Bora Abdo: Ben nasıl yok ederim, nasıl sustururum, nasıl öldürürümü düşünüyor sanki insanlar. Her gün cenazeler kalkıyor, kitapla günümüz Türkiye’si arasında bir bağ kurmak istersek buna ölüm ve yitim üzerinden başlayabiliriz
10 Mart 2016 13:22
Kitabın ilk öyküsü “Melâl” aynı zamanda en sarsıcı öykülerden biri. Hem üvey kızına âşık ve onunla birlikte oluyor hem de kayınvalidesiyle… Edebiyatımızda görmeye alışkın olmadığımız bir konuyu ele almışsınız. Kitabı bu öyküyle açmanın nasıl bir etki yapacağını düşündünüz?
İnsan ruhunun karmaşıklığını ve karanlığını anlamaya çalışırken aslında aşkın da aynı bitimsiz sarmalda debelendiğini ve bu yakıcılığın kitaba tamamen yayıldığını daha ilk öyküden vermek istedim. Aslında öykünün kendi yazılış tarihini anlatayım biraz. Buradan da belki bir çıkarım sağlayabiliriz. Bir dergi “beklemek” temalı bir seçki hazırlıyordu ve benden de bir öykü istediler. Ben de o zamanlar “Balık Boğulması”na çalışıyordum ve sıklıkla Büyükada’nın tarihiyle ilgili kitaplar okuyordum. Beklemek, neyi bekleyebilir insan, nasıl bekler, beklediği kişi gelir mi gelmez mi, buna benzer düşünceler vardı aklımda. Aldığım notlardan bu öyküyü yazmaya karar verdim. Belki yazardan yazara göre değişir ama ben yazdıkça yol alan bir yazar değilim, en baştan bütün kuralları koyuyor ve bunun dışına pek çıkmıyorum. Ve beklemek üzerine böyle bir öykü yazdım. Melâl’in ve Adil’in yüzleri öyküyü yazmaya başlarken gözümün önüne geldiğinde, hikâyelerini benden ve gerçeklikten tamamen uzak bir yere bırakmam gerektiğini hissettim. Aşk çok fazla içselleştirilerek yazılamıyor çünkü. Elbette bütün bu tarihi malzemeler, İstanbul’dan Adalar’a ilk vapur seferlerinden tutun da adalarda sökülür takılır bir ahşap konak yaptıranlara, kocayemiş meyvesi yiyerek sarhoş olan faytonculardan Galata meyhanelerine ve hatta Şirket-i Hayriye’ye ait yetmiş bir numaralı Halâs vapuruyla Bursa’ya yapılan seyahatlere kadar bir sürü ayrıntı da sadece onların aşkına sızdılar. Sonra, Melâl karakteri birçok öyküde daha çıktı ortaya. Hatta öykülerin tematik bütünlüğünde bel kemiğini oluşturdu. Onun adına bir yayınevi bile kuruldu sonrasında.
“Muayyen Bir Rotaya Dönmek”te ise kaptan, anne babası ve oğlu da dâhil olmak üzere yüzden fazla kişiyi asıyor. Bu öldürme tutkusunu, motivasyonunu nereden alıyor?
Aslında kaptanın hikâyesini yazarken tamamen gerçeküstü ve denize dair bir hikâye yazmak vardı aklımda. Kaptan o kadar karmaşık ve cinayetler işleyen biri değildi. Gemi, zaten fırtınada kalmış bir gemi. Oradaki cinayetleri işletirken karakter tamamen soyut gerçekliğe erişsin istedim. Sonra kaptanın derinliklerine inerken aslında farkında olmadan kendi içime baktığımı da görüp insanın ruhunu anlatırken bir yazarın olabildiğince kendi içine bakması gerektiğini anladım. Orada çünkü. Görülüyor bu. Bir dünya gibi düşünün gemiyi, yeryüzündeki cinayetlerin işlenme sebepleri birbirine yakın olduğu kadar uzaktır da. Çünkü başka türlü bir gerçekliği vardır. Hiç öldürmeyenin aslında çok cinayet işlediğini bilirim ben. Ya da her şeyi ve herkesi öldürdüğünü sandığımız katillerin aslında kimseleri öldüremediğini de. Bir düşünceyi öldürürüz çoğu zaman. En son kaptanın geriye kalan tek çocuğunun hikâyeyi anlatan tayfa olmasını ise biraz da bu anlamla ekledim oraya, aslında kaptan değil oğlu öldürüyordu çünkü, çünkü o anlatıyordu. Hikâye içerisinde anlatılan her şey aslında çok soyut, hepsini simgesel bir anlatımla da işaretleyebiliriz. Mezarlık gezmeleri soyut bir şey değil mi, niye insan bütün gün mezarlık gezsin? Kendine Adalar’dan, Eyüp’ten mezar taşları getirtip seçmeye çalışsın? Ayrıca kaptan karakteri de her şeyi tartışıyor aslında; din ve insan, Allah ve insan, dinlerin insanlar üzerindeki etkisi, inanmak, inanmamak.
