Yeryüzünü şiire getirmekle kalmamış, aslında şiirle yeryüzünü yeniden kurmuştur. Yazarak yaşamış biridir İlhan Berk, yazdıklarıyla yaşamıştır...
20 Aralık 2018 14:09
_Nesnelerin dili olsa sizin için ne söylemesini isterdiniz?
_Bütün nesnelerin ‘bizden birisi’ demelerini isterdim,
arkamdan ve hep bir ağızdan
Ben nesnelerin tabuluğuna bağlı kaldım.
( Şeyler Kitabı, s.15)
Bütün şairler sözcüklerden çıkar, sözcüklerle yürür. Kuşkusuz İlhan Berk de öyle. Ancak onun dil ve sözcüklerle kurduğu ilişki bıraktığı verimlerindeki aşkınlık ve içkinlik dalgalarıyla şiir dilinin sınırlarını aşındırmak, değiştirmek, sınır çizgilerini silmek için işlemiştir daha çok. Şiirinin belirli bir merkezden aşağılara doğru dikey bir düzlemde hareket etmeyişi, büyük ölçüde bununla ilgilidir. Derinliğe tercih ettiği şey yüzergezer, yatay seyreden bir yeryüzü okumasıdır. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyen Wittgenstein’ı okumuş ve etkilenmiştir ondan. Dilin sınırlarıyla oynamak ve o sınırları silmek, dünyanın sınırlarını değiştirmek ve bozmaktır. Yeryüzünün tanımlı, adlandırılmış tüm ŞEYleri için şiirini bir radikalliğin zeminine dönüştürmek olmuştur onun yazma arzusu: Dünya beni kullandığım ölçüde ilgilendiriyor ancak. Bunun dışında dünya yok sanki benim için. (…) bir gök, bir deniz parçası ilgimi çekmiyorsa, onu görmemeye, yok saymaya başlıyorum hemen. Baştan beri dünyayı yazılacak bir yer diye bilmemden kaynaklanıyor bu kuşkusuz. (El Yazılarına Vuruyor Güneş, s. 77)
Yeryüzünü şiire getirmekle kalmamış, aslında şiirle yeryüzünü yeniden kurmuştur. Yazarak yaşamış biridir Berk, yazdıklarıyla yaşamıştır. “Dil varlığın evidir” veciz sözünü ve Heidegger’in zaman’ını Şeyler Kitabı’nı okurken sık sık anımsarız. Dünyaya ve şeylere aracısız bakan bir gözdür o ve dediği gibi “gerçeklik öz ve varoluşun birliğidir”[1]onun için. Yeryüzünü ve şeyleri yeniden kendine özgü sınırsız bir mekân ve özel bir zaman algısının içinden yaratır ve yorumlarken şair personasını ve şiirin öznesini de yeniden kurar.
Yer ve gök arasında var olan her şeyi bilmek istemez yalnızca, tanrısal bir arzuyla onları kendi bakışıyla yeniden adlandırmak ve yeniden şey oluşa fırlatmak ister. Bu arzu, oluş sürecini imlemez, onunla çok ilgili değildir şair. O, şeyleri özleriyle birlikte varlık oluş hâlleri içinde kendi adlandırması, yorumlayışı ile yeniden yeryüzünden koparttığı yerlerine bırakır. Berk’in bir kent şairi olarak kentin topografyasını çıkaran bir haritacı, bir izsürücü gibi kentle ilişki kuran flanör tutumu bilinir. İstanbul Kitabı'ndan Galata ve Pera’ya dek bu kenti yürüyerek arşınlayan özne, yaşantısı ve şiiri değiştikçe yürüyüşçülükten vazgeçmez ama yürümeye başka anlamlar katar. Şair artık bir peygamber, bir bilge gibi yürüyüp geçer şeylerin arasından. Tanrısal bir bakışla ŞEYleri aşkınlaştırır kimi zaman. Kimi zaman şeylerin sınırlarını aşındırıp görünenin ötesindeki töze, cevhere ulaşmak ister. Bir tanrısal kibir olarak okuma yanlışlığına da bizi götürebilecek bu tutum aslında ve büyük ölçüde her şeyi çocuksu bir merakla ele geçirme ve bilme, bilerek kendi kılma arzusudur.
Dilindeki yalınlık ve sadelik ilksel olanla teması gözeten aracısız, çocuksu bilgeliğin edasından kaynaklanır büyük ölçüde. Adlandırılmayan yoktur ve yazılınca ancak adlandırılmış olur onun için şeyler. Şeylerle ilişki ise onda duyumlarla işler. Duyumlar sayesinde şiir bir deneyim alanına dönüşür. En çok görme duyusu işler onda, dünyanın tenine görerek dokunur diyebiliriz Berk için.
