Ömer Erdem: Şiirin politikliği, güncele, döneme, şahsa ve olaylara doğrudan bağlanamaz. Yüksek, sade soyutlamalar eşliğinde yürüttüğü varoluşuyla, mevcut, siyasal, kültürel ve toplumsal alana da nefes aldırır
"Azap, yazılmadığı zaman eksik kalacak ve insanın üzerinde bir utanç ve yüz kızarması olduğu kadar, dile gelmediği takdirde varlığı anlaşılmayacak olan büyük insan geçişinin yazıklanışına cüret ediyor” diyor Ömer Erdem yeni şiir kitabı için. Bu cüret, içsel bir duyuşla harekete geçiriyor şairi. Köklere uzanıyor Erdem, günü aşındırıyor, geleceğe değil belki ama hayale açılan kapıları zorluyor. Üstelik tüm bunları yaparken kuşatıldığımız atmosferden de ses veriyor. “Şiir hep umulmadık yerlerde ve umulmadık yaşlarda karşınıza çıkar” dediği gibi Ömer Erdem’in, Azap’taki şiirlerin sesleri de öyle yakalıyor okuyanını; umulmadık anlarda. Ömer Erdem’le yeni şiir kitabını konuşurken şiirin kendisi ve yazıldığı dünya da sızdı içine...
Bir söyleşinizde, “Şair siyasal, kültürel ve toplumsal sorumluluktan yola çıkarak şiir yazmaz” demişsiniz... Bugün hâlâ geçerli mi bu söylediğiniz, siz ve şiiriniz adına? Çünkü Azap özelinden yola çıkarak slogan atmayan siyasî bir damarın kabardığını söylemek mümkün (mü)?
Bu konuyu daha da açmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim. Şairi bir misyon adamı, bir tema kazıcısı ve cephe görevlisi gibi takdim eden anlayışları çok gördük ve ne yazık ki görmeye devam ediyoruz. Siyasal, kültürel ve toplumsal alanın iktidarını elinde tutanlar, bu iktidarın bir efekti olması bakımından, şaire de böylesi bir rol dayatıyor. İstiyorlar ki şair nerede siyasal bir akım var onun hizasına gelsin. Nerede toplumsal bir konu var onun şiirini yazsın. Şairin şirinde siyasal, kültürel ve toplumsal kat /katmanların doğal olarak bulunması ile onun kendi ontolojisi dışında başka itkiler ile şiire koyulması tamamen farklı konular. Şiir özünde en üst seviyede politik bir olgudur. Onun politikliği, güncele, döneme, şahsa ve olaylara doğrudan bağlanamaz. Yüksek, sade soyutlamalar, ileri akıl edişler eşliğinde yürüttüğü varoluşuyla, mevcut, siyasal, kültürel ve toplumsal alana da nefes aldırır, doğrudan böyle bir amaç taşımasa bile dolaylı yoldan böylesi ışık olur. O yüzden, benim söylediğim, şairi marjinal, dar ve minör alana sıkıştırma çağrısı değil, tam da iktidar olanın basıncı ve etkisinden çıkarıp kendi doğasına ricat edişinin ifadesidir.
Bu bağlamda, Azap’ta tespit ettiğiniz kabarmalar bu türden bir karaktere sahiptirler. İlk okuyuşta, bir zaman ve zemine denk düşüyor, kimi durumları karşılıyor, kötüyü ve kötülüğü aydınlatıyor olabilirler. Ancak uzun erekte, talip olduğu ve başarmak istediği temel mesele, olgusal olanın mutlaklığıdır. Olgusal olan, zaman, şartlar, yer değişse bile değişmeyen temel insan ve hayat hâlleridir. Bunu da estetik katta kalan şiirler taşıyabilir.
Öte yandan kültürel motiflere karşı duyulan hassasiyet de dikkat çekiyor... Kökeni hatırlamak, bilmek ne katıyor size ve şiirinize?