Ben de o konuya gelmek istiyordum. Kaptanın herhangi bir dine inanmasa bile mezarlıklara, ibadetlere meraklı olması neden? Bunca güçlü bir inanma dürtüsü ile inkâr birbirini nasıl besliyor?
Ölümün var olduğunu bilmek için inanmak gerekmiyor. Ölüm öyle somut ki. İbadet de öyle. İbadetin bir mekânı var, bu yüzden somut. Kaptanın ölümü ve ibadeti sorguluyor olması tam da bu inanmama meselesinden aslında. Öğretilmiş bir bilinçaltı ve teslimiyet ve hatta temsili bir avunma diyebilirim. Toplumumuzda inanmak, din, peygamberler, İslamiyet, ilmihal ve hadisi şerifler gibi çocukluğumuzdan beri bize verilen bir din kültürü var. Bu coğrafyada büyüdük ve bunlarla çok içreyiz. Böyle olması iyidir, kötüdür tartışmıyorum ama bu kültürün içinde inandığımızı kabul etsek de zaman zaman inancımızı sorguladığımız çok olmuştur. Dönem dönem varoluşsal korkutucu sorular da sorduk kendimize. Kendi adıma hayatımda beni hiçbir şey sala okunurkenki o ruh hali kadar kederlendiremez. Bana kalırsa dünyanın en hazin sesidir sala. İnanmak, inanmamak gibi kavramları sonsuza dek tartışacağız. Tam inandığımız noktada bir anda boşluğa düşüp inanmamayı tercih edebiliyoruz ya da çok inançsız bir şekilde yürürken birdenbire beş vakit namaza ya da tasavvufa eğilebiliyoruz. Belki bu sorgulama biraz içinde bulunduğumuz coğrafya ve baskıyla ilgili bir şey. İnananlar bunu dile getiremiyorlar yalnızca. Biraz bu konularda düşünen sağduyulu insanlar, onları ayıran ve insanlık kavramını yok eden her şeyden ölesiye nefret ediyorlar. Öyküdeki kaptan karakteri gibi bu bocalamayı yaşayan birçok insan da yaşıyor ülkemizde. “Sizin yüzünüzden,” diyor öykünün bir yerinde, tanrısının öldürüldüğüne inanarak.
Dediğiniz gibi, karakterin şöyle de bir sitemi var: “İnsanlar, Allah’la arama girmişti onlar. Onları sevemediğim için Allah’a da kırılıyordum. Onların Allah’ı sevmemde en büyük engel olduklarını biliyordum.” Yaratıcıya inanmak için insanlara ihtiyacımız mı var?
Elbette. Yaratan da çünkü bilinmek istemiştir. Yaratmak kavramı ancak yaratılanlar olursa tamamlanır. Çünkü her şeyden önce yaratanı en çok insanda görebiliyoruz. Elbette ki doğada da görüyoruz, ama ilk temasımız insanla, bundan kaçamıyoruz. Bunun bir sürü hikâyesi vardır. Mevlana’dan tutun da Attar’a kadar. Kimi bulabiliyor, kimi de bulamıyor. Kimi kaptan gibi daha farklı bir boyuta ulaştırıyor inancını ve karakterini, yaşam şeklini, kimisi de tamamen tam tersi yapıp sükûnetle boyun eğiyor, inanıp büyük bir aşkla o yoldan ilerleyebiliyor. Hıristiyanlıkla da ilgili, İslamiyet’le de.
Hatalarından ötürü, insanlığı, insanları suçlayamadığımız için mi Allah’ı suçluyoruz yani? Böyle yaparak insanlara şans vermeye devam mı etmek istiyoruz?
Evet. Belki de. Hem insanı çok sevmek istiyoruz hem de Allah’ı. Ama günümüz insanında o karakteri, ahlakı, erdemi göremediğimiz için, belki de en çok bu yüzden Allah’a kırılıyoruz. Aslında çok inanmak istiyoruz. Hani büyük siyah bir dairenin içine beyaz bir nokta koyduğunuz zaman ancak o siyah daire de o zaman var olur ve kendini belli eder ya, o beyaz noktayı koyunca biz aslında siyah daireyi de görmeye başlarız. Yoksa tek başına siyah bir daire var olamaz. Ne zaman beyaz noktayı koyarız o zaman ikisi de var olur. İnsan ve Allah sanırım böyle biraz.