“Benim nesnelerle/şeylerle (özellikle de şeylerle) olan ilişkim daha çok garip bir ilişkidir. Daha önce de söyledim: Ben bir su bardağına, ölü bir yaprağa, beyaz bir tabaka kâğıda, bir kurşunkaleme, bir su sayacına (şimdi bir yılı aştı, su sayacı üstüne topladıklarım yazılmak için bekliyor, bekleyecektir; her şeyin bir saati vardır: şiirin saati ise en çok vardır) kâğıt, bardak, sayaç diye bakamam. Devinen, konuşan varlıklardır benim için. Özellikle de yazı araçlarıyla sapkın bir yaşamım vardır. Örnekse masamla, masamdaki bütün şeylerle nerdeyse konuşurum. [. . .] Şeylerin dünyasının ağırlığı altındayız her an, her yerde. Onlara bu yüzden bakarım, anlamaya çalışırım, aşkça bir ilişkiye de girerim. Bizi her yerde nesneler çağırıyor.” (Şeyler Atlası, s. 24.)
Peki nesneler bizi niçin çağırıyor? Yazılmak için değil, yeniden yazılmak içindir bu çağrı. İzlenimici ve dışavurumcu, yorumlayıcı bir hâl birlikte hareket eder bu şiirlerde. Nesnelerin adlandırılması ve onlarla kurulan ilişki, mistik alımlayışın sınırından uzaklaşır, onlarla birlikte tarihsel zamanın içinde, kendi varoluşunu da yeniden kuran diyalektik bir alışverişe dönüşür. “Ben varlığımı çevremi anlatmadan doğrulayamam. Yerleştiğim gidip gördüğüm yerler, yaşadığım bu dünya, onu ben var etmedikçe kendimi de var edemem.” (Kanatlı At, 45)
Berk’in şeylerle ve doğa ile ilişkisindeki fenomenolojik tutum yurtdışına çıktığı yıllarda keşfettiği Husserl’in düşüncelerinden kaynaklanır bir ölçüde. Ama Şeyler Kitabı’na gelindiğinde nesneler ve yeryüzüyle teması, kendini yeryüzünde konumlandırışı ve şeylerle kurduğu ilişkideki bakışaçsı değişmiştir. İlk zamanlardaki kendini merkezî bir yerde konumlandıran öznenin bakışı, burada başkadır. Dünyayı seyrederken Şeyler Kitabı’na gelindiğinde nesnelerin içinden geçen, akış ve hareket hâlindeki öznenin şeylere dokunup bakıp geçmesi söz konusudur artık. Şeyleri betimlemek yetmez ona, onları imgeye dönüştürürken onlara dair bir yırtma, soyma işine de girişir. Gördüğüyle yetinmez ve nesnenin gizine vakıf olmak, başka bir bilme biçiminin içinden onları kavramak ister. Her kavrayış yeryüzüne dair kuşatıcılığını genişletir. Şair içine aldığı bu nesneleri yeniden dünyaya gözleriyle bırakır ve onlarla birlikte sanki sonsuzluk yerine, ütopyabedene dönüşür. Her şeye yeniden bakan, her şeyi yeni’den gören bir adamın bakışı hâkimdir bu şiirlere.
Nesneler imgeler gibi şairlere verilmiştir.
Ama korku saçar nesneler!
Ben bunu hep yaşadım.
(Şeyler Kitabı, 20)
Şeyler Kitabı “BİR ŞEY OLANLARLA BİR ŞEY OLMAYANLAR “ arasında gezinir. Şiir olarak kurulmuş bir poetika kitabı gibidir. Şeyler arasında gezinen bakış, yakından uzağa onlara baktıkça, bakarak şiire gider. Nesnelerin özleriyle karşılaşmak şiiri yeniden yakalamak anıdır. Nesne ve bakış arasında çakımlar… Epifanik anlardan kurulu bir şiir. Sürekli bir aydınlıktan çok çakımlı bir alacakaranlık. Nesneler gizleriyle açıldıkça şiirleşirler. “Sözün silindiği, anlamı da saptamanın neredeyse olanaksız olduğu yerdedir şiir./ O yer hem de yok gibidir. Dil burada susmuştur çünkü./ Bir şey söylemiyordur./ Seziliyor, gibidir ancak.” (Şeyler Kitabı, s. 21) Nesnelere duyumla açılmak, dili dilin dışına çıkmak için kurmak, anlamı akıldan değil sezgi açıklığından yakalamak. Berk şiirinde anlam “seziliyor, gibidir ancak”. Şairin yaptığı nesnelerin varlık oluşlarını imgenin diline çevirmek, onları imgesel dönüşümlerle anlam evreninin alanına çıkarmaktan çok, dille ve dilden yeniden kurarak nesneliklerini yeryüzüne geri vermektir. Bir dil armağanı… Dilden bir yeryüzünü tüm şeyleriyle şiire armağan etmek istemiştir Berk.
