Sinan Logie: “Aklımda muhtemelen bir resim var, ama onu henüz bulmadım.”

“18 yaṣımda Ludwig Mies van der Rohe’nin Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e yaptığı anıtı görünce mimarlık okumaya karar verdim. Mimarlığın toplumu geliṣtirebilen ve politik bir tavır almaya izin veren bir alan olması beni heyecanlandırmıştı. Sanat pratiğimde aradığım gerçeklik beni mimarlıktan uzaklaṣtırmıyor. Sadece daha özgür bir ortamda var olmamı sağlıyor; yani yaratıcı bir kaosun var olabildiği bir olanaklar alanı.”

27 Mayıs 2021 14:30

Aşağı yukarı 2010’ların başından itibaren çalışmalarını izlediğim Sinan Logie sergileriyle, kitaplarıyla, sosyal medya paylaşımlarıyla ilgimi çeken bir sanatçı oldu. Onun mimarlık, sanat, yazı çerçevesinde şekillenen işlerinde ilk bakışta çözemediğim birlikteliklerin olduğunu duyumsadım. Kimi kez resimlerinde, kimi kez heykellerinde, kimi kez de yazılarında karşılaştığım tavrı,  Sinan’ın araştırmalarına bağlı olarak kendisini sürekli olarak değişim sürecinde tuttuğunu gösteriyordu. Hem sanat ortamında bir imza, bir tarz geliştirip bunu bıktırana kadar tekrarlayan anlayışa karşıydı hem de akademik çevrelerde sıkça görülen, çok dar bir alanda uzmanlaşmayı hedefleyen, “derinlemesine” bakışlarla pek ilgilenmiyordu. Sanat ortamımızda böylesine duruşlar pek sık görülmediği için onun işleriyle daha yakından ilgilenmeye başladım. Bir yanda Bilgi Üniversitesi’nde ders veren, bir yanda sergiler açan, ilginç kitaplar yayınlayan Sinan’ı sosyal medyada takip etmeye başlayınca çektiği fotoğrafları da görmem onun nasıl düşündüğünü anlamama yardımcı oldu. Son olarak ARK Kültür’deki kapsamlı kişisel sergisini gezdikten sonra mutlaka bir atölye ziyareti yapmayı planladığım Sinan’la, araya giren pandemi ve kapanma süreçleri nedeniyle bir türlü bir araya gelemedik. Hemen hemen tüm sanat etkinliklerinin bir şekilde dijital alanlara kayması karşısında ikimizin de temkinli bir tavrı olduğu için konuşmamızı –eski usul–  yazılı yapmaya karar verdik.


Necmi Sönmez: Sürekli değişen, belirsizlik üzerine kurulu, tuhaf bir zamanın tanığıyız. Bunların üretimine, düşüncelerine yansıması nasıl oldu? İzlediğim kadarıyla deneyler üzerine kurulu bir gelişim çizgin var.

Sinan Logie: Çocukluğumdan beri oldukça cendereli bir hayatım oldu. Aile yapısında sürekli değişimler beni iki ülke (Belçika ve Türkiye) arasında beklenmedik git-gellerle şekillenen biçimde yaşamaya yöneltti. Şimdiye kadar üç farklı şehirde ve on beş ayrı evde yaṣadım. Çok hızlı adapte olmayı öğrendim. Hayatta ve evrende hiçbir ṣeyin sabit olmadığını genç yaṣta kabullendim. Bilinçdıṣım beni hâlâ bu kaosta var olmaya itiyor. O yüzden bu yaṣadığımız dönem beni zorlamıyor. Eskisi gibi bedenimin ve zihnimin sınırlarını zorlayarak, bu anlamsızlığın içinde kendi dünyamın ṣekillenmesine izin veriyorum.

N.S.: Pandemi süreci üretimini nasıl etkiledi? Belli konulara, tekniklere yoğunlaştığını söyleyebilir misin?

S.L.: Pandemi sürecinde her zamanki gibi yeni malzeme deneyimleri yaptım. Stüdyoda çalıṣmalarım genel akıṣlarına devam etti diyebilirim.

Fluid Structures (Phase 18), 2019, Teleskopik ayaklar, Değişken ebatlar 

N.S.: Belli bir çalışma ritmin olduğundan söz edilebilir mi? Birçok sanatçının sergi hazırlama bağlamında gelişen, sadece bir disiplin üzerinde yoğunlaşan bir yapısı varken, senin eşzamanlı ama birbirinden farklı teknikleri deneyerek onları yeni birlikteliklere sürükleyen bir yapın olduğunu savlamak olası. Bunun bir rastlantı olmadığını da aşağı yukarı son on yılda geliştirdiğin dizilerle ortaya koydun. Mimari, resim, heykel, yazı, fotoğraf gibi disiplinleri bir araya getiren, büyük bir kartopu oluşturduğunu söylemek mümkün mü?

