Kjersti Skomsvold’un ilk romanı Hızlandıkça Azalıyorum ve Monika Maron’un Animal Triste romanlarının ortak noktaları, karanlıkları ve berraklıkları üzerine bir inceleme...
17 Mart 2016 12:55
Vüs’at Bey
Ölümünü bekliyor
Beni beklese ya
“Godot,” Vüs’at O. Bener
Bilge Karasu’nun, “Ölümü beklemek, başka bir şeyi beklemekten ayrı değil,” cümlesini düşürür akla Kjersti Skomsvold’un ilk romanı Hızlandıkça Azalıyorum (Jaguar, 2012) ile Monika Maron’un Animal Triste (Alef, 2009) adlı romanının kahramanları. Çok daha gençtir 1979’da, Oslo’da doğan Skomsvold, 1941, Berlin doğumlu Maron’a göre ya aynı yerden bakarlar yapıtlarında hayata bir şekilde. Yaşını başını almış ve yaşam süreçlerinde en çok aşka düşmüş kadınları dile döker her ikisi de. Her ikisi de yaşanmışın ve yaşanmamışın payında gezinir usulca.
Maron’un kahramanı adsızdır, Skomsvold’un Mathea’sının aksine. Mathea, kocası “Epsilon” üzerinden anlatırken hikâyesini, Franz’dır Animal Triste’de kurgu taşlarının üzerinden örüldüğü kişi. Yitirilmiş ve yüceltilmiş aşklardır her biri. Hikâye anlatıcılarımız ise bu yitirilmiş ve yüceltilmiş aşkların hüsranında, yaşlanmanın da kat be kat arttırdığı bir yalnızlaşmayla, belleğin sakladıkları ve sildikleri arasında yol bulma çabasında olan kadınlar. Birer tragedya kahramanı misali, arzuları kendilerine hasar veren insanlar. Gençliklerindeki sabırsızlıklarından eser kalmamıştır artık, hem ağır olmuştur sabırsızlıkların sonucu, geriye kalan “azıcık” yaşamlarıyla ne yapacaklarını da bilemediklerinden beklemek, hatta büsbütün ölümü beklemektir tabiatları.[1] Nafilelik yakmaz artık canlarını ıstırabı saadete dönüştüren (dönüştürdüğüne inanılan) insanların yokluğunda. Aynalara bile yer yoktur bu ıssızlıkta. Hiç kimse fark etmeyecek olduktan sonra güzel olmak anlamsızdır zira. Kimse, kişinin kendisi bile, görmezse beden ortadan kalkabilirmişçesine hızla soyunulup giyinilir hatta. Yalnızlık çoğalır ve çoğaltılır dolayısıyla. Bakkala çıkılır olsa olsa, insanlar arasında en az o zaman dikkat çekildiğinden, pazar kurulduğunda alışveriş yapılır yalnızca. Anlattıkça hatırlanan anılar kalır geriye tüm bunların sonucunda. Bir sığınak, bir tapınak. Hafıza pekâlâ yanıltıcı da olabilir oysa. İrinli bir yara.
“Zihin bir sandık değildir
Sımsıkı kapatılacak.
Bir taraftan da öyledir!
Öyle!”[2]
“Unutmak ruhun bayılmasıdır.” Gerçeklerin hatıraya zulmü gelir hatırladıkça. Gerçeklerin hafızaya hücumu. Hakikatin görünümü. Çünkü herkese kendi kâbusu verilir. Çünkü mutluluk yalnızca geçici değil, aynı zamanda ulaşılmaz olandır. Çünkü yeryüzünde yaşadığın her mutlu an kederle ödenmek zorundadır. Son çok açıktır çünkü ve her şeyi belirler. Çünkü icat edilen bir aşkın tepesinde –sapasağlam– durma uğraşı beyhude bir çabadır. Ne de olsa küçük bir taş değildir kalp, şuraya buraya yuvarlanacak.[3]
Bir taraftan da öyledir!
Öyle!
