Şiirde “Doğu” imgesellerine dair

"Doğu-Batı ikileşmesinin ötesinde, bu ikileşmeyle farklı derecelerde ilintili olarak kendi başına bir varlık nedeni ve var olma iradesi yaratmaya da çalışan şairler: Seyhan Erözçelik, Hüseyin Ferhad, Can H. Türker."

07 Nisan 2022 20:00

TRT2’de Ahmet Murat’ın sunduğu Edebiyat Söyleşileri adlı programların 139 no’lu olanında konuk şair felsefe hocası Can Habip Türker, kötülük ve acı problemlerine, şiirle felsefenin ilişkilerine, vd. odaklandığından söz ediyor.[1] Kendi gelişme sürecinde Türk mitolojisiyle ve “kadim Türkçe”yle ilgilendiğini, bu kaynaklardan esinlenen şiirler yazdığını anlatırken, kadim Türkçenin şairler katında bilinmediğinden ya da sevilmediğinden yakınarak bu durumu dilsel ve ideolojik nedenlere bağlıyor. Anlatısındaki tek olma vurgusu şaşırtıcı, çünkü böylece kadim Türkçeyi, diğer adıyla Köktürkçeyi (Göktürkçeyi, Uygurcayı) şiirsözüne katma işine Türker’den önce başlamış olan Seyhan Erözçelik ve Hüseyin Ferhad gibi önemli şairler atlanmış oluyor.

Gerçi herkesin kendi dar alanında bile diğer çalışmalardan yeterince haberdar olmakta zorlandığı bir çağdayız. Şu var ki Türker’in yolu, andığım şairlerle kesişmemiş değil: Kendisi yeniyazı dergisinin 9. sayısındaki Hüseyin Ferhad dosyasına bir söyleşi, bir de yazıyla katkıda bulunmuştu.[2] Seyhan Erözçelik ise, Türker’in programda da sözü edilen ilk kitabı Yenilgiler Balbalı’nın[3] editörü ve ikinci kitabı Dip’i[4] adadığı kişidir, ayrıca aralarında ‘var olmak ya da olmamak’ (teşekkürler Shakespeare) motifini içeren şiirler yazmak gibi başka ortak noktalar da bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda Türker’in Seyhan Erözçelik’le ilgili bir yazısının anıldığını da ekleyeyim.[5]

Programdaki konuşmalarında Türker’in tek olma duygusu yalnızca Köktürkçe meselesinde değil, şiirle felsefenin ilişkisi konusunda da ortaya çıkıyor. Başta Yücel Kayıran olmak üzere bu alanda yeri olan şairleri de atlıyor Türker.

Basiret bağlanması ya da program süresinin/tekniğin kısıtlılığı diye düşünülebilir tabii. Bir başka olasılık da Türker’in söz konusu alanlara yönelişinin özellikleri açısından kendisiyle diğer şairler arasında temel bir fark görmesi olabilir. Gerçekten de, gerek “Köktürkçeye yer açanlar” başlığı altında andığım şairlere, gerekse “Felsefe ile şiirin ilişkisi” başlığı altında düşünülebilecek şairlere daha genel bir poetik açıdan bakıldığında, ayrışan özellikler görülebiliyor. Bu yazıda ilk grubun üzerinde durmak istiyorum.

Can H. Türker

Can H. Türker, andığım programda, “Benim kültürel anlamda muhatap aldığım bir mesele vardı” diyerek, kısaca, “kadim Türkçe”ye yönelişindeki güçlü bir etkenin Avrupamerkezcilikle hesaplaşmak arzusu olduğunu belirtiyor. Bir başına alındığında hiç yersiz olmayan, en azından başta Hüseyin Ferhad olmak üzere başka şair ve düşünürlerde de bulunan güçlü bir arzu ve ilgi konusu.