S.L.: Evet, kesinlikle bir kartopu. Son 20 yıldır “Akıṣkan yapılar” baṣlığı altında ürettiğim tüm iṣleri hayatımın zihinsel durumlarıyla bağlamaya çalıṣıyorum. Her üretim safhasını yeni bir safha olarak tanımlıyorum. Son yıllarda bu üretim İstanbul’da deneyimlediğim kentsel durumların bir dıṣavurumu olarak anlamdırılabilir. Bu imgeler ve deneyimler çok farklı ölçeklere tekabül ediyor; bir mimari detaydan bir gecekondu mahallesinin ara sokaklarına kadar uzanan mekânları kapsayabiliyor. Bu süreç mekân-beden-zihin üçgenine yoğunlaṣan bir içe ve dıṣa bakıṣ durumu olarak görülebilir. Bu yolculuk esnasında malzemenin ve farklı tekniklerin üretim sürecimde kaymalara yol açmasına izin veririm. Bu noktada eylemlerimin bıraktığı izlerden, yani kiṣisel sorumluluklarımdan yola çıkarak yeni sorular oluşturmaya çalışırım.

N.S.: Geçenlerde konuşurken müzik yapmaya başladığını söylediğinde şaşırmadım. “Ne çalabilir Sinan?” diye düşündüğümde aklıma öncelikle bir enstrüman gelmedi ama. Müzikle olan ilişkin nasıl başladı ve gelişti?

S.L.: Belçika’da babaannem sopranoydu, büyükbabam devlet orkestrasında viyola çalıyordu ve konservatuarda hocaydı. Ailede her zaman müzik yapılırdı. 6 ve 14 yaṣlarım arasında biraz piyano, keman ve trompet çaldım. Sonra kaykayı keṣfedince kendimi sokaklara atıp mimarlık ile bedenim arasındaki iliṣkiye yoğunlaṣtım. Geçen sene sanatçı arkadaṣlarım Güneṣ Terkol ve Güçlü Öztekin’in Oğuz Erdin ile kurduklarıGuGuOu grubunun daveti üzerine tekrar kendimi müziğe verdim. Biraz akordeon, trompet ve vokal üzerinde doğaçlamalar paylaṣıyorum onların yapısı içinde. Son yıllarda deneyimlediğim en besleyici ve ufuk açıcı süreçlerden biri oldu. 33 yıl aradan sonra beynimin tekrar yeni ṣeyler öğrenmesi beni mutlu ediyor. İlk soruda yanıtladığım gibi, hayatımı dönüṣtürmeye eğimliyim. Herhalde yavaṣ yavaṣ akademik hayattan çıkıp yeni konularda kendimi zorlayacağım. Sanat devam edecek, ama müzik ve muhtemelen yakında bir bilimkurgu romanı gibi projeler var aklımda.

N.S.: İlk gençliğinde sanata olan ilginin şekillenmesinde ailenin Ankara ile Brüksel arasında yaşamasının nasıl bir etkisi oldu? İki dilli ve çok kültürlü bir yetişme tarzının etkileriyle mi mimarlık okumaya karar verdin? Ama görüyorum ki bu eğitimin seni sanatla ilgilenmeye sürükleyen itici bir gücü de olmuş. Sözü fazla dolaştırmaya gerek var mı? Mimariyle olan sevgi-nefret ilişkisinin iniş ve çıkış noktaları hakkında detaylı bilgi vermen mümkün mü?

S.L.: Doğrusu hayat her ne kadar cendereli olduysa da, çok ṣanslı bir çevrede yetiṣtim. Annem güzel sanatlar mezunu, babam mimar. Beni çocukluğumda zorla müzelere götürdüler, sanata bakmayı öğrettiler. Öte yandan sanatçı olmamı hiçbir zaman desteklemediler, herhalde bu pratiğin getirebildiği maddi koṣulların zorluklarından ötürü. Ama mimari okumamı da hiç istemediler. Zor bir meslek. 18 yaṣımda Ludwig Mies van der Rohe’nin Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e yaptığı anıtı görünce mimarlık okumaya karar verdim.