Şu ifade de benim dikkatimi çekti: “Herkes yaşıyor. Biz kendimizi tüketiyoruz.” Bir hayatı yaşamak ile tüketmek birbirinden nasıl ayrılıyor? Kimler yaşar? Kimler hayatını tüketir?
Bu aslında hayata bakışınızdaki algıyla ilgili. Üstelik en başından, doğduğunuz günden beri başlayan bir silsile. Sorduğunuz sorularla ve alamadığınız yanıtlarla katmerleşen kırılgan bir yapı. Kendi adıma soru sormak kadar okuma eylemi de ömrü heba eden bir durum. Evet, güzel ama çoğu zaman üzücü. Okumak, bir yönüyle kırılmayı ve harcanmayı da öğretiyor insana çünkü. Düşünsenize birileri köpeği bayıltıp köprüden atan adama “aferin, zaten huzur vermiyorlardı semtimize” diyerek sırtını sıvazlarken siz, sizin gibi birkaç kişiyle yaşam hakkı elinden alınmış dünyalar güzeli bir canlının başında yas tutuyorsunuz. Ya da adalarda çok çalıştırılmaktan ölen bir atın başında. Algılarımızın çoğu karakterimizin de bir özelliği olduğu gibi okuyarak, bir şiirden ya da romandan ve öyküden etkilenerek gelişir ve çoğalır. Siz tam o arada tükenirsiniz. Onlar yaşar.
Şekip Bey de benzer bir konuya değiniyor. Diyor ki, “Bu dünyadan kanatları kuru ölü bir kelebek gibi geçip gidiyorum ben. Doğmanın artık muhteşem bir acı olduğunu da biliyorum.” Acı olan doğum yerine insanların birbirine zorlaştırdığı hayatın kendisi değil midir?
Şekip Bey aslına bakarsanız 1932 yılında, silahla kendini kalbinden vurarak intihar eden, Tokadizade Şekip Bey, İzmirli bir şair.
Bu gerçek bir hikâye mi?
Evet. Yine Neslihan Önderoğlu’nun hazırladığı Notos Kitap için, bir yazarın ya da şairin intihar etmeden önceki son yirmi dört saati yazılacaktı. O dönemler Tokadizade Şekip Bey ve intihar ederek ölen Yeşilçam yönetmenlerinden Nevzat Pesen ile ilgili notlar alıyordum. Hayatlarını araştırıyordum. Salâh Birsel de Tokadizade’nin intihar ânını ve gerekçesini yazmıştı kitabında. Tokadizade’nin ilk çocuğu öldükten sonra ikinci çocuğu doğuyor, Nasır, fakat onu da yine tifodan kaybediyor. Evlat acısı yaşayan bir şair. Ve sanıyorum Cenap Şahabettin’di, onun şiirlerini eleştirirken şöyle bir şey söylüyor; “Sen neden börtü böceği, baharı, güzelliği anlatmak varken, daha çok karanlığı ve ölümü anlatıyorsun. Aslında bütün bunları anlatmasan, daha mutlu şiirler yazsan daha çok beğenilen bir şair olabilirsin.” Tokadizâde Şekip’in tabii iki evladını kaybettikten sonra bütün bunları yazmasını beklemek çok anlamlı değil. İki evlat acısıyla, “Ben bunları görmüyorum” diyor. “Benim bir başka hastalıklı bir ruhum var. Yolum da herkesin yolundan ayrı” gibi bir cevap veriyor. Tokadizade Şekip’in doğuma karşı büyük bir öfkesi vardı ve yaşama sevinçle bakamıyordu. Sonrasında Soğuk Kuyu isminde bir mezarlığa defnediliyorlar oğluyla beraber. Çünkü sabah hastaneye giderken oğlunun haberini tramvayda başka birinden alıyor. Başın sağ olsun diyor o kişi. O da “Böyle baş kopsun” deyip tramvaydan iniyor, kahvedeki öğretmene selam veriyor, üç beş adım ilerledikten sonra da göğsüne ateş ederek intihar ediyor.
Kitabın arka kapağında da izleri olan “Zavallı Sahaf” öyküsü peki?
