmış da olsalar […] hükümetin bir parçası, bir uzantısı[dır]lar. Şöyle ya da böyle bir bulaşmışlıkları var[dır] hükümetle. Savcı gibi. Cezaevi Müdürü gibi, gardiyan gibi. Başka, az maz, karşı marşı, hükümet[tir] onlar da.” Devrimcilerin, toplumun en alt kesimlerindeki insanlar tarafından karşı oldukları devletle aynı yerde görülebildiğini, toplumsal yapı, sınıflar gibi konularda öteden beri bildikleri, inandıkları, uğruna ölüme varan cefaları göze aldıkları ayrımları kesen başka şeyler olabileceğini, hiç değilse okumuş, yazmış insanlar oldukları için imtiyazlı addedilebileceklerini, bu nedenle de kolayca kendilerinden sayamayacaklarını hesaba katmak 70’lerde hiç kolay olmasa gerekti. Kanımca bu yöndeki saptama, “güncelliğin büyüsü” ifadesinden ziyade, sadece güncelliğin değil çok daha geniş zamanların büyübozumu nitelemesini hak ediyor.
Kitaptaki dört öyküde hapishane anlatılır, devrimcilerin birbirlerine eleştirileri ve özeleştirileri gibi güncel meselelere, hapishane koşullarına vs değinilir; ama bütün bunlardan önce üzerinde durulması gereken başka bir nokta var. Öykülerdeki kadınların hemen hepsi (talebe, adi tutuklu, gardiyan, varlıklı bir tutuklu yakını ya da özenti bir hippi) iç dünyalarının karanlık yanlarıyla da çıkarlar karşımıza, bunların altı çok çizilmez üstelik, küçük ayrıntılarda, bakışlarda, sözlerde sezeriz çok zaman onlardaki haseti, hıncı, küçük hesapları, arzu ve tutkuları. Dolayısıyla kadınlar koğuşundaki gündelik hayat ya da devrimcilerin hapishanede neler yaptıklarına, neler tartıştıklarına dair röportajımsı öyküler değillerdir. İçerdiği güncel kimi konulardaki eleştiriler nedeniyle tartışılmasının çok yetersiz kalacağı açıktır. Bu öyküler, güncel bir tema ele alınırken ya da toplumsal durumlar, sorunlar öyküleştirilirken esas olarak öykü kişilerinin iç dünyalarına odaklanmak gerektiği konusunda öncü ve özgün metinlerdir.
Son olarak, Sevgi Soysal’ın öykülerindeki özgünlük bahsinde Tante Rosa’ya ayrı bir paragraf ayırmak gerekir. Kendi başına çok özgün bir yapıttır, öyle ki yayımlandığında yerli bulunmamış, “tercüme gibi” eleştirileri almıştır. Kitabın özgün yanlarının başında kahramanının bir Alman kadın olması ve olayların Almanya’da geçmesi gelir. Gazete ve dergilerde yayımlanan, popüler, edebî bir türe ait olmaktan çok anekdotların aktarımından öteye geçmeyen öyküler dışında edebiyatımızda yabancı kahraman pek nadirdir. Bununla beraber, Tante Rosa’nın özgünlüğünden söz ettiğimizde esas vurgulanması gereken öykülerdeki ironik ton ve anlatıcının anlatma tarzıdır, tabii bu ikisi arasındaki ilişki de önemlidir. Anlatıcı dışarıdan, belli bir mesafeden anlatır Rosa’nın başına gelenleri, ancak anlatının doğallığı içerisinde tuhaf, ironik kavramsallaştırmalar yapar arada. “Moral dayağı” der mesela Rosa’nın babasından yediğine ya da annesinin ikinci evliliğini “firma değişikliği” olarak adlandırır. (Bu tanımlamada da, yukarıda sözünü ettiğim insani şeylerin, aşkın, evliliğin şeyleşmesine bir dokundurma olduğuna dikkat çekmek isterim.) Anlatıcı farklı imkânlardan aynı metnin içerisinde yararlanmakta bir beis görmez. Dış anlatıcı bazen birdenbire serbest dolaylı anlatıma geçerek Rosa’nın iç sesini yankılar: “Tante Rosa buzdolabını açtı. Bir kavanoz ekşi yoğurt buldu, batı batı denen uygarlık bu işte, buzdolaplı açlıklar var burda.” Ne bir tırnak, ne bir “dedi”, “içinden geçirdi” ya da “düşündü”. Bağımsız bir cümle bile değil, başlamış bir cümlenin devamı. Anlatıcı, öykülerde Rosa’nın düşüncelerine atıfta bulunduğunda bunları genellikle tırnak içine almıştır, ama arada böyle anlatımın taşıverdiği yerler var. Bu arada, bu yarım cümlede gene bir “eşya” vurgusu olduğunu, aç bir insan için bir eşyaya sahip olmakla olmamak ya da Doğu yahut Batı Almanya’da yaşamak arasında bir fark olmadığının vurgulandığını da gözden kaçırmamak gerekir.