O güne kadar asıl planım Kaliforniya’ya taṣınıp profesyonel kaykay pratiğimi devam etmekti. Ama mimarlığın toplumu geliṣtirebilen ve politik bir tavır içinde var olabilen bir alan olması beni heyecanlandırdı. Bunu Belçika’da bazı projelerimle becerdim. Ancak İstanbul’a taṣınınca, neo-liberalizmin çerçevesinde bu alanda durmanın artık mümkün olmayacağını anladım ve mimarlıktan boṣandım. Şimdi hâlâ birbirimize uzaktan bakıyoruz, belki bir gün kavuṣuruz. Öte yandan sanat pratiğimde aradığım gerçeklik beni mimarlıktan uzaklaṣtırmıyor. Sadece daha özgür bir ortamda var olmamı sağlıyor; yani yaratıcı bir kaosun var olabildiği bir olanaklar alanı.

N.S.: Çalışmalarını tek tük 2010’lardan itibaren görmeye başladığım için soruyorum. Birçok sanatçının İstanbul’dan ayrılıp yurtdışına yerleştiği bir dönemde senin Brüksel’den ayrılıp atölyeni İstanbul’a taşıman bana ilginç gelmişti. İstanbul’a yerleşmeye nasıl ve hangi koşullarda karar verdin?

S.L.: Gençliğimden beri İstanbul’a her adım attığımda bir adrenalin yükselmesi yaṣıyordum. Ankara’dan bazı çocukluk arkadaṣlarım da buraya taṣınınca, 2008’den itibaren sık sık gidip gelmeye baṣladım ve bu kentte bayağı âṣık oldum. 2010’da buraya yerleṣmeye karar verdim. Buranın enerjisini ve belirsizliğini çok seviyorum. O dönem üstelik inṣaat ve mimarlık alanları çok canlıydı, burada mimarlık yapabileceğime inanmıṣtım. Bu konuda bayağı yanılmışım.

Fluid Structures (Phase 18), 2019, Beton,, 21x66x65 cm; Fluid Structures (Phase 18), 2019, Ahşap, 361x457x412 cm

N.S.: ARK Kültür’deki son kişisel serginde benim özellikle dikkatimi çeken, heykel bağlamındaki farklı deneylerin olmuştu. Serginin girişindeki bahçedeki havuzun yanı başındaki çalışmandan başlayıp ana sergi mekânlarına yayılan, hatta binanın terasına kadar farklı alanlarda değişik üç boyutlu deneylerini izleyicilere sunuyordun. Hepsinin malzemeleri birbirinden farklıydı ama senin üç boyutlu şekillendirmeye olan yoğun ilgini ortaya koyuyorlardı. Ben de biraz şaşırmıştım, çünkü resim bekliyordum bu serginde ama başka bir deneysellikle karşılaştım. Heykele olan bu yönelişin yeni mi ortaya çıktı?

S.L.: Mimarlık eğitimi almıṣ biri olarak 3. boyut benim için her zaman önemli oldu tabii. Ama sanat alanında bu konuyu bu kadar erken deneyeceğimi hiç düṣünmemiṣtim. Kırılma noktası muhtemelen 2017’de geçirdiğim bel fıtığı ameliyatı oldu. O noktadan sonra tüm üretim metodumu tekrar ele almam gerekti, bedenimi eskisi gibi kullanamadığım için. Resimleri ve o dönemde baṣlayan heykelleri virtüozluk ile değil, tamamen bir teknik sorun çözer gibi üretmeye baṣladım. Aslında çok özgürleṣtirici bir süreçti. ARK Kültür’deki sergi herhalde en kapsamlı çalıṣmam oldu. Tarihî Yarımada’da gözlemlediğim, devṣirilmiṣ bir Yunan haç plan formlu kilisenin mekânsal durumu beni çok etkilemiṣti. Tüm sergi bir mabedin kentsel alanda ve kendi içinde nasıl dönüṣümler yaṣayabileceğini test etmek istediğim bir süreç oldu. Beton gibi sert veya parafin gibi kırılgan malzemeler arasında gidip gelerek kentin ve yapıların hem ṣiddet içerip hem de ne kadar geçici olduklarını sorgulamak istedim. Mimari formlar, bedenimiz ve ṣehir. Bu üçlemeyi çözmek için heykellere ve yerleṣtirmelere çok alan açtığım bir sergi oldu.

N.S.: Çalışmalarına detaylı olarak baktığımda yazının, incelemenin de önemli bir yeri olduğunu görüyorum. Üstelik yazdıkların diğer sanatçı yazılarından da ayrılıyor. Hem okunabilir bir tarzda hem de belli yorumların peşinde, neden-sonuç ilişkilerinden yola çıkarak yazıyorsun. Yazının sanatsal pratiklerinde özel bir yeri olduğu söylenebilir mi?