Köktürkçeye başvurma fikrinin 20. yy. başlarından itibaren ufak ufak yer bulmaya başladıktan sonra, Cumhuriyet döneminde “Dil devrimi” adıyla bildiğimiz devlet politikası çerçevesinde uluslaşma ve Batılılaşma ile birlikte önem kazandığını biliyoruz. Köktürkçeyle o dönem kurulan ilişki, Arapça ve Farsça yerine Türkçenin kendi dilsel ve kültürel köklerine başvurmak ilkesine dayalı “özleşme hareketleri”nin yordamlarındandı. Halkın bu güncellenmiş Türkçeyi daha kolay anlayacağı, yeni alfabeyle birlikte Batılılaşmanın da kolaylaşacağı gibi fikirler destekleniyordu. Bu hareketler hemen tüm toplumsal alanlarda, evrensel içerimleri de olan çifte asimilasyon (Batılılaşma ve Türkleştirme) politikasının dayanaklarından biri olarak, inişli çıkışlı maceralarla 1980 darbesine kadar devam etti. Doğu-Batı problemini, demektir ki oryantalizmi her zaman yedeğinde taşıyan bir politikadır bu. Egemen yönelimin “Batı” olduğu dönemlerde “Doğu” imgeselleri perdelendi ya da gerilere itildi. Batılılaşmayı hedeflemek Doğulu yanlarımızın görmezden gelinmesini, bir biçimde silinmesini sağlamak anlamına gelmiş gibiydi. “Doğululaşmak” özlenen bir şey olmadı hiç. “Doğu bilimleri (şarkiyatçılık)” örtüsü altında işleyen zihniyeti yakından tanımamız, yani oryantalizm konusunda uyanmamız da ancak Edward Said gibi düşünürlerin sayesinde mümkün oldu.

Avrupamerkezcilik olgu olarak yeni değil, birkaç yüzyıldır dünyanın içine işlemiş, Marx dahil “herkes”i kapsama alanına almış bir zihniyet. Oryantalizm (“Doğu-Batı” adlı kuyu) onun ayrılmaz bir parçası, ve kapitalist emperyalizmin başlangıçları kadar eski. Olgunun bilince çıkarılıp adının “Avrupamerkezcilik” olarak konmasını ise Mısırlı düşünür Samir Amin’in aynı adı taşıyan 1988 tarihli çalışmasına borçluyuz. Başka bir deyişle olgu birkaç yüzyıldır mevcut, bilince çıkarılmaya başlanalı ise şunun şurasında henüz kırk yıl bile olmadı.

Avrupamerkez’in Doğuluları çoktur, bizim de çok. Batılılaşma yoluna girdiğimizde baktığımız yönlerden biri Köktürkçe olmuştu, şimdi şiirde Avrupamerkezciliğin karşısına dikilmek isteyenler olarak tutulan yollardan biri de Köktürkçe... Ancak, şiirde Köktürkçeye gelmeden önce başka hangi “Doğu” imgeselleri yer bulmuş, belleğimize bir göz atalım. Bu arada “şark” ve “garp” sözcüklerini de beraberimize alalım, geçmişe gideceğiz çünkü, önce Yahya Kemal’e.

Bu dev şair (1884-1958), çoktan ruha işlemiş Şark-Garp meselesini atlamış olsa şaşardık. İşte 1925’te bitirdiği ünlü “Açık Deniz” adlı şiirinin ortalarından iki dize:

Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamanı, gökyüzü kurşunla örtülü

Ama bu uzunca şiirin okullarda en çok öğretilen, hatırlanan ve üzerinde durulan kısmı, başlangıç dizeleridir:

Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı Byron’u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü’yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.

Şiir bu kısımdan ibaret olsa, Yahya Kemal için sürüsüne bereket saltanat düşkünü şairlerden biri diye düşünebilirdik, bütün teknik ustalığına rağmen. Aynı hamle içinde insan olmanın en derin gerilimini de şiirsöze dökebilmiş olduğu içindir ki, bugün bile kendisinden dev şair diye söz edebiliyoruz.

İlk alıntıda şiirin ortasından aldığım iki dizeden anlıyoruz ki, burada konuşan kişi Avrupa’nın en batı kıyılarından (“Garbin ucunda, son kıyıdan”) okyanusa bakarak konuşmakta, emperyal cedlerimizi hasretle terennüm etmektedir. Byron Britanya İmparatorluğu’nu yâd etmiştir, Yahya Kemal kendi cedlerimizi. Orada, Batı’nın en ucunda, emperyalin karşısında ancak emperyal olarak durabilmektedir. Ondaki imgesel böyle.