Şirinin bilgisi özünde duyuşa dayanır ve duyuş her zaman çok katmanlıdır. Sesler, renkler, şekiller ve onların zaman içinde kristalize olmuş hâlleri şiirin özel alanında durmaksızın hareket eder. Kültürel motifler, arketip olarak yaşamın enerjisiyle hep güncellenmeyi bekler. Çünkü zamandaki süreklilik ancak bu bir tür yeniden yaratışla gerçekleşir. Arkeolojik olanla kültürel olanın eşiği, kültürel olanın hep yaşamaya imkân vermesinde kilitlenir. Benim kültüre karşı duyduğum hassasiyet onu bir veri, envanter değil, yaşama dokusu olarak algılayışımın sonucudur. Zaten yaşamak dediğimiz hadise kültür dediğimiz pratikle buluşmadığı zaman tekdüze, durmaksızın kendisini tekrar eden boş bir döngüye bürünür. Bir şiirin daha duyuş katında kültür ile hemhâl olması, bunu motif olmaktan çıkarıp yaşar, canlı bir varlığa dönüştürmesi, şairin duyuşunu geçmişten değil, bugünden aldığının da göstergesidir. Geçmişe atıf yapmakla, geçmişi bugünün dilinden yoklayarak uyandırmak, hatta artık onun geçmiş olduğunu bile unutturmak gerekir. Bir gözyaşının bile damladığı anda geçmişi olabiliyorsa aslında, geçmiş sayısal olarak izafidir ve şiir mesafeyi ortadan kaldırıp yaşamanın berraklığına dâhil olmamızı sağlar. Zaman ileri doğru değil, geri doğru ölçülür.
Ben literatür olandan hep imtina etmişimdir. Kökeni hatırlayışım, bilişim, bir envanter tutumu değil, zaten her an şiire dönüşmeye teşne kelimenin çağrışım ve yoklama potansiyeline karşı tetikte duruyor oluşumun ifadesidir. Bunu özellikle vurguluyorum. Şiir, kültürün yaşamasını da getirir bize.
Aynı şekilde coğrafyanın dayattığı kaderin türkülerini de duyar gibiyiz bu şiirlerde. Halk şiiri motiflerine ses ve biçim olarak da yaklaştığınız mısralar, şiirler var kitapta. Şiirinizin sesini bulmasında ne denli etkili bunlar?
Öteden, ilkgençliğimden beri, Türkçe yazılmış şiiri bir ırmağa ve onun büyük akışına benzetirim. Dil sürekli bir oluşum ve değişim hâlindedir ve bunu hayatın akışına borçludur. Türklerin gelip geçtiği coğrafyalar elbette onun mizacına etki etmiştir. Dahası Türkçe, gittiği coğrafyaların karakterini değiştirmiştir. Bir yerde durur ve oradaki iklimi hissederiz. O iklim orada yaşayanların zihniyet dünyalarının oluşumuna da yön verir. Hele bizim coğrafyalarımız, çünkü Türkçe çok coğrafyadan kaynayıp gelir, hiçbir devirde sabit ve sakin değildir. Sürekli gerilim, çatışma, yan kültürlerin basıncı, nüfus hareketleri, kültür ve medeniyet krizleri, kısacası bir şiiri şiir kılacak bütün sebepleri yaratıp durur. O nedenle, geçmiş şiirimiz çok farklı alanlara yayılır. Halk şiiri, divan şiiri, tasavvuf kaynaklı şiir yanında daha pek çok verim, bizim önümüze “bir kader” olarak da çıkar. Burada önemli olan onun karşısında bocalayıp yılgınlığa kapılamamaktır. Dışarıdan bakıldığında kaotik bulunabilir bu manzara. Gözü de korkutabilir. Ne var ki, şairin elinde bugünün bilgisi vardır ve buradan yapılacak hayat dalışlarıyla inciler çıkarılabilir.
Yaşamanın özü bazen bir türküde, bazen bir atasözünde, bazen de sıradan bir insanın öylesine kuruverdiği çarpıcı bir cümlede açığa çıkabilir. Ben uyanık durmanın ve bu uyanıklığı bugünün diline dökmenin derdindeyim. Şiirimin coğrafyası en genel manâda günceldir ve hızı kadar gerçekliğini de buradan alır. Şiirin sesi, tek bir yerde ve yalınkat gerçekleşmez. Şairin duyuşunu çok yönlü açık tutması ve bu duyuşa malzeme olacak değerleri çabuk süzmesi önemlidir. Sanırım, benim duyuş açıklığım, bu çoğul yapının kurulmasının asıl sebebi.
Bu geleneksel motifleri moderniteye karan sesin kökeni neresi peki?
Bir kök kendi kendine modern olmaz. Şiirde kelimeler, öylesine bir ritimle dizilirler ve bu dizilişten öylesine yeni bir mantık doğar ki onun çekimine kapılmaktan kurtulamayız. Eski kültürden bir mısra aklıma geldi; “bal bal demekle ağzın bal olmaz.” Öyleyse bal derken tam olarak bal demen yeterlidir. Ağzında bir de bal aramanın âlemi yok. Ben geleneksel olanı bir basamak, çıkış yapmaktan yana değilim. Geleneksel olan zaten yaşadığın hayatın doğal bir süreği ise onun bir anlamı var. Yoksa uzun vadede şiirde yüke dönüşür geleneksel görüntüsü taşıyan. Bir de gelenek dediğimiz mesele çok tartışmaya açık. Çünkü bizim hayatımız ve konularımız bir yerde donup kalmıyor. Büyük bir devinim yaşıyoruz her alanda. Belki de bu yüksek devinim sebebiyle hemen yanımızda biz olarak akan bir kopuşsuzluk var. Başka türlü düşünmeye benim aklım elvermiyor.
