1975-76 yılları. Üsküdar’ın mandıralardan, domates, biber tarlaları ve çayır çimenden ibaret dış çeperini oluşturan, şimdinin finans merkezi Ataşehir’in rüyada görülse hayra yorulmayacak kadar uzak olduğu zamanlar...
11 Ocak 2018 13:49
“Bir yarış da başlamış oldu ister istemez… Toplumsal mücadelenin gidişatı öyledir. Yanlış da olsa, eleştirsen de giden bir olayın dışında kalamazsın. İşin ruhuna aykırıdır. Komünist Parti mücadelenin dışında kalamaz. İşin içine gireceksin. Yönünü değiştireceksin. Politikalarını belirleyeceksin. Örgütleyeceksin. Fikirler vereceksin vs... Dolayısıyla, zaten dışında kalma diye bir sorun yoktu. Açıkçası çok da işimize geldi.” (İbrahim Ünal)
Alıntı, İçeriden Anlatılar:1 Mayıs Mahallesi’nin İnşası adlı kitaptan. Anlatılansa sanayileşme sancıları çeken 70’lerin Türkiye’sinde, taşı toprağı altın kente yığılan kır yoksulları ve dönemin etkin sosyalist gruplarının bir araya gelerek boş hazine arazilerine “kondurdukları” mahallenin, içeriden gözlerin tanıklığına binaen yazılan hikâyesi. Ali Türker Ertuncay ve İsmail Aslan, dönmüşler yüzlerini genç birer TKP/ ML militanı olarak mahallenin kuruluşunda bizzat yer aldıkları 40 yıl öncesine, yol arkadaşlarıyla konuşmuşlar. Yapılan röportajlardan da bugünün aklı ve deneyimlerinin süzgecinden geçmişin değerlendirilmesi, hadi sol jargonla söyleyelim, özeleştirisini de içeren, anlamlı bir sözlü tarih metni çıkmış.
Ama önce filmi geriye sarıp hikâyenin en başına dönmeli. Bilene hatırlatmak için, bilmeyene kısacık bir giriş olsun diye.
1975-76 yılları. İstanbul’un kadim semtlerinden Üsküdar’ın mandıralardan, domates, biber tarlaları ve çayır çimenden ibaret dış çeperini oluşturan, şimdinin finans merkezi Ataşehir’in rüyada görülse hayra yorulmayacak kadar uzak olduğu, bugünün Ümraniye’si. Henüz ne caddeler, sokaklar, evler var ortada, ne de insanlar...
Sonrası hızlı çekim gibi. Önce bölgeye bir taş ocağı açılır. Açılır açılmaz da Türkiye’nin dört bir yanından İstanbul’a iş ve aş umuduyla gelmiş yoksul köylüler, amele yazıldıkları ocağın hemen yanındaki boş araziye bir gecede briket ve tuğlalardan kurdukları derme çatma kondulara yerleşmeye başlar. Ardından aileleri gelir yanlarına, sonra eş, dost, hemşehriler...
Kısa sürede yüzlerce gecekonduya ev sahipliği yapan hazine arazisinin mafyatik grupların ilgisini çekmesi çok sürmez. Arazi kapan sonra gelene satar; tuğla, briket, cam, çerçeve ekonomisi oluşur; rüşvet, şiddet alıp başını gider. Saatlerse, sol dalganın yükseldiği, işçi hareketliliğinin arttığı, sağ ve sol örgütlenmeler arasında kanlı çatışmaların yaşandığı, devrimin bir ihtimal olarak belirdiği zamanı göstermektedir. 1 Mayıs Mahallesi’nin de arasında bulunduğu çok sayıda gecekondu bölgesini ideolojilerini pratiğe geçirmek için bir fırsat olarak gören sosyalist gruplar ilk iş çıkar gruplarını bölgeden uzaklaştıracak, kentin çeperlerini saran bu yeni mekânların inşasına katılıp desteklemenin ötesinde, pek çok yerde öncülük ederek “kurtarılmış bölgelerde” yerinden yönetime dayanan küçük iktidar odakları yaratmaya girişecektir.
Hemen Halk Komiteleri kurulur. İhtiyacı olana ihtiyacı kadar arazi verilir, birlikte üzerine ev yapılır, halkın arasındaki sorunlar çözülür, sokaklar, caddeler, sosyal alanlar belirlenir, elektrik, su, altyapı meselelerine çareler üretilir, yıkımlar engellenir, mahallenin “savunması” üstlenilir vd.