Seyhan Erözçelik, İlhan Berk (fotoğraf: Ahmet Güntan)

Nâzım ise (1901-1963) tam ters yönden, Doğu Halkları Kurultayı’nın ruhunu konuşturarak haykırmış: “Şarktan geliyorum!/ Şarkın isyanını haykıraraktan geliyorum!” Onun şiiri, Britanya İmparatorluğu’nun karşısında sömürge halklarının sesini yükseltiyor.

Nâzım’ın saygı duyduğu Mehmet Âkif (1873-1936), “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar” diye meydan okuyor. İki şiir de bir bakıma Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın imgeseline dahildir, daha doğrusu, o imgeseliinşa eden ruha dahil. Ancak “Şark”, Nâzım’da mazlum halklar ve sosyalizm demektir, Mehmet Âkif’te ise mazlum halkların ve İslam’ın yurdu demek. Cumhuriyet döneminde devlet, ikisinin “Doğu”sundan da hoşlanmaz. Devletin gözünde ikisi de kurtulunması gereken birer yük ve zararlı birer unsurdur, alabildiğine baskılanır, temsil ettikleri gerçekliklerle birlikte yeraltına itilirler. Ardılları oluşur.

Şiirde “Doğu” imgeseli oluşturan üçüncü büyük ses Asaf Halet Çelebi’dir (1907-1958). Onun “Doğu”su sosyalden çok içsel (deruni, tasavvufi), dilsel, kültürel ve epey deneyseldir. Nâzım’ı biliyor ve seviyor. Buna karşılık, Nâzım’ın ardılı olan “toplumcu gerçekçi”leri ideolojilerinden ötürü “suni” olarak nitelemesi ilginçtir:[6]Demek Çelebi kendi egzotizmini ‘doğal’ bulmuştur. Başvuruları arasında Mevlânâ, Galib Dede, Buddha ve daha pek çoğunun yeri var. Bir bütün olarak (“olduğu gibi”) bakıldığında, belki Avrupamerkezciliğin değil ama, bir tür oryantalist bakışın ne kadar dışında diye sorulabilir. Yine de hem şiirlerindeki deneyselliği hem de düzyazılarıyla XX. yüzyılın Türkçe şiirini aydınlatan öncülerdendir Çelebi. Seyhan Erözçelik’in onun Bütün Şiirleri’ne IV no’lu ek olarak “Bir İpuçlandırma Çalışması”nı yazmış olması şaşırtıcı değil.[7] Seyhan E., Çelebi’nin “Doğu”sundandır, “orada hem var hem yok gibiyim”[8] dizesinin elverdiği duygu içinde.

Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983), yeni bir millî marş için açılan yarışmayı “Büyük Doğu Marşı” adlı bir şiirle kazanıyor (1938). “Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!” gibi “anima”yı akla getiren bir dizenin de yer aldığı bu şiir, millî marş olamayacak, ancak uzun süre çıkan bir dergiye ad olacaktır:

Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”dan sonra İslamcılığa yönelen, “nur yolu”ndan, “tunç Oğuz”dan, “kılıç, kalem ve orak”tan geçen “Doğu”su oldum olası “suni” gelmiştir bana. İslami “Doğu”nun inandırıcılık babında Mehmet Akif’ten sonra gelen şairi Sezai Karakoç’tur.

Hüseyin Ferhad

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962). Problemi tanılayan ve zorlanmaksızın sahiplenen, son tahlilde “balinanın dışına” çıkabilen ender entelektüellerden. Üç kıtalı “Defne Dalı” adlı şiirinin ikinci kıtası:

Boğuşan devler var uzak bir yerde,
Kanlı hiddetidir bu ses onların.
Yarın bir gül açar bu bahçelerde,
Belki son çığlığı boğulanların.