Geleneksel olanın moderniteye çevrilmesini teknik bir restorasyon diye algılamak bana çok uzak. Şöyle söyleyebilirim, geleneğe göz kırpan bir modernlik varsa yazdıklarımda, bu kendiliğindendir. Özel bir yazım ve duyuş stratejisine bağlı değildir.
Şiiri nerede arayıp nerede buluyorsunuz? Beslendiğiniz durakları anlatmanızı isteyebilir miyim sizden?
Şiir hep umulmadık yerlerde ve umulmadık yaşlarda karşınıza çıkar. Bilemezsiniz ve bu bilememe hâli sizi sürekli diri tutar. Aslında şiir gözünüz, şiir algınız durmaksızın geride çalışmakta, kendisine, sesler, görüntüler, durumlar, anlar, açılar, ışıklar toplamaktadır. Hatta, bilmemenin yüksek bir gerilimi vardır. Elbette içten içe arzular, kafanızda bazı hesaplaşmalara girişirsiniz. Şair zihninin, kavramsal olarak çalışması ile şiirsel olarak çalışması farklıdır bence. Şiiri, onun estetik, kültürel ve diğer meselelerini düşünüp tartışırken daha çok kendinize, okuduklarınıza, birikimlerinize ve başkalarının görüşlerine ihtiyaç duyarsınız. Şiir ve onun yazımı söz konusu olduğunda kendinizin bile dermanı kesilebilir, çözüm üretemez hâle gelirisiniz. Bu yüzden, şiir yazma ânı, kişinin kendi sınırlarına en çok vardığı andır.
Ayrıca benim özel duraklarım, ritüellerim, meraklarım, kurallarım yok. Şiiri ben hayatın bütününe salmış olarak yaşarım. Benden önceki bütün şairleri tekrar tekrar okumalar, onların üzerine farklı bağlamda düşünüşler önemli benim için. Sinema, resim, müzik gibi diğer alanlar, edebiyatın bütün türleri bir okuma imkânı olarak hep elimin altındadır. Şiire hayat diye çalışmak diyebiliriz buna.
Kitabın adı Azap. Öylece konmuş bir isim değil; tıpkı Kireç, Pas gibi çarpan bir isim... Farklı çağrışımlara açık. Neyin azabı? Neden azap? Var oluş, yaradılış, yok oluş... Nedir?
Kitaba isim verdikten sonra, verilen bu ismi donuk bir kelime olmaktan çıkarıp canlı bir varlığa dönüştürmek için duygularımızı, düşüncelerimizi harekete geçiriyoruz. Bulduklarımız, vardığımız sonuçlar aslında o âna kadar belli bir anlam çerçevesinde donmuş kelimeye de yeniden hayat veriyor. Bu bağlamda, benim bulduğum isimler sanırım ilkin okuru şaşırtsa da uzun vadede yaşar oldu. Seçilen isimler bir bakıma kitabın karakterini de belirledi. Bundan memnunum. Azap söz konusu olduğunda, yine doğrudan bir anlam noktasına değil de mümkün anlam ve çağrışımlar alanına açılmak gerekiyor. Şair, bu yolu açmışsa gerisini arayıp bulmak, okura bir hak olarak kalmalı.
Hangi duygu bu şiirleri bir araya getiriyor, bunu da konuşabiliriz...
Sanırım kitaba giden düşünceyi kastediyorsunuz... Kitap fikrinin doğmasının da kolay olmadığını söyleyebilirim. Şiiri yazmakla onu bir süre sonra kitap olarak ortaya çıkarmak hem farklı süreçler hem de farklı gerekçeler taşıyor. Ben yazmadaki sürekliliği daha çok önemseyenlerdenim. Yazıyor olmak, şiirin zamansız sürekliliğinden kopmayışın göstergesi. Kitap ise daha çok yazar olmanın, bir bütünlükle okura, ortama, döneme açılmanın, müdâhil olmanın göstergesi. Şair, kendi izini zamanın ruhuyla birleştirmek ister. Dünyada var olmak bu izin ontolojik karşılığı çünkü.
Günün şiiri üzerine de konuşalım mı biraz? Nasıl bir duygu coğrafyasının şiiri yazılıyor bugün sizce?
