Kâmil Erdem: Her iktidar yıkılmak üzre ve için iktidar olduğunu içgüdüsel olarak bilir. Yine de yıkılmamayı dener, daha zalim olmayı da göze alır
22 Aralık 2016 14:00
Siftah Söyleşileri- I
Bu sayfada bundan böyle ilk kitabını yayımlayan veya uzun bir zamandır aynı yazın türü içinde yazarken yeni bir türe merhaba diyen ya da yeni bir dergi ile yazın dünyamıza seslenmek isteyen kimselerle çeşitli konuşmalar yapacağız. Bu sebeple konuşmaların üst başlığının adı: Siftah.
Siftah’ın siftahı ise Kâmil Erdem’den. 1945 doğumlu Kâmil Erdem ilk kitabı Şu Yağmur Bir Yağsa’yı geçtiğimiz aylarda yayımladı. İktidarı mesele edinen, üstelik her türlü iktidarın kötü olmadığına dair kuşkuları olan bir yazıyı öykülerine konu edinen, bunu yaparken Ece Ayhan’a da, Şeyh Galip’e de selam göndermeyi ihmal etmeyen, dile meftun bir yazar Kâmil Erdem. Söz onda, buyrunuz!
Nerden baksanız 1945 doğumlu bir yazarın 2016’da ilk kitabını yayımlaması ilginç. Beklemeyi bilmek mi denir buna, gecikmeyi denemek mi?
Ben de bilmiyordum işlerin böyle ciddiye bineceğini. Geçen yıl Tan Seçkisi dergilerine bakıyordum, şimdi de yazabilir miyim diye oturdum. Bu öyküler çıktı ortaya.
Öykülere tek tek gelmeden toplu bir bakışı yine sizin cümlenizle ifade edeceğim: Hayal gücü tarafından değiştirilmeyi ve de özellikle onarılmayı uman bir geçmiş var sanki…
Bu geçmiş, hepimizin geçmişi biraz. İşler olağan akışında yürümüyor ülkemizde ve bizim gibi ülkelerde. Ortadoğu özellikle, bir âlem. 101 peygamberin tamamı bu topraklarda zuhur etmiş, yine de kâr etmemiş. Kutadgu Bilig'den bu yana ak budun, kara buduna hüküm kurmuş da ne olmuş, kendi de huzur bulmamış. Kimse güvende değil bugün. Oysa onarılmak, hepimizin hakkı. Haklarımız için hiç olmazsa hayal gücünü besleyip, örgütleyip, büyütmek lazım sanki.
Bunu söylemeden geçemeyeceğim, “Yağmur,” son yılların yazılmış en güzel öyküsü bana kalırsa. Kitapta da öne çıkan öykülerden biri. Bunu belirleyen de dili.
Israrla gün boyu, öğleden sonra, ikindi, akşam ve gece beklenen yağmur, ancak anlatıcı uyuduktan sonra yağıyor. Yağmurun yağması yetmiyor, ona şahitlik de etmek lazım. Aksi takdirde sözü edilen, anlatıcının umduğu “değişim” de pek mümkün görünmüyor. Alıntı yapmaktan, yazar ve şairlere gönderme yapmaktan sakınmıyorsunuz, bu nedenle söyleyivereyim ben de söyleyeceğimi: Yağmurdan söz etmiyorsunuz, onu yağdırıyorsunuz.
Yine de umut var. Yazısını yayınlayacak. Her beklentinin serpintileri olur. Bunlardan umut yeşerir. Ama elden bu kadarı geliyor. Şimdilik. Sonuçta mücadelenin içinde olan herkesin başına gelen bir şey: örgütten dışlanmak! Yarım bir felaket yani.
Nihayetinde konusu “iktidar” olan bir yazı bu! Üstelik her türlü iktidarın kötü olduğuna dair kuşkuları olan bir yazı…
İktidar sorunu doğada da, insan doğasında da var. İnsan doğasında, ilaveten kötülük de var. Ama medeniyet ehli insanların icat ettikleri tahammül edilebilir iktidarlar var, ki buna epeydir demokrasi filan diye ad takmışız, işte ne demeli, bazı "iktidarlar" da hadi, "iyidir"!
“İktidar” meselesi “Komşu” öyküsünde de okuru itinayla rahatsız etmeye devam ediyor. Tek katlı evlerin artık yıkılıp yerine yüksek binaların yapıldığı zamanlara geliniyor. Mahalle ve özellikle ev içi sohbetlerde, kişiler de, bu kişilerin ettiği muhabbet de buna paralel bir değişim gösteriyor. Mekânın zamana ve dile müdahalesi gibi. Sözünü ettiğiniz kimseler alt orta sınıf ve muhafazakâr bir kesim. Ama asıl mesele şu galiba: Alt orta sınıfın yarattığı “ahlaki iktidar” ve onun değişimi ve kadınlara yansıması.