Sezai Karakoç (1933-2021) İkinci Yeni şairi olarak yola çıkar, ancak içsel ve düşünsel sancıları onu zaman içinde neredeyse bütünüyle “Doğu” kavramına yöneltir: “Masal” adlı uzun şiirinin girişi şöyledir: “Doğuda bir baba vardı/ Batı gelmeden önce/ Onun oğulları Batıya vardı.”[9] Not düşmeden geçmeyeyim: “Batı” gelmeden önce, “Doğu” da yoktu. Daha doğrusu yalnızca küçük harfli, göreli coğrafya terimleri olarak vardı bu sözcükler. Avrupa’yı merkez alıp kendilerine “Batı” adını veren güçler tarafından “Doğu” diye adlandırılacak çok çeşitli kendilikler vardı.

Hilmi Yavuz (1936), Doğu Şiirleri, 1977. “Doğu”yu zengin bir kıyafet gibi giyinmiş bir imgesel. İlgi, bilgi, yetenek, ayrıca ustalık derecesindeki teknik beceriyle bezenmiş bir şiir. Bakış Kuşu’ndan sonra yaratıcılık nerelere kayboldu diye sorarım hep kendi kendime; “Nâzım” adlı şiirinde “Hüzün ki en çok yakışandır bize” dizesindeki “biz”den kasıt kimdi, vb... Bedreddin Üzerine Şiirler ve Doğu Şiirleri Nâzım’ın sesiyle yazılmıştır,Memleketimden İnsan Manzaraları’nın sadık izleyicisi gibidirler, aralara Ahmed Arif sesi de karışmış. Hilmi Yavuz, Türkçe şiirde kültüralist eğilimlilere dahildir.

Enis Batur (1952). Bu bapta evrensel “hiza” kavramının sahibi. Goethe’ye nazire, “Doğu-Batı Dîvanı”nı yazdı. Goethe, “Doğu”nun farkına varan ender “Batılı”lardan.[10]

Ancak, 1980 sonrası Türkiye’sinde her cenahtan pek çok şairin bu çerçevedeki idolü Goethe değil, Heidegger oldu. 1980 ve ‘90’lara Türkçe şiir tarihinde deyim yerindeyse Heidegger dönemeci denebilir. Görebildiğim kadarıyla iki kanalda yürüyen bir etkilenme söz konusudur: Birincisi ontolojik mesele, bireyin varoluş meseleleri, ikincisi Doğu-Batı meselesi. Bastırılmış olanın geri dönüşü.

1960 ve ‘70’li yılların genel kabullerinden biri, ‘birey’ kavramının topluma, toplumculuğa zararlı/hasım olduğuydu. “Bireycilik” sözcüğünün “bencillik”le karıştırıldığına çok kişide rastlamışımdır, şairler dahil. ‘80 sonrası ve özellikle ‘90’larda şiir ortamı bu kez ‘ontik/ontolojik’ sıfatlarından geçilmez oldu: Bireyin varoluş problemleri. Arka planda, “insan” derken ‘birey’in anlaşıldığı felsefeciler var. Bu konuda önerebileceğim en aydınlatıcı yazılardan biri, Yücel Kayıran’ın “Türk şiirinde varoluşçuluğun veraseti” başlıklı yazısıdır.[11]Kayıran, bu ve daha başka yazılarında Heidegger’in etkilerini konu edinir, ancak yazdıkları daha çok ontolojik bağlamlarla ilgilidir. Kişisel olarak, “Doğu-Batı” imgeselleri konusunun 1980 dönemeci ve sonrasında tuttuğu yollardaki Heidegger etkisinin en az bunun kadar önemli ve belirleyici olduğu kanısındayım.