O öykü de “kaybolmak” temalı bir seçki için yazılmıştı aslında. O zaman çeşitli düşüncelerle aklımda gezdirdiğim bir sahaf öyküsünü bu temaya dönüştürerek yazdım. Öyküde, kitapların arasında kaybolmuş, yazarların ve şairlerin gerçek hayatlarında yaşadıkları aşklardan etkilenerek bir sevgili yaratan ve sonra da onu çıkardığı kitaplardan birinin içine yeniden koyarak kaybolan bir sahafı anlatmıştım. Kitabın arka kapağındaki yazıyı ise karakterlerden biri, Şekip Adil yazmıştır. Şekip Adil’in izlekleri ile sahaf Kenan’ın izlekleri zaman zaman birbirine karışır ve Namık Kemal’den Abdülhak Hamit Tarhan’a ve Hugo’ya kadar uzanan göndermelerle birleşir.
Kitaptaki kadınların yazgıları da bana ilginç geldi. Hemen hepsi, sultan kardeşi bile olsalar, öldürülüyorlar. Onları hayat veren konumlarından uzaklaştırıp ölüme yazgılı yapmaktaki amacınız neydi peki? Üstelik kitabı annenize adamış olmanıza rağmen…
Bu soruyu cevaplamak bile aslında beni bugün utandırıyor. Belli bir amaçla yazmam, yazılabileceğini de düşünmem. Sezgiyle yazılır. Seni Seviyorum. Çok,’ta tarihi öyküler var ancak günümüzden, işiten bir kulakla yazıldılar. Edebiyatta zaman bu yüzden delirmiş gibidir. Öyle iç içe girer ve sarmal olur ki bütün büyüsü de buradadır. Türkiye’de erkekler kadınları bir mülkiyet hesabıyla öldürüyorlar. Hayli siyasi bir eylem bir erkeğin karısını öldürmesi. Devlet var arkasında, devlet erkek çünkü. Üstelik de kadınlara evde oturmasını, itaat etmesini söyleyen cinsiyetçi bir iktidar var. İşin en haysiyetsiz yanı ceza indirimleri; “Çok sevdiğim için vurdum” dediği için, kravat taktığı için, namaz kıldığı için indirim alıyor katil. Oysa kendi canı için kocasını öldüren Çilem Doğan bir türlü tahliye edilmiyor. O tahliye olursa devlet yalancı çıkacak, meydan konuşmaları meşrutiyetini yitirecek, iktidar düşecek.
Anneme gelecek olursak, bu bağlantıyı hiç düşünmedim, bir mesaj kaygım yoktu. İthaflar kişiseldir. Annem okuyup ağladı, benim için bu kadardır. Ayrıca kadın özgürlüğünün vebalini annelere ve kadınlara yükleme taraftarı değilim. Ne olacaksa insanla olacak. Ne kadar cins varsa onun birliğinden doğacak özgürlük.
“Bir kadını öldürdüğünüzde, sevdiğiniz bir kadını öldürdüğünüzde, aslında tanrıyı ve onun korkutuculuğunu da öldürmüş olursunuz” diyorsunuz bir öyküde. Bu ne demek? Erkekler sevdikleri kadınlarda tanrının korkutuculuğu mu buluyor?
Yok, hayır, hikâyenin başında dikkat ettiyseniz müzisyen karakter, insanlık tarihini altmış dört bin yıl olarak ele alıyor ve insanlık tarihiyle sanatın tarihini birleştiriyor. Tanrıya kurban ettiği hayvanların resimlerini mağarasına çizerek başlıyor. Yani tanrıyla kurduğu ilişkiyi, daha çok korkarak, gökyüzünün hallerinden, şimşeklerden, yağmurlardan ve doğal felaketler karşısında bilmezliğiyle çaresiz kalarak yaşıyor. Ve korktuğu için de kurbanlar veriyor. Sonrasında kurban ettiği hayvanların resimlerini çizmeye başlıyor mağarasının duvarlarına. Daha sonra iki üç kişi bir araya geliyorlar ve birbirlerine benzemeyenleri öldürmeye başlıyorlar. Yani şu an yaşadığımız etnik savaş, kendinden olmayanı yok etmek. Hikâyede diyor ki, “Hepsini yiyemiyoruz, kurtlanıyor, kokuyor burada. Sonra mağaramız da kokuyor.” Cevap olarak da öbürü şunu diyor, “Öldürmenin zevki, onları yemekten daha fazla.” Biraz da bunu sorguladım açıkçası. Oradaki karakter, tanrının korkutuculuğunu görüyor sadece. İlk insandan bahsediyor. Her şeyden korkuyor. Korktuğu şeyi çizmeye çalışıyor, bütün bu kargaşayı yaşıyor kendi içinde. Sonra âşık oluyor. Âşık olduğu kadının başka insanlar tarafından resminin çizilmiş olduğunu görüyor mağarada. Ve kadını öldürerek hem korkularından hem de aşkından kurtuluyor.