Ancak bir kondu bölgesi, hele de 1 Mayıs gibi “politik bir mahal” olarak konumlandığında yıkım kaçınılmazdır. Mahallenin geçirdiği 3 büyük yıkımdan en kanlısı, 10 kişinin hayatına mal olan ve ardında onlarca yaralı bırakan 2 Eylül 1977 yıkımı, hem yöre halkı hem sol örgütlenmeler hem de devlet güçleri açısından bir dönüm noktası olacaktır. Kitabın danışmanı, kendi de daha önce yine mahalleyle ilgili yazdığı doktora tezini kitaplaştıran sosyolog Şükrü Aslan anlatsın bu yıkımı da:
Kendinden önceki yıkım örneklerinden birçok yönden farklılıklar göstermekteydi. 1 Mayıs Mahallesi’nde binlerce gecekondu yıkılmıştı. Bu çapta büyük bir gecekondu yıkımı daha önceden yaşanmamıştı. Ayrıca bu yıkım sırasında silahların kullanıldığı kitlesel çatışmalar meydana gelmişti. Çatışmaların sonucunda gecekondu halkından bazı kişiler silahla vurularak öldürülmüştü. Yıkım, o güne dek görülmedik çapta olağanüstü güvenlik önlemleri altında, kolluk kuvvetlerinin büyük desteğiyle yapılmıştı. Önceki gecekondu yıkımlarının hiçbiri, 1 Mayıs Mahallesi’ndeki yıkım olayı kadar kamuoyunu etkilememiş, sivil ve resmi kurumların gündemini meşgul etmemişti. (1 Mayıs Mahallesi/ 1980 öncesi Toplumsal Mücadeleler ve Kent, İletişim Yayınları, 1984)
Öyle ki, dönemin İçişleri Bakanı Korkut Özal ve İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk, hayatını kaybeden mahallelilerden söz bile etmeden “tahriklere” vurgu yaparken, ana muhalefet partisi lideri Bülent Ecevit, bir savaşta bile kadın ve çocuklara yönelik toplu tüfekli saldırıyı ağır bir insanlık suçu olarak niteleyecektir. Ama en çarpıcı yorum, Ülkü Ocakları Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’ndan gelir: “Olayın mahiyeti ne olursa olsun, genel olarak bütün gecekondu yıkımlarını birer sosyal cinayet olarak nitelendiriyoruz. Bu olaylara kanun dışı mesken inşaatı ve bunların önlenmesi açısından bakılmaması gerekir. Her ailenin oturacağı bir meskene sahip olmak istemesi en tabii hakkıdır. Bu hak Anayasa’da her Türk vatandaşına tanınmıştır.”
Mahalledeki en büyük kırılmaysa, 15 Mart 1978’de MHP’li beş işçinin taş ocaklarında infaz edilmesi üzerine yaşanır. Olayın ardından devletin baskısı artarken, sosyalist örgütlerin mahalle halkıyla ilişkisi zedelenir, Halk Komitesi dağıtılarak militanlar bölgeden çekilir. 79’un sonlarına doğru, artık 5000’in üzerinde insanın yaşadığı mahallenin üç okulu, sağlık ocağı vardır, altyapı sorunları da çözülmüştür. Son vuruşu 12 Eylül darbesi yapar; askerler ilk iş mahallenin “sakıncalı” adını değiştirerek Mustafa Kemal’e dönüştürür. Muhtar da atanınca, işlem tamamlanır; devlet farklı isimle de olsa mahalleyi resmen tanır.
1 Mayıs Mahallesi’nin İnşası, 40 yıl sonra bugün, ülke tarihinin belki en zor zamanlarında, henüz çocuk denecek kadar genç insanların, başka bir dünya özlemiyle var ettikleri “yokülke”nin kendi zaviyelerinden hikâyesini ödenen büyük bedellere karşın bir tür kahramanlık kültü oluşturmaktan imtina ederek anlatmayı denedikleri bir metin. Ertuncay ve Aslan, kitabın Türkiye politik tarihini yazma girişimlerinin bir parçası olarak görülmesini istiyor. Görülsün ki, mahallenin inşasında etkili olmuş diğer sosyalist örgütlenmeler ve hatta mahallenin (artık) yerlisi (eski) konducu için bir yüzleşmeye vesile olsun, parçalar birleşsin ve “beğenmediğine/ ötekine kör” resmî tarihin dışarıda bıraktığının sesi, en “içeriden” duyulabilsin.