Bu noktada yine başa, şiirsözüne Köktürkçeyi katmak biçimindeki “Doğu” ilgisine dönüyoruz. Andığım üç şairden zaman içerisinde önce geleni, Hüseyin Ferhad’dır (1954). Şark Belleği[12] onun şiir konulu denemelerini içerir. Bana kalırsa bu kitabın adı Ferhad’ın “Toplu Şiirler”ine daha çok yakışırdı. Gerçi vazgeçemediği Kılıç İpekte Sınanır adı da içindekilere çok aykırı durmuyor, fazla keskin olması dışında... Diyeceğim, bizim buraları kendi gözüyle merkeze almak onun şiirinin ve şiirselinin birincil özelliğidir. Doğuya ve güneye doğru genişleyen bir coğrafyanın yazarıdır ama Asaf Halet’in gittiği kadar uzaklara gitmez. İstanbul’a da yakın değildir. Kürtçe, Arapça... Dillere ve kültürlere ilgisi, coğrafyasına ve tarihine dahildir. Köktürkçeye yer açması da bu çerçeveden. Şiiri dışa dönüktür. Yönelimi hem anlatım hem de içerik açısından esas olarak dışsal ve kültüreldir. Can H. Türker Türkmerkezlidir, Hüseyin F. bölgemerkezli. Oryantalist eğilim Hüseyin F.’nin en çok “At ve Hilâl İstiyorum” gibi mitolojik şiirlerinden, egzotizm ise eşi bulunmaz yarı mitolojik anlatısı Cennet Diye Bir Yer’den okunur. Modern Türkçe şiir ilgisi hakiki ve zengindir, şiir üstüne denemeleri su gibi akar, geniş çevrelere uzanır, hazla okunur. Zengin sözcük dağarcığı ve yancümle temelinde devrilmiş özgün sözdizimiyle belirli bir üslup yaratıp ona sımsıkı sarılmıştır.

Seyhan Erözçelik (1962-2011) daha bireyseldir. “İçsellik kavramını en çok çağıran bütünlerden” diye yazmıştım onun şiiri için, epey önce.[13] Can H. Türker’in aksine ve biraz Hüseyin F. gibi, Seyhan E.’nin Köktürkçe içeren şiirleri kendi şiir bütünü içinde fazla ağırlık taşımaz, bütün içerisine dağılmış ve daha çok Vâridik, Yoğidik. adlı kitabında yoğunlaşmıştır. (Bu kitaba başlamadan önce sonundaki notları okumak şarttır.) Özgül dilin taşıdığı içerik de animizmiyle Türker’dekinden farklı bir atmosfer yaratır. Şiirlerinin genelinde dilin az çok Ece Ayhan çağrışımlı olduğu çok yazılmıştır, ancak içerikte Ece’nin tarihsellerine ek olarak ve onun asla yapmayacağı bir biçimde, yola gelmez bir merakla, Attilâ İlhan’ın 1940’lar şiirinden söz ederken “çocuk realizmi”[14] dediği bir tarzda, sözcüklerle oynar. Kendi kendine, dünyada bir çocuk yabancılığıyla bulunan birinin alabildiğine eksiltili dilidir kullandığı dil. Buna Köktürkçe öğelerin yer bulduğu şiirleri dahil. Vâridik, Yoğidik.’ten:

Göl, dalgalanıyor. Yel, Oddan bir Irmak. * Irdım, ırladım. Başım dönüyor. * Düştüm. Kayır, tenimi acıtıyor. Unut Beni, Ben unuttum. (...)

Bu öğelerin ondaki kaynağı ne olabilir? Bir dönem, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Psikoloji bölümünden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri bölümünde okuduğunu biliyoruz. Okumuş ve orayı da yarıda bırakmış, tıpkı dili, sözcükleri gibi, hayatı da eksiltili sanki. Onda “var-yok” oyunu başat. İçselliği dolaysız bir kasıt gerektirmeyecek kadar bünyeye dahil, dilinden okunuyor. Okuru aydınlatmak konusunda Ece Ayhan’dan bir tık öteye gitmesi (bazı notlar düşmesi) bile bu özelliğe dahil. Köktürkçe öğesinde, Can H. Türker’de gördüğümüz türden bir işlevselcilik ve ağırlıklandırma yok Seyhan E.’de, daha çok deneysellik çerçevesinde kalıyor.

Can H. Türker (1978), şiirin her şeyden önce bir yaşantı meselesi olduğunu da söylüyor yukarıda andığım programda. “Varlık bölgesi” kavramını esas alıyor: “Hangi varlık bölgesinden yükseliyorsa, oraya aittir bir sanat yapıtı.” Bu çerçevede “görsel şiir” kavramını “tamamen safsata” olarak niteliyor. “Tür-aşırı eserlerde, iki farklı sanatın imtizacını görürsünüz” diyor görsel şiir için, “öyle bir şey de görmüyorum” diye devam ediyor: “Dili ortadan kaldırdığınızda o varlık bölgesini ortadan kaldırırsınız.” Onun bu tezi bende müzikteki o çok yerleşik “senfonik şiir” terimini çağrıştırıyor. Türler arası olanaklar, en azından sınırları yoklama bağlamında, vazgeçilecek türden değildir...