"Komşu," biraz karşı mahallenin meselelerine daldı. Benim Erzurum geçmişimden dolayı karşı mahalle ile aram iyidir. Geçende, İzdiham Dergisi, mealen, karşı taraf bizi duymuyor, sözümüzü etmiyor diye yakınıyordu. Haklılar. Onlar da (bak, ben de "onlar" dedim) kendi "iktidar"larını sorgularsa, ortak bir paydamız olabilir mi? Belki. Bilmiyorum. Olsun isterim. Edebiyatın büyüsü hepimize iyi gelir. Emek vermek lazım. Ayrıca kadınlara karşı "alt orta sınıf" da, üst akıl(?) da, gelen geçen herkes, gücünün yettiğince iktidarının olanaklarını kullanıyor. "Komşu" ile kadınların mücadelesini selamlamaya çalıştım. Ülkemizde kadınlar henüz örgütsüz ama ateşi söndürülememiş, umut veren uğraşlar veriyorlar, yasaları erteletebiliyorlar, az şey mi şu koşullarda?
Yarım kalmış bir hesabı görmek isteyen bir “bakkal”la devam edelim. “Etkin maddesi itaatkârlık ve boşvermişlik olan, her sabah üçer beşer tükettiğim bonbon iptilasından kurtulacağım” diyen, kendini azat etmek isteyen bir bakkal anlatıcı. Bakkaliyede Gregor Samsa ile karşılaşmak umutlandırdı bir okur olarak beni. Sanki ve hep, bir şeye başlamak isteğiyle başlayan ve başlama isteğiyle ilerleyen bir kimse… İstemek önemli geldi, bu sebeple umutlandım.
Şöyle: 80' sonrası herkes bir yere dağıtıldı. Ölümlerden hiç söz etmiyorum. Onları bazılarımız hep yaşattı, yaşatıyor içinde. Kalanlara ne oldu? Bir trafik kazasında, bir afette, çatışmada şu kadar ölü, şu kadar yaralı var denir. Ölenler, ölmüştür. Peki, yaralılar? Kolu, gözü, bedeni, ruhu yaralananlarla sonradan ilgilenilmez. Fikr-i takip olmaz bu hayat hengâmesinde. Bakkal şanslı. Uzun hapis yıllarından sonra travmayı ailenin yardımıyla atlatmış. Bazı şeyler kalmış ama kalan arıza onun meziyeti olmuş. Hele bir de umut vehmedince kendi kendine, aksatmadan tuttuğu raporları örgütten birilerinin gelip isteyeceği günü bekler olmuş. Bir devamı nasıl gelir, gelmeli öyküsü yani.
Anlatıcının “yazmaya çalıştığı, yazıyla ilgilendiği, yıllar önce not aldığı harita metod defterini yıllar sonra tekrar masasına koyduğu” ara ara geçiyor öykülerinizde. Bu sebeple, anlatıcı sesle yazarı bir edip şöyle sorayım: Öykülerinizde otobiyografik ögelerin varlığına ilişkin neler söylersiniz? Daha doğrusu kurmaca metinlerde otobiyografik ögelerin kullanılmasına, nasıl kullanılması gerektiğine ilişkin neler söylersiniz?
Otobiyografiden esinlenen kurmaca olursa, iyi olur öykülerde diye düşünüyorum. Bir insanın başından hayatın bütün halleri geçmez, değil mi? Baştan geçen hallerle, dışarda kalan halleri harmanlayıp, ekşi mayalı ekmeğin kabarmasını bekler gibi beklemek gerekiyor galiba. Öbür yaban halleri yazmak, bilinmedik mecralarda döktürmek için asistan tutmak, gugula sormak vb zahmetli(!) bir teknolojiye ihtiyaç vardır ki, fabrika ekmeğine her yerde rastlanıyor şimdilerde. Süpermarketlerde bile. "Kiracı" öyküsünde değinmeye çalıştım bu endüstriyel "edebiyata". Yürüyen bant üretimine.
“Kır” öyküsünü özellikle konuşmak isterim. “Eski tüfeklerin” hayatlarına vâkıf olduğunuz tüm metinlerinize sızmış, hatta süzülmüş, “her şubatta örgüt disiplini içinde açılan badem çiçekleri…” benzetmesini ustalıkla yapıyorsunuz mesela. “Kod isim” meselesine incelikle yaklaşmışsınız. “Kod isim”lerin oluşmasına sebep olan “iktidar” var yine. Köşeye sıkıştıran, ruhta sökükler açan iktidar. Ancak “yeni adıyla” toplantıda konuşmaya başlayan kişi hakiki sesinden uzaklaşıyor, çalışılmış ve de özenli bir sese, küçük de olsa bir iktidar sesine dönüşen sesiyle konuşmaya başlıyor.