“Şiiri her seferinde bozguna sokmayı” amaç edinmiş bir şair olarak –çocuklar gibi- bakar imgelere ve onları dille somutlar. Yeryüzü şeyleriyle bir sonsuzluk mekânıdır şair için. Peki zaman? Bu şiirler nasıl bir zamandan söylenmiştir? Donmuş bir andan mı, akışkanlığın hızlı-yavaş hâllerinden mi? Zaman mı akar, nesneler mi hareket hâlindedir? Hareketli nesneler hız ve akışkanlıkta mı anlamlarını ararlar? Mutlak hakikatin düzeninden mi görünürler, tarihsel zamanın diyalektiği ile kaostan yeniden mi kurulurlar? Şeyler Kitabı’ndaki özne kimdir? Gelecekçi, tasarlayan insan mıdır bu; insan oluşun, dünyaya atılmış, bırakılmış oluşun melankolik yazgısını ve yasını taşıyan mıdır?
Şeyler Kitabı’nda Berk varlığı “salt olmak” durumunda, sonsuz bir şimdinin içinde konumlandırır. Ondaki “şey”ler, oluş halindelikleriyle tanımlanmaz. Şair bir tek şiiri, yazma eylemini “kendindenliği” içinde, kendiliği içinde ve akışta, oluşta tasavvur eder ve böyle yaşar. O nedenle onun şeylere bakışı ve onları dile getirişiyle yazma süreci arasında tuhaf bir karşıtlık ve gerilim vardır. Bu karşıtlık birbirini yiyen, nötürleyen bir durum olmaktan çok, birbirinin yerine geçmeyi arzulayan akışkanlıklardır. Şiirlerdeki öznenin zamanı tarihseldir ama şeylerle kurduğu ilişki ve onları okuma, adlandırma hâli döngüsel, ilksel bir zamanın içindendir. Böylelikle de şiirdeki öznenin ben kurulumu tarihsel ve mitsel zaman algısının içinde salınır. “Her şey/ çok sessiz.// Dünyada zaman/ yok sanki.// Her yerde kendimi/ dolaşırken gördüm.” (Şeyler Kitabı, s. 28), “Dünyada/ bana benzeyen/ sularla konuşuyorum./ (Yukarısı bunu işitmiştir.)" (s. 29), “Suyu/ gördüm.// Su/ her yerde/su// Su/ allahın/yüzünü/görmüştür.” (s. 30)
Bir flanördür Berk. Bir yerde durması, kök salması imkânsız. Arayışın, yeniliğin, genç olmanın şairi. Ölümden hiç korkmayan bir yaşsız olarak son yıllarını aramızda ve hep yazarak geçirmesinin anlamı da şiirine dahildir. Dünya bir gezinti yeridir şair için ve tekrarsızdır. Dışarıyla temas bitmeyen bir yenilik ve yenilenme hâlinde anlamlarını şiirle hep bir yeninin içinden kurar. Dolayısıyla şair personası da her verimle kendini yeniler. “Birbirine benzeyen hiçbir şey yoktur.//Beni kendimden başka bir şey yapmaya çalışan/ bu dünyada./ Gene de benim./Bir başka ben:..” (Şeyler Kitabı, s. 93) Şeyler Kitabı’nı yazarken bir kent gezgini değildir artık, ama gezginliğini bambaşka bir biçimde sürdürür. Yazı onun gezinti yeridir. Yeryüzü ona o boş sayfada yeniden yazılmak için açılmıştır. Şeyleri yeniden adlandırır, onların arasından geçerken ve şeyleri sözcüklerle dile çağırırken onlardaki metafiziği görmeye ve anlamaya çalışır. “Başka bir dünyanın perdesini böyle kaldırabiliriz. Her şeyin bir iç bir dış dünyası vardır. Nesnelerin varlıkları da bu farklılıkta yatar: varoluş çok anlam içerir. Ağırlığını da böyle korur. (Birden anlıyorum işte şeylerinin tininin koyduğu ağırlığı!)” (Şeyler Kitabı, s. 62)
Şairin yaptığı şey yazarken özneliğini silmek pahasına yeryüzünü yeniden dilden yaratmaktır. Kendini bu bağlamda silmek, ben’ini dilin dışında bırakıp yarattığı mikrokozmosu oradan seyretmektir. Tanrı bakışı gibi değil, şeyler arasında bir şey olarak. İlhan Berk için yazmak yaşamaktır. Ve yazmaya bakmalardan, bakmalarla gelir. Çünkü bakmak şeyleri şimdiki zamanın sonsuzluğundan çekip almaktır: “Her şeye ben yalnızca bakıyorum./ Bakmak benim işim, yalnızca bakmak.” (Şeyler Kitabı, s. 93)