Türker’in şiiri, Seyhan E. için daha önce gösterdiğim cesareti burada da göstererek söyleyecek olursam, daha çok “dışsallık” kavramını çağıran bir şiir; içerikten başka, dilin, daha doğrusu anlatım düzleminin de katkısıyla dar anlamdaki Türklüğün öne çıktığı, mitoloji dahil “dış dünya”nın ağırlık taşıdığı bir şiir. Bu açıdan ondaki şiir düşüncesiyle yazdığı şiirler arasında, en azından ilk elde bir farklılık oluştuğu izlenimi var bende. Toplam beş şiir kitabından ilk dördünde ve Günkız[15] adlı masal kitabında, kökensel dillerden alınmış öğelerle bezeli destan atmosferi egemen. “İç dünya”ya pek uğramıyor.

İlk kitabı Yenilgiler Balbalı, ismiyle müsemma bir şiir-kitap. “Balbal” eski Türklerde mezarlara eşlik eden yazılı taşlara verilen ad. Kitap bu ad itibariyle Orhan Alkaya’nın ilk kez 1994’te yayımlanmış olan Yenilgiler Tarihi’ni çağrıştırsa da, bu iki kitap birbiriyle doğrudan ilintili sayılmaz: Alkaya 12 Eylül 1980 dönemine işaret ederken, Can H. Türker, Orhun anıtlarıyla simgelenen bir Türklük söylencesi temelinde yedi bölümlü bir yaradılış öyküsü anlatıyor. Belki zorlanırsa dolaylı bir ilinti bulunabilir yine de. Balbal belirli açılardan Seyhan E.’nin Vâridik, Yoğidik.’ini çağrıştıran bir öyküdür ayrıca, daha doğrusu öyle başlar, mitolojiyle felsefeyi kaynaştıran görkemli bir anlatımla. Ve başladığı yerde, yani ilk parçada da “biter”, bir anlamda. “Birinci Öd” şöyle:

yalnız Karahan vardı
kanatları altında uzanan karanlık sular yokluğun adıydı
ve yokluk en geniş eviydi uçabildiği
çünkü yokluk o uçtukça vardı
..............
sade görkemiydi o devimsiz uçuşun
ne gün ne gündüz
ne bir deprenen vardı
uçtu kimse bilmeden
uçtu alkış duymadan
uçtu uçtu hep uçtu
lakin debisinde
kıvıldayan bir yangın vardı
ta ki inince kanatları apansız
başladı yoklukta feveran
..................

Öyle sanıyorum ki, “Uçtu uçtu kuş uçtu” tekerlemesine hayatının bir aşamasında rastlamamış pek az kimse vardır. Can H. Türker, eğer dalgınlığına gelmediyse, bu az sayıdaki kimselerden biri olabilir. Aksi halde “Uçtu uçtu hep uçtu” dizesinde tekerlemenin çağrışımıyla şiirin bir anda bozuntuya uğramasına razı olması gerekirdi. Bunu istemiş olabilir mi? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor; şiirin “kendisi” bu tür ‘sürpriz’lere razı olabilecek gibi değil, anlatı bir görkem iddiası taşıyor. Kanımca, ikinci “uçtu”dan önce ve sonra virgül kullanılması, tekerleme çağrışımını ortadan kaldırıp şiiri kurtarabilirdi. Gerçi şair belli ki noktalama işaretlerini olabildiğince bertaraf etmek istiyor ama, sonuçta miktar her durumda sıfır değil.

Can H. Türker’in Yenilgiler Balbalı adlı kitabı sonradan, ikinci kitap Dip ile birlikte Bazıkmış İyit adıyla yeni bir kitap olarak bir kez daha yayımlanmış, “Birinci Öd” adlı şiirin özellikle dördüncü kıtasında bazı değişiklikler de yapılmış, ancak yukarıda andığım dizede herhangi bir değişiklik yapılmamış...