Anlatıcı bir hayli serbest bırakmıştır Tante Rosa’da kendisini, keyfince anlatının geneldeki soğuk, mesafeli tonunu değiştiriverip sözü dolandırır, sündürür. Bu çok zaman Rosa’nın beynini “cümle yapmaktan alıkoyamıyor” olmasının sonucudur, bazen de anlatıcının içine başkaları kaçar.
Sizlerle Başbaşadergisinde diyordu ki, bir kadın diyordu bırakmış kocasını, yavrularını, hem de Katolik bir kadın, bir köyü bırakmış, o kadar saygılı kişilerin yaşadığı ve güneyin en saygılı papazının vaaz verdiği köyü, kilise kadını, o köyün kilisesi aforoz etmiş diyordu, aforoz etmiş yaaa, o kadınlar, sümüklü çocuklar, her pazar dayanılmaz şekilde erkekleşiveren kocaları hep bunu dinlemişler, […]”
Dergideki haber diliyle oradan okuduklarını birbirlerine aktaran kadınların, vaaz verirken bu habere değinen papazın ses tonları anlatıcının sesine karışmaktadır bu alıntıda. Bir sonraki paragraftaysa anlatıcının tonu ciddiyet kazanır gibidir, ama o ton da sabit kalmaz.
“Şimdi beklenen bir intihardır, bir uçurumdur, bir düşüştür. Şimdi beklenen bir kocakarının günah dolu bir hayatın sonunda sefilce can vermesidir. Yoksa şimdi beklenen günah çıkaramadan geberen bir günahkârın şen hayatı mıdır? Şimdi beklenen bir başarı, bir mutluluk mudur?
Hiçbir şey midir yoksa? Hiçbir şey midir?”
Başkalarının ses tonlarının, vurgularının, söyleyişlerinin işin içine karışması öykü diline taklitten kaynaklanan bir ironik tını eklemekle kalmaz, birbiriyle çelişen bu seslerin aynı cümledeki varlıkları Rosa’nın hayat hikâyesine farklı yerlerden, farklı referanslardan, değer yargılarından baktığımızda farklı sonuçlara ulaşacağımızı da duyurur. Dolayısıyla öykülerin temel meselesine biçim üzerinden, anlatının tonu, tonları üzerinden bir katkıda bulunur. Tante Rosa’nın yayımından belki on yıl, on beş yıl sonra yaygınlaşacak bir eğilimdir bu.
Bu yıl Tante Rosa’nın yayımlanmasının ellinci yılı. Aradan geçen yarım yüzyılda hiç eskimediği gönül rahatlığıyla söylenebilir. Öykülerdeki temel meseleler, toplumsal cinsiyet rolleri, ahlaki değer yargıları, toplumsal ikiyüzlülük gibi konularda pek bir şey değişmediği için eskimemiş değildir Tante Rosa, şaşırtıcı biçimde yayımlandığı zaman yadırganmışken asıl bugünün okurlarına yakın gelecek anlatım, ironi ve kurgusu nedeniyle böyledir. Ancak öncü ve özgün yapıtlara nasip olacak bir kaderdir bu – yazarının emeğinin, edebiyatının, “bitmezlik” ve “kopmuşluk”a düşkünlüğünün, adanmışlığının, özgünlüğünün ve özgürlüğünün bir sonucudur.