S.L.: Fransız ve kartezyen bir sistemde eğitim gördüm. Genç yaṣta hocalarımız düṣüncelerimizi metodik bir ṣekilde sıralamayı öğretti. Bu hâlâ dikkat ettiğim bir konu. Genelde akademik çalıṣmalarım İstanbul’un çeperlerindeki kentleṣmekte olan alanlara odaklanıyor. Derdim oradaki manzaranın niteliğini değil, arkasında onu üreten aktörleri anlamak. Daha huzurlu oluyor böyle davranmak. Ama yazmak kesinlikle zihnimdeki içgüdüleri daha rasyonel ṣekilde sanat üretimime aktarmamı sağlıyor. 

N.S.: Aslında belli bir plan, program olmaksızın yaşamsal sorunlara yanıt arayan insanların yaşadığı bir yer olan İstanbul hakkındaki kitaplaşmış çalışmalarında, Méga Istanbul, İstanbul 2023 ve Istanbul Garden başta olmak üzere, şehir planlamacılığı ya da mimarlık açılarından değil de insan ihtiyaçları üzerinden konuya eğildiğini görüyorum. Bunun bir yanda belgesel, diğer yanda da ironik bir özellikleri olmasını nasıl açıklıyorsun?

S.L.: İstanbul 2023 ile Méga Istanbul’u antropolog arkadaṣım Yoann Morvan ile yazmanın elbette büyük etkisi oldu. Üstelik araṣtırmalarımızı kentsel saçaklarda yüzlerce kilometre yürüyerek yapmıṣ olmamız bize daha yatay, insan gözünden ve insana bakan bir bakıṣ açısı kazandırdı. İroni kısmı benim için ayrıca önemli. Kısa hayatlarımızın çerçevesinden bakınca bazı ṣeyler bize umutsuz geliyor. Oysa sürekli evrilen ve değiṣen bir bütünlüğün içindeyiz. Ayrıca Belçika kültürünün kendine has bir ironi ṣekli var. Sonuçta sürrealizm boṣuna orada gelişmedi. Her ṣeyle dalga geçebilmek ve kendimizi ciddiye almamak ironi formunun ana eksenleri diyebilirim.

N.S.: Sosyal medya paylaşımlarında kullandığın fotoğraflarına baktığımda özellikle İstanbul’daki farklı tarihsel katman, doku ve güncel çarpıklıklarla ilgilendiğini görüyorum. Bazen o kadar hoş ki paylaştıkların, gülmekten kendimi alamıyorum. Gülerken de konulara çaktırmadan ironik baktığını duyumsuyorum. Fotoğrafla olan yakınlaşmanı detaylı olarak anlatır mısın? Kişisel olarak bu kadar farklı fotoğraf çekmene rağmen onları hiç sergilememiş olmanı kavramakta zorluk çektiğimi söylemeliyim.

S.L.: Sosyal medya hesabımı yaptığım kentsel yürüyüṣlerin bir belleği olarak kullanıyorum. O yüzden pek sergileme ihtiyacı duymadım. Ama ürettiğim eserler çoğu zaman o hafızada kalan izlerin veya duyguların bir dıṣavurumu diyebilirim. İnsanları güldürmeyi çok severim; bunu o mecra ile baṣarıyorsam ne mutlu bana! Orada tekrar o Belçika’ya has ironinin etkisi olabilir. 

N.S.: Çalışmalarının belli diziler etrafında şekillendiğini, onların da bir şekilde sonu olmadan birbiri içinde eriyip geliştiğini gözlemledim. Sanki son noktası olmayan, akışkan bir çalışma tarzın var.

S.L.: Nedenini ben de tam bilmiyorum. Farklı boyutları var bu evrimlerin. Birincisi, kendimi tekrarlamaktan ve “ustalaṣmaktan” çok korkuyorum. Sürekli yeni bir malzeme veya boyut deneyerek kendimi zorlama derdindeyim. Hiçbir zaman “ben oldum” dememek için. Öbürü ise, aklımda muhtemelen bir resim var, ama onu henüz bulmadım ve hayal etmedim. Sanki sürekli onu arıyormuṣum gibi hissediyorum. Belki onu bulduğumda “ben oldum” artık derim, ama bence bir 30 yıl daha çalıṣmam lazım.

N.S.: Gönderdiğin son atölye fotoğraflarında bir masa üzerindeki yanmış ya da boyanmış tahtalardan yaptığın üç boyutlu objeler görünüyordu. Güncel olarak üzerinde çalıştığın dizi bunlar mı?