Ben bugün Türkiye’de dünya ölçeğinde, hatta ondan ileride şiir yazıldığını görüyorum. Türkçe şiirin kapasitesi ve bunun hayat ile kurduğu esas ilişki çok canlı. Değişik türlerde, deneysel şiirden minör çalışmalara değin zengin bir verim kanunu işliyor. Dergiler, fanzinler canlı. Toplum da dönüp dolaşıp bir şekilde şiire ve şaire tutunuyor. Ne var ki, bu şiirin estetik kategoride nereye oturduğu, kültürel kimlikte neyin karşılığı olduğu konusunda belirsizlikler var. Eleştiri yok. Üniversite çokça geçmişle ilgileniyor. Birkaç eleştirmenin enerjisi daha dar alana sıkışıyor. Hayatımızın kaotik ritmi, temel toplum ve insanlık meselelerinin çözülememiş olması da şiiri besliyor. Şiir potansiyel bir akım olarak varlığını sürdürüyor.
Duygu denilen coğrafya da tam netlik sınırları içinde yansımasa bile şiirde, oldukça çoğul bir sese ve duyarlığa büründüğü gerçek. Şiirin, bir endüstri çağı ürünü olan roman karşısında kitlesel ilgi bakımından şansızlıkları var ama o varlığını değiştirecek durumda değil. Daha daha da kendisi olmak zorunda.
Nefes alan şiirler Azap’ta toplananlar. Geleneğe yaslandığı kadar günden de besleniyor. Bugün toplum olarak yaşadıklarımız nasıl etkiliyor şiirinizi peki?
Şair toplumun canlı bir parçası olduğu kadar içinde yaşattığı çoğul özne karakteri sebebiyle de sürekli bir toplayan durumundadır. Sünger gibi emer sürekli olup biteni. Çocuklar, kadınlar, savaşlar, toplum katmanlarına yayılan şiddet vs. Elbette bir sendikal örgütlenme değildir şairin yapılanışı. Fayda zarar ilişkisi olmadığı gibi yazılı veya sözlü kuralları yoktur. Kendisinden önceki birinci sınıf şairler, insan ve toplum karşısında şairin duracağı yeri, mesafeyi gösterirler ona. Bizde olduğu gibi toplumun bunca karmaşa içinde bulunması, dışarıdan bir umutsuzluk fikri doğursa bile aslında bir malzemedir de aynı zamanda. Aynı vapurda yolculuk eden, hatta aynı semtte oturan fakat birbirlerinden sosyolojik, eğitim, yaşam biçimi yönünden bu denli ayrılan insanlardan oluşan topluma bakarken, insanın açılarıyla karşılaşabilirisiniz. Elbette ben bir muhabir, bir fotoğrafçı gibi bakmıyorum olup bitenlere. Sebeplere ve o sebepler arkasına saklanmış insana bakıyorum. Bazen mizah duygum kabarıyor, bazen an içinde düşünce geliş gidişleri yaşıyorum. Bu az şey değil. Şairin duyargalarını açık tutması yeterli. Gelenek dediğiniz geçmiş birikimi de bütün bu toplum manzarası karşısında yazacağınız şiirin oluşmasında ipuçları, ışıltılar, hatta ses destekleri sunar size. Bende öyle olur.
Son soru: “Şiir yüksek cüret sanatıdır” demişsiniz. Azap neye cüret ediyor?
Şiirin yüksek cüret sanatı olması, onun verili olan hemen her şeye karşı durmasıdır ilkin. Yeri geldiğinde, kendisine bile karşı gelip onu aşmayan şiir yerinde sayacaktır. Hayatın düzeneği hemen her şey gibi insanı da vasatlaştırmak, üretim ve tüketimin bir parçasına dönüştürmek üzerine kurgulanır. Uyum derken, insanın kendisinden vazgeçmesini, çoğunlukla güçlülerin (her tür güçlünün) kurdukları meşru sisteme boyun eğmeyi kastederler. Karşıya geçmek isteyen, önünde akan suya girmeden ne suyun debisini ne de kendi gücünü anlayamayacağı gibi, yine karşıya geçmeden kendi durduğu yeri anlayamaz. Şiir bize başka hiçbir bilme yönteminin öğretemeyeceği şeyleri öğretir ve gösterir. Bu bağlamda cüreti, insan olmanın ve bir dile sahip bulunmanın sürekli atılım kapasitesi diye de yorumluyorum. Bu yorum yazılarak gün yüzüne çıkar. Kendisi de bir birey olan şair de ışır ilkin. Azap, tam da buna, o yazılmadığı zaman eksik kalacak ve insanın üzerinde bir utanç ve yüz kızarması olduğu kadar, dile gelmediği takdirde varlığı anlaşılmayacak olan büyük insan geçişinin yazıklanışına da cüret ediyor. Kitap ancak okunduktan sonra tam anlaşılabilecek bir mesele ayrıca bu.