Beşinci kitap olan Dünya Hayat’ta[16] söz konusu fark azalmış durumda. Çokdilli ve çokkültürlü, deneysel denebilecek bir anlatımın zorladığı sekiz şiir karşılıyor burada bizi. Ve kitabın ortasında, “Ben Varım”, yani adı böyle olan bir şiir... “Ben”, Türker’in şiirlerinde her zaman var, ama burada merkezde, “dünyanın tam ortasında” diyor ortadaki dize. “Orta”yı, yani “merkez”i, Avrupa’dan kendimize/ kendine taşıma hamleleri mi demeliyiz?

***

Yukarıda andığım üç şairdeki Köktürkçe başvurusu Cumhuriyet dönemi özleşmeciliğinden farklı olarak yalnızca şiirde ve bir tür birey dil (idiolect) olarak devreye alınmış durumda. Doğu-Batı ikileşmesinin ötesinde, bu ikileşmeyle farklı derecelerde ilintili olarak kendi başına bir varlık nedeni ve var olma iradesi yaratmaya da çalışan şairlerden söz etmiş oldum. Zihnimde beliren iki soru baki: Birincisi, bu üç şairdeki eğilime, son yıllarda önem kazanan ve Susan Arndt, Dirk Naguschewski, Robert Stockhammer gibi yazarlara borçlu olduğumuz exophony (dışsesli)” kavramı açısından bakabilir miyiz? İkincisi, kendine “öteki” yaratmayan bir Türklük ve “Doğu” anlatısı mıdır bu şairlerdeki?[17] Ne derece ve hangi şiirlerinde?

 

 

NOTLAR:


[1] Ahmet Murat, Edebiyat Söyleşileri, TRT Kendisi şiir alanında Can H. Türker, felsefe alanında Habip Türker adını kullanmaktadır.

[2] Yeni Yazı, 27 Şubat 2011. Söyleşinin bir bölümü için bkz.

[3] Can H. Türker, Yenilgiler Balbalı, Simurg Yay., 2009.

[4] Can H. Türker, dip, yeniyazı Yay., 2011.

[5] Yazının künyesi şöyle: Can H. Türker, “Seyhan Erözçelik: Varlık Kumpanyasında Bir Yokluk Sansarı”, Mühür, sayı: 37, Kasım-Aralık 2011. Yazıyı göremediysem de, Türker’in şiirle ilgili diğer yazıları gibi bunu da yakında çıkacağı duyurulan kitabından okuyabilmeyi umuyorum.

[6] Asaf Halet Çelebi, Bütün Yazıları, haz. Hakan Sazyek, YKY, 1998, s. 483, 484.

[7] Asaf Halet Çelebi, Bütün Şiirleri, YKY, 1998, s. 97 vd.

[8] “Mısrı Kadîm” adlı şiir, agy. s. 14.

[9] Sezai Karakoç, Zamana Adanmış Sözler, 1970.

[10] Necmiye Alpay, “Enis Batur'un engin dünyası”, Beklediler Gitmedik, Edebi Şeyler, 2020, s. 187-188.

[11] Yücel Kayıran, “Varoluşçuluğun Veraseti”, Felsefi Şiir: Tinsel Poetika, YKY, 2005. s. 149-160.

[12] Hüseyin Ferhad, Şark Belleği, YKY, 2016.

[13] Necmiye Alpay, “İçsellik, özerklik”, Beklediler Gitmedik, Edebi Şeyler, 2020, s. 237.

[14] Aktaran: Hakan Sazyek, Garip Hareketi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 1996, s. 338.

[15] Can H. Türker, Günkız, Ebabil Yay., 2016.

[16] C. H. Türker, Dünya Hayat, Ötüken Yay., 2021.

[17] Bu son soruyu kurcalamak için bakılacak kaynaklardan biri: Seval Şahin, “Edebiyat ve Millî Kimlik İnşası”, Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları, Kıraathane Yay., 2021, s. 355-368.

 

GİRİŞ RESMİ:

Seyhan Erözçelik, Hüseyin Ferhad, Can H. Türker