S.L.: Evet, uzun süredir heykel yapmamıṣtım. Bu kıṣ Nevzat Sayın ile bir heykel takası yaptık. Onun çelik bir heykeli evimde ve sürekli ıṣıkla dans ediyor. Onu izlemek tekrar bir seri heykel üretmemi teṣvik etti. Ayrıca Eylül 2021’de Güçlü Öztekin ile beraber bir sergi yapacağız, onun için farklı üretimler yetiṣtirme disiplini içindeyim ṣu anda. Hatta bugün tam kapanmada, birazdan atölyeme yürüyüp çalıṣacağım.

N.S.: Çalışmalarında ağırlıklı olarak siyah/gri/beyaz tonlarının ön plana çıktığını gözlemliyorum. Arada sırada beklenmedik renkleri olan kompozisyonlarını da gördüm, ancak genelde renklere karşı temkinli olduğunu, bu konuda geri planda kalmak istediğini duyumsuyorum. Canlı ve göz alıcı renklere karşı olan bu geri duruşunun özel nedenleri var mı?

S.L.: İki boyutta çalıṣırken derdim boṣluğun ve doluluğun arasındaki müzakere. Resim boyalı alan mı, ya da boṣ bıraktığım kâğıt veya tuval mi, anlaṣılmasın istiyorum. O yüzden o kontrast dengesi için monokrom bir dünya daha kolay geliyor. Ama bazen sıkılıyorum ve renk ile baṣka bir denge ve baṣka bir duygu yükleme fırsatı oluyor. Ancak renk kullanınca çok spontane geliṣiyor, palet ve renklere herhangi sembolik anlam da yüklemiyorum.

Fluid Structures (Phase 20), 2020; Tuval üzerine yağlı boya, 176x159 cm

N.S.: Sadece Rudolf Steiner, Joseph Beuys bağlamında söylemiyorum, bizim sanat ortamımızda da Gesamtkunstwerk (bütünlüklü sanat eseri)  peşinde ilerleyen sıra dışı sanatçılar var. Örneğin mimari ile resim arasında Cihat Burak; yaratıcılığını müzik, şiir ve resimle yoğuran Ertuğrul Oğuz Fırat; şiirle resmi, hikâyeyi sıra dışı bir noktaya sürükleyen Metin Eloğlu. Senin de bu doğrultuda ilerleyen, bütünsel bir yaklaşımın olduğunu gözlemliyorum.

S.L.: Kendimi 19. yüzyıl Alman Romantiklerine çok yakın hissetmesem de, Gesamtkunstwerk elbette beni etkileyen bir çerçeve. Burada önemli olan estetik pratik veya üretim değil. Tamamen politik bir duruṣa bağlıyorum. Sohbetimize baṣlarken, 18 yaṣımda Ludwig Mies van der Rohe’nin Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’e yaptığı anıtı görünce mimarlık okumaya karar verdiğimi belirtmiṣtim. Daha yeni oluṣan politik düṣüncelerimi de o anıt biçimlendirdi. Yani “daha eṣit, daha barıṣçıl bir dünya kurmak için ne yapabilirim?” sorusu. Sonuçta varlıklı bir aileden gelmiyorum ama yetiṣtiğim coğrafya ve okuma olanaklarım, evimde bir buzdolabım ve internet bağlantım olması beni muhtemelen dünyanın en ṣanslı 200 milyon insanı arasında konumlandırıyor. Bu fırsatı dünyanın suyunu ve havasını tüketerek mi yaṣamak istiyorum, yoksa küçük de olsa birkaç noktada pozitif etkiler yaratabilir miyim? Bazen mimarlık buna izin verdi. Akademik alanda bilgiyi üretmek, saklamak ve aktarmak da bir ṣekilde o hissi veriyor, ama bazen de sanat üretince bazı duyguları kaydedip aktarabiliyorum. Vakit buldukça da bazı gönüllü giriṣimlere katılıyorum. Bütün bu tavır belki bir Gesamtkunstwerk olarak okunabilir, ama bunu söylemek benim haddim değil. Yani toprağa gömülünce, birkaç dakika düṣünüp “bu dünyadaki kiṣisel sorumluluklarımız ve bıraktığımız izler ne?” sorusu asıl olay. Şimdilik, kırdığım birkaç kalp dıṣında kendime fazla kötü davranacak pek bir durum görmüyorum ama gömülünce tekrar bir kontrol ederim!

 

GİRİŞ RESMİ:

Sinan Logie stüdyosunda. (Fotoğraf: Nevzat Sayın)