Söylemek istediğim şu: “Köşeye sıkıştıran, ruhta sökükler açan iktidar”dan payına düşeni alan her kimse iktidar olunca benzer bir sıkıştırmayı ve söküğü açıyor. Bundan mustarip anlatıcı da öykünün finalinde “Bir kıra ulaşmalıyım, diye düşündüm evden çıkarken. Başakların aynı yöne yattığı bir kıra.”
“Elbette kırlardan kırlardan gelecekler…” diyen Turgut Uyar’ı anımsamamak elde değil.
Yine dönüp dolaşıp "iktidar" meselesine geliyoruz. Şimdi büyüğü küçüğü fark etmiyor bu iktidarların. Ama öte yandan örgütsüz de bir şey olmuyor. Feodal tarih geçmişimizden pek kopamadığımızdan mı nedir, eleştirel durmayı, aynı zamanda bir ağacın gönüllü gövdesi, dalı, yaprağı, aykırı budağı olmayı bilmiyoruz. Birbirimizi asıl yıkmak istediğimize karşı koruyup kollayamıyoruz ve işte o mutedil yapıyı tesis edemiyoruz. İktidara başkaldırmak için örgütlenenler, kendi aralarında bir iktidar hesaplaşması içine giriyor ve bölünüyorlar ve sonra onlar da bölünüyorlar. Her iktidar yıkılmak üzre ve için iktidar olduğunu içgüdüsel olarak bilir! Yine de yıkılmamayı dener, daha zalim olmayı da göze alır. Bu edebiyat dışı mevzulara pek değinilmedi sanırım bizim edebiyatta. Yine feodal, kol kırılır, yen içinde kalır anlayışından galiba. Doksanlı yıllarda birkaç romanımsı postmodern şeyler hatırlıyorum ama, onlar da kendini inkâr ve terk etmiş, karşıya geçmiş bir bakış açısından ele alınmıştı. Fazla can acıtmamaya özen gösteren küçük bir değinme "Kır". Turgut Uyar umutluydu. Yani bize umut vermişti hep. Ben de hâlâ umutluyum. Kırların temiz havası işte.
Gözlediğini, gözetiyormuş gibi göstermek iktidarın eski bir hilesi galiba. Siz de bu meseleye ironiyle yaklaşmışsınız “Kurum” öyküsünde.
Ohooo, iktidarda oyun biter mi? "Kurum" pekişiyor, artık yatak odalarımıza kadar dalıyor. Şimdi olsa taksicilerin gizlice tutup polise teslim ettiği ses kayıtları da dosyaya girmişti ve zavallı işsiz belki çoktan kodesi boylamıştı. İş bulmasa da, salındığına şükretsin. Ama o, her şeye rağmen dere boyuna gidiyor. Çölemerik'li ile türkü söylediği yere.
Kitapta öbür öykülere nazaran başka bir yerde duran “Dağ” öyküsü var bir de. İlk defa anlatıcının ergen hâllerine tanıklık ediyoruz. Anka’yı görürüm umuduyla yanı başındaki karlı dağa giden, kanadından bir tüy düşürürse Aysel’e götürmeyi uman anlatıcının ergen hâli. Oysa başka bir öyküde, devrime inanmışların yaptığı bir toplantıda Anka hikâyesi karşısında kendini Anka gibi gören ve coşan bir grup var.
Bizim lise yıllarımız. Ne çok çabalardık bir gıdımlık bilgi için. İnternet yok, televizyon yok. Doğru düzgün kitap yok, çeviri şu, bu, çok kıt. Öğretmenlerimiz iyi niyetli ama eski. Herkes herkesle tartışıyor. Suhulet yılları. 61 Anayasa'sının getirdiği kısa özgürlük yılları. Sol filizleniyor. Nurcular çok faal ama örgüt disiplinleri gevşek. Nâzım'ı keşfetmenin heyecanı. Kuvayi Milliye Destanı. Gerçekten de dağdan Anka indirme azmine sahiptik. Bunu mümkün addediyorduk. Ankara'da da tesadüfen 68 ortamında kendinizi Anka, Zaloğlu Rüstem, ya da başka bir menkıbenin kahramanı olarak görebilirdiniz. O zamanlar, bu ülkede yaşandı ve biz, o zamanların bir parçası olduk. Bunları daha çok yazmalıydı yazarlarımız diye düşünüyorum. Şiirde daha çok çaba gösterdik galiba.