Monika Maron’da daha çok görülür bu Skomsvold’a kıyasla. Yine tragedyaya öykünürcesine ve doğrularcasına Adam Phillips’in[4] kaleme aldıklarını, bu trajik kahramanların hem istedikleri hem de isteklerine ulaşmaya çalışma yöntemleri düpedüz bir tahribata yol açar. Mathea’nın yaptığı da (yitirilmiş) birini aramak, kederde aramak, her yerde aramaktır da Maron’un adsız kahramanınınki hayatını sonu gelmeyen devamlı bir aşk hikâyesi olarak sürdürmektir. Üstelik bu bilinçli bir tercihtir. İyiden iyiye aldanmaların içine sürüklenmektir. (Çünkü “hüsran, bir gelecek vaadi taşır.”) Bütünüyle zordur bundan böyle mümkün olanı gerçekleşmiş olandan ayırmak. Mutluluk için verilen mücadeleyi yaratılan ideal arzu nesnesinden ayrı tutmak. Aşağılanmaktan uzak bir fedakârlık, tehlikeden yoksun bir aldanış gözetmek. Bu aşkların oturtuldukları yüce mevkilere yaraşıp yaraşmadığını anlayabilmek. Tüm dünya Franz’dır, Epsilon’dur tüm dünya. “Ama ben insanların arasında olmaktan hoşlanmıyorum,” der Mathea Epsilon’a, “yalnızca seninle birlikte olmaktan hoşlanıyorum.” Tanrı’nın öteki adları gibidir Maron’un anlatıcısı için Franz’ın ismi. Onun uğruna el etek çekilmiştir geriye kalan her şeyden. Ondan önce tanışılan erkekler unutulmuştur en başta ve sonra, ondan önce herhangi birini gerçekten sevdiğinden kuşku duyar olmuştur kadın. Harikulade bir mutluluk hayalinden başka nedir ki aşk zaten? Bir beklentinin, kendinden başka bir şeyin peşinde olmayan bir beklentinin heyecanından başka nedir ki aşk? Gönüllü olarak tercih edilmiş bir tutsaklıktan başka? Hissedilebilecek en hakikatli duygu olsa da…
Tanıdığı en komik insanın kendisi olduğunu söyler Mathea, Epsilon’a. “Tamam da sen benden başka kimseyi doğru dürüst tanımıyorsun ki,” der Epsilon ona.
Öyle bir tutsaklıktır ki bu, kahramanlarının gerçekten var olduklarını bilmeleri için bile birilerinin onlara dokunması gerekir artık. Ancak Franz’ın elinin değdiği bir beden yaşam bulabilir. Ancak onunla geçen bir günün onsuz geçen bir günle aynı olmadığı Epsilon’un yanında uyumak mümkün olabilir. Korunmaya değer olaylar dışında her şeyin unutulması gerekir ve işte tam da bu sebepten, avutucu bir düş misali aşk içinde geçen anıların peşine düşülür yalnızca –ölümü beklerken. “Çoğu eşler gibi kocamı şişirdim Tanrılığa ve orada tuttum,” diyen Anne Carson’a şapka çıkarmaktır bu basbayağı. Franz’ı ya da Epsilon’u yitirmek cenneti yitirmektir adeta (“Yaşamda aşktan başka hiçbir şey kaçırılamaz” zira) ve yine gönüllü tercih edilmiş bir yalnızlığa mahkûmiyet gelir sonrasında: Öyle bir yalnızlıktır ki kendilerini gölgede bırakan (ve gölgede kalan), arkalarında hiç iz bırakmamayı amaç edinen bu kadınların yaşadığı, “Benim öldüğümü birinin anlaması uzun zaman alabilir,” dedirtir. Hatta var olduğunun kanıtı olarak kendi ölüm ilanını görebilmeyi diletir.
Yaşamla ölüm, ölüm arzusuyla ölüm korkusu arasında ileri geri gidip gelen, belki doksanında belki yüzünde bu kadınların benzerlikleri hayatın kendisinden kaynaklanan benzerliklerdir. Tutkuların ancak yaşlılıkta en saf halleriyle ortaya çıktıklarını kanıtlarcasına paylaşılan bir suç ortaklığı. Gerek Monika Maron’un gerekse Kjersti Skomsvold’un yazınında aslolan duyguları somutlaştırmaktır ve bu bağlamda seçtikleri her kelime kendi değerini ortaya çıkarır; içerdikleri anlamlar allanır pullanır. Sade bir şiirsellik, ince bir kara mizah barındırır. Geçmişi bugünle harmanlayan yoğunluğunu ve parlaklığını yine de bu sadeliğe borçludur her ikisi de.
Bir yakınış, bir yakarıştır söze döktükleri:
Karanlık ve berrak.