Zira “ses” duyulursa bir kez, bir başka yolculuğa aralanır kapılar. Belki de deneyimlerini aktaran militanların çoğu gibi, iç dökmenin ötesine geçerek kendileri ve olan bitenle hesaplaşmaya ve yaşanılanlardan ders çıkarmaya açılır yollar…
Danışman Aslan’ın tanımıyla “yaşanarak üretilen deneyimsel bilgi”leriyle, çoğunlukla da el yordamıyla kurmak istedikleri dünyaya doğru yol aldıklarını düşündükleri günlerden bir ömür sonra, şu cümleler o yüzden değerli:
“Bugünkü kafamızla hiçbirimiz gecekondulaşmaya onay vermeyiz; karşı çıkarız. Doğru bulmayız. Planlı yapılaşma varken niye böyle olsun deriz. Ama her şeyi tarihi koşulları içerisinde değerlendirmek gerekir.” (Süleyman Önder)
“İlerleyen yıllarda mahalle sınıf atladı. Ticari yatırımlar yapıldı. Düzene eklemlendi. Apartmanlar, dükkanlar, güvenlik sorunları vb. Mahalleyi ülke genelinden soyutlamak mümkün değil. Her yerde ne yaşanıyorsa, burada da benzerleri yaşanıyordu.” (Nihat Güneş)
Kitapta da tıpkı hayatta olduğu gibi arka sayfaların uygun görüldüğü, ama en çarpıcı anlatımlar kadınlara ait. Hem konducu hem de onlara yardım ve destek için giden militan/ sempatizan kadınların, aynı anda devlete, güvenlik güçlerine, kocalarına/ ailelerine, partili yoldaşlarına ve bizzat kendilerine karşı verdikleri mücadele; bir yandan “halka bilinç götürmek” isterken, diğer yandan verili olanı, patriyarkayı yeniden ve yeniden üretmelerinin yarattığı parçalanmışlık hâli, yazarların tercihini delip geçen güçlü ve zengin damarıyla, bir başka çalışmanın merkezi olmayı hak ediyor:
“Beni ailesinin evine götüren arkadaş, örgütün içerisinde ileri bir adam. Türkiye’de devrim yapacak. Türkiye ve dünyanın kaderini değiştirecek bir şeye kalkışmış. Evindeki yaşantıya bak. Niye sormadım?” (Zeynep Çınar)
Veya (birlikte olan iki bekar kişinin “yakalanmasıyla” ilgili):
“Dövülmedi, dipçik yedi sadece. Kadın olan daha sonra intihar etti. Sonra hastaneye kaldırıldı. Bize de şey dediler, gidin durumu hakkında bilgi getirin. Biz de diyoruz ki, gidip bilgi falan almayız, bunlar basılmışlar. Ölsün orada. Resmen fahişe gözüyle bakıldı kadına.” (Yeter İşcan)
Özellikle kanlı 2 Eylül 1977 yıkımından sonra bölgeyi yeniden imar etmek üzere, istanbul’un her yerinden akın akın mahalleye gidip gerek bizzat gecekondu yapımında gerekse diğer siyasal etkinliklerde yer alan kadın üniversitelilerin yaşadığı kültür şoku ve 70’li yılların sol geleneğine uygun olarak gösterdikleri kabulleniş bir ibret vesikası gibi:
“İçinden geldiğim öğrenciler arasında böyle bir feodal kültür asla yoktu. Bu şekilde, dayak vb. şeyler benim için ciddi bir şoktu… Ben içinden geldiğim kültür gibi davranırsam, olmayacak. Yanlış anlaşılacağını düşünüp ben de bu kültüre ayak uydurmaya veya saygı göstermeye çalışıyordum. Örneğin; evlilik olayında olduğu gibi. Birisi evlenmek istediğini söylediğinde, tamam. Benim için her şey bitmiştir. “ (Zeynep Çınar)
İronik olansa toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, hak savunuculuğuna soyunan devrimci örgütlenmelerde bile en koyu tonda kendini gösterdiği, meselenin tali görülüp çözümünün devrimden sonraya bırakıldığı bir atmosferde tam tersi örneklerin “bilinç götürülenler”den gelmesi. Şehirli/ okumuş hemcinslerinin özgüven ve cesaretinden aldıkları destekle, dayağı göze alarak geceleri “nöbete çıkan”, çevresindeki erkeklere itiraz edebileceğini gören ve uygulayan kır kökenli kadınların, kitapta şöyle bir değinilip geçilmiş olsa da varlıkları, “kadın meselesi”nin göründüğünden veya sanıldığından çok daha karmaşık doğasını vurgulaması açısından önem arz ediyor.
Patika Kitap, halen Kanada’da çalışmalarını sürdüren, yönetmen İshak Işıtan’ın 1 Mayıs Mahallesi Belgeseli’ni de, bir CD hâlinde kitapla birlikte hediye ediyor. Belgesel, 2 Eylül’deki büyük yıkıma karşı verilen mücadeleyle birlikte, dönemin toplumsal ve siyasal hareketlerine ilişkin çarpıcı görüntüleriyle, araştırmacılar ve özellikle yakın dönem Türkiye tarihine yabancı genç nesil için eşsiz bir kaynak niteliğinde. Bir öneri de kitap dışından: Gazeteci/ yazar Rıdvan Akar’ın 2012 yılında, bu kitapta adı geçenlerden bazılarıyla yaptığı röportajlar, mahallenin kuruluş hikâyesi ve yeni hâlini karşılaştıran özenli belgeselini şu linkte bulabilirsiniz.
Bugünün Mustafa Kemal Mahallesi’nin 1970’lerin 1 Mayıs’ıyla pek bir ilgisi kalmamış olsa da, tarih ve toplumsal belleğin işleyiş mekaniği farklıdır. İncelikli bir kentsel planlama, sosyal yaşam ve adalet anlayışıyla, yerel bir iktidar deneyimi olarak yaşanan, yaşanmıştır bir kez. Tarafların sosyal genlerine kazınmıştır. Herkes kendi meşrebince dersini almış, çıkarımlarını yapmıştır. Bölge parçalara ayrılsa ve içinden şehrin finans merkezini çıkarsa da, hikâyenin dönüşe değişe devam edeceğine dair alametler vardır. Velev ki yazarların uzattığı el tutulsun, başka gözlerden yansıyanlar da hikâyeye eklensin. Yeni hikâyelere, yenilenmiş bir giriş yazmanın zamanıdır…