Bütün bu öykülerin sonuna geldiğimizde elimizde birkaç şey kalıyor: Ensest, baba ve ölüm… Seni Seviyorum. Çok, ne söylemek istiyor?
Bunu gerçekten bilmiyorum. Sahi ne anlatıyor bu öyküler?
Kötülük, nefret, sevdiklerine bile bile zarar verme, haksız yere halkını öldürme… Günümüz dünyasıyla, Türkiye’siyle nasıl bir bağ kuruyor bu kitap?
Türkiye düşünenlere, üretenlere karşı ne yazık ki halkıyla beraber çok ciddi bir linç eyleminde. İşte 6-7 Eylül olaylarından HDP binalarının taşlanmasına, sansüre, gazetecilerin hapsedilmesine kadar olan antidemokratik süreç. 2016 yılındayız ve bir insana Kürt diye potansiyel terörist gözüyle bakılıyor. Bir anda taşlarla sopalarla dövebiliyorlar. Zaten Güneydoğu’da yaşanan zulmü hepimiz görüyoruz. İyi bir ülkede yaşamıyoruz ve mutlu insanlar değiliz hiçbirimiz. Sadece oy verenler-vermeyenler diye de ayırmak istemiyorum elbette ki ama belli bir çoğunluk oluşmuş, o çoğunluk da azınlığı müthiş bir şekilde linç ediyor. Ben nasıl yok ederim, nasıl sustururum, nasıl öldürürümü düşünüyor sanki insanlar. Her gün cenazeler kalkıyor, kitapla günümüz Türkiye’si arasında bir bağ kurmak istersek buna ölüm ve yitim üzerinden başlayabiliriz.
Siz de yazarken Şekip Bey’in hissettiği karanlık dünyayı yaşayarak mı yazıyorsunuz?
Elbette ki bilinçaltımıza işliyor. Gerçekten mutlu insanlar değiliz çünkü.
İkilemeler, üçlemeler, dörtlemeler... Bu oyunu neden oynuyorsunuz?
Aslına bakarsanız oyun değil, çok önceden tasarlanmış bir yapı bu. Belki biliyorsunuzdur, 97’de öykülerim yayınlanmaya başladı. Sonrasında da yaklaşık 12 yıl yazmadım. Ama okudum ve düşündüm. Notlar aldım. Nasıl bir öykü dünyası kurarım, nasıl bir anlatı tekniği kullanırım diye kafa yordum. Ve çok sayıda metin oluşturdum. İlk Öteki Kışın Kitabı üçlemeydi, başlar başlamaz bitirecektim. Ve ikincisi “Gerçek Adı Süreyya” diye bir romandı, onu yarısına kadar yazdım, fakat sonra aklımdaki öyküler de yaz beni yaz beni diye tutturunca onlara geçtim ve bu üçlemeyi yarım bıraktım. Çağanoz’u düşünmeye başladığım dönemlerde de az önce dediğim gibi, insanlığın tarihi, Büyükada tarihi, sanat tarihi hakkında çok fazla okuma yaptım. Acele etmeden, ağır ağır yazmayı planlıyorum.
Bunun okuyucuyu ürküten bir yanı da yok mu sizce? Okuyucunuzu kaçırmaktan korkmuyor musunuz?
Yok, korkmuyorum. İyi metinler bence her zaman layığını bulur. Okurun bu anlamda zekâsını küçümsemiyorum. Ben ikilemeyi yazıp bitirdim diyelim, bitirdikten sonra Beni Unutma dörtlemesinin ikincisi “Balık Boğulması,” onu yazdığım zaman eğer iyi bir metin yazarsam insanların Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü’yü de okuyacağını hissediyorum. Hem birbirinden bağımsız okunabilecek hem de birbirinin parçası olabilecek bir yapı kurmaya çalışıyorum.
Üstelik şimdiden ikinci kitapların isimleri de belli. Bu önden ilan etme sizi sınırlamıyor mu? Belki tasarladığınızdan çok daha farklı bir kitap ortaya çıkacak ve ismini değiştiremeyeceksiniz?
Yok, gene de değiştirmem. Delilik bu biliyorum ama böyle.