Bir öykü toplamıyla çıktınız okur karşısına, öykücülerden çok şairleri selamlamışsınız. Bu bir güzellik elbette. Kitapta Ece Ayhan, Orhan Veli, Cemal Süreya, Şeyh Galip, Edip Cansever, Behçet Necatigil ve başka şairlerin isimleri, dizeleri, onlara yapılan göndermeler var. Şiirle ilişkinizi merak ettim doğrusu.
Her genç gibi şiirle başladık hayata. Yerel gazetelerde filan. Hatta Halkevi'nde Günel Altıntaş'ın jüri başkanı olduğu bir yarışmada, zamanımızın büyük şairi Mehmet Taner'den sonra, ikinci olmuştum. Ama şiir ayrı bir mücevher. Ya da şairlerdeki yürek çarpıntısının sürekliliğini herkes kaldıramaz. Ama onlarla hem-dem olmak, hem-dîl olmak, hem-hâl olmak da kaçınılmaz. Yazarken, ani bir aydınlanma oluyor. Bir dize, bir duruş, bir tarz. Anmadan geçemiyorum.
Ve bir önceki soruya paralel olarak şiirle öykünün ilişkisi nerede başlar, nerede kesişir? Çünkü Edip Cansever’le yapılan bir söyleşide “Sizin şiirinizde öykü var mıdır” diye sorduklarında şöyle demiş Cansever: “Sait Faik’in ‘Hişt Hişt’ öyküsünde ne kadar şiir varsa benim de şiirlerimde o kadar öykü var.”
Şiir sanat dallarının en kutsanmışı, en dışlanmışı. Şairler istisnasız cehennemlik. O yüzden öyküye de, romana da, heykele de bulaşmalı. Binaların alınlığına, pazarların şenliğine, yıldıza, parkaya. Anka'sız, ye'cüc me'cüc'süz, Şeyh Galib'siz öykü tatsız, diyet bisküvi gibi bir şey olur sanki.
Yazma alışkanlıklarınızı da merak ettim. Notos dergisinde sizinle yapılan söyleşide kullanılan fotoğrafınızda önünüzde dolu dolu bir defter var.
Evet, harita metod defterleri yok artık, çok şık tasarlanmış defterler çıkmış piyasaya. Onlardan hediye ettiler, ciltli filan, yazayım diye. Ama klasik, masanın üstünde açık durabilen lise defterlerini tercih ediyorum. Bir de tabletim var, çocuklar verdiler, olur olmaz yere taşıdığım, onda tek parmakla yazarken yavaşlıktan dolayı sanki bir sonraki sözcüğü düşünüp yerine koyabildiğim için, şimdilerde onda da yazıyorum. Çağ atlıyorum.
Geçmiş yazarları sıkı takip ettiğiniz çok net görülüyor yazdığınız öykülerde, şimdinin yazar ve şairleriyle aranız nasıl, imzasını izlediğiniz kimseler var mı?
Genç ozanlarla, yazarlarla aram oldukça iyi sayılır. Kimseye dargınlığım küslüğüm yok. Elimden geldiğince izliyorum. Nedense öykü yazanlar çoğaldı sanki. Öykünün daha kolay olduğunu mu düşünüyorlar, bilmiyorum. Epeyce de dergi çıkıyor. Yazarken kolayına kaçanlara da sık rastlanıyor, dil kaygısı gütmeyenlere. Dil, ülke gidişatına uyarak yazında da lümpenleşiyor. Bir de sanki metinler bir ekrandan geçiyor, ne bileyim herkesin bir acelesi var: acaba ardından ne gelecek? Kimi kitaplarla, yazarlarla tanışmamız olurdu eskiden, hâlâ oluyor, heyecan duyarız, şunun şurasında aklı başında birine rastlamışız. Görüp bakıp geçmek olmaz, durup tanışıp, bir yerde oturup, iki kelam edip, birbirimizin hâllerine vâkıf olmak lazım gelir diye düşünürüm. Var böyle gençler, kütüphanede kitaplarını Vüs'at O. Bener'in, Ayhan Bozfırat'ın yanına koyduğum ki, zaten kalabalığın arasında fark ediliyorlar.
Bunca bekleyiş bir kitapla sınırlı olmasa gerek, söyleyecek sözünüz, yazacağınız yeni kitaplar vardır umarım. Bir okur olarak benim sizden beklentim var en azından.
Yani ben de öyle umuyorum. Artık geç de olsa yazmak gerek. Ne yazabilirsem.