Dominic Pettman, sosyal medya kullanımını bağımlılık gibi bir kategoriden çıkarıp dikkat dağınıklığı gibi görece daha sansasyonel bir olguyla birlikte ele alıyor...
29 Ağustos 2017 14:25
Sosyal medya geri döndürülemez bir biçimde hayatlarımıza girdi ve onsuz bir hayat kurgulamamız bundan böyle mümkün olmayacak. Fiilî olarak elimizdeki akıllı telefonlar, (elbette dizüstü) bilgisayarlar, tabletler ve onlarda kullandığımız uygulamalar, beden ve zihinlerimizin farklı biçimlerde birer parçası olmaya devam edecek. Apple ile Samsung’un rekabet içinde geliştirdiği “watch” (kol saati) ürünleri bile bu yerleşikliğin bir göstergesi.
Gelgelelim, üretilen her yeni teknoloji, geliştirilen her yeni ürün ya da uygulamalarımıza gelen her yeni güncelleme, insan varlığı olarak dengemizi bozuyor. Kalıcılık sağlayabileceğimizden daha yüksek bir hızda ilerleyen sosyal medyanın biz kullanıcıları uğrattığı en büyük bozgun, kuşkusuz kültürel açıdan oluyor. Anlık olarak değişen bir kültürün içinde onun bir parçası kalmaya devam etmek için verdiğimiz mücadele, odaklanmayı ve dikkati büyük ölçüde ortadan kaldırıyor. Dikkatin yerine, dikkat dağınıklığına gömülüyoruz. Boyun ağrılarımızla, duruş bozukluklarımızla, hareketsizlikle vs. çok sayıda problemle karakterize olan fizyolojik bozgundan söz etmeye dahi gerek yok.
ABD’li araştırmacı Dominic Pettman da Sonsuz Dikkat Dağınıklığı adlı kitabında, gündelik yaşamda sosyal medyayı kullanma deneyimimizden yola çıkarak dikkat dağınıklığını kültürel ve teorik bir olgu olarak ele alıyor. Konuyla daha soyut boyutlarda ilgilenen Pettman’ı incelemeden önce, sosyal medya ve dikkat dağınıklığı ilişkisinin ne boyutta olduğuna gündelik pratikler üzerinden bakalım.
Hepimizin birlikte oturup, bir şeyler yiyip içerken sohbet ettiğimiz ama bir noktadan sonra cep telefonuna gömülen ve sizi dinlemeyi bıraktığını fark ettiğimiz bir arkadaşı vardır. Bu her ne kadar sinir bozucu olsa da, çok yakın bir arkadaşım müsaade isteme nezaketini göstererek WhatsApp ya da Facebook Messenger’dan gelen mesajına cevap verir ve bunu “Ona cevap vermezsem ayıp olur” diye gerekçelendirir. Bir de, hem sizinle konuşup hem gelen mesajlara cevap yetiştirmeyi başarabilenler vardır ki, onlar birden fazla işi aynı anda görebilmektedirler (multitasking). Metrobüste, metroda elinden telefonu asla düşürmeyen, üç farklı mesajlaşma programı kullanıp aynı anda birkaç farklı timeline’ı izleyebilen ve Google’da bir şeyler aratabilecek denli aşama kaydetmiş insanlara da aşinayızdır. Kitap okuyanlar da aslında pek masum değiller. Bu yazının bir kısmının yazıldığı gün, metrobüste önümdeki koltukta Pablo Neruda şiiri okuyan kadının telefonuyla ilgilenmekten sekiz durak boyunca aynı sayfada kalması ironiktir. Bunları hiçbir düzeyde yapmayan insan neredeyse yok gibi. Aslında gündelik hayatta biz buyuz.
Pettman’ın bize Sonsuz Dikkat Dağınıklığı kitabında anlatmaya çalıştığı dikkat dağınıklığı tam da böyle bir yere denk düşüyor. Dikkat dağınıklığı aslında dikkatimizin kaybolup hülyalı düşüncelere dalmamız ya da eli işte gözü oynaşta olma durumu değil, bilakis bir işle/ görevle uğraşırken başka birini aklımızda bulundurma ve/ya hızlıca bir diğerine de göz atmaya karşılık geliyor. Yani, ister gerçek hayat ve sanal hayat arasındaki ayrım noktasında isterse sanal hayatın kendi içinde uygulamalar üzerindeki ayrım noktasında hepimiz en az iki şeyi aynı anda yürütmeye, onlara odaklanmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla dikkatimiz merkezsizleşiyor ve kayboluyor.
İnsan gözünün bilgisayar veya telefon ekranında okuma hızının matbu kitaplara göre çok daha az olması ve ekrandaki metne daha az odaklanabilmemiz de bu dağınıklığın fizyolojik bir semptomu herhalde. Twitter, Facebook veya Instagram’da neler paylaşıldığını sürekli olarak kontrol etme takıntısı da bunlardan biri. Hiçbir paylaşım, hatta 140 karakterden oluşan tweet bile derinlemesine okunmaz. Pettman, bu durumu şöyle özetliyor: “Dikkat dağılmasının anlamı 'farklı yönlere çekilmek' ya da dikkatin 'parçalara ayrılması'dır. Kısa süre öncesine kadarsa bir delilik terimiydi. Bilgisayarlarımız paralel işlemcilerle birlikte geliştikçe, biz de beynimizi çoklu görev üstlenebilen unsurlara ayırarak gelişmek durumunda kalıyoruz.” (syf. 31) Aslında hepimiz bir anlamda “görev yöneticisi”ne ihtiyaç duyuyoruz.
Pettman’ın günlük yaşamda sosyal medya kullanımına bu eleştirel ama eğlenceli yaklaşımının aslında eleştiri amacı gütmediğinin altını kalın biçimde çizmek gerekiyor. Çünkü Pettman da, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı’nın bir sosyal medya eleştirisi olmadığını (syf. 11) açık biçimde ifade eder. Kitabın sosyal medyaya toplumsal ve kültürel bakış açılarını içeren ve sayıları son yıllarda giderek artan eserler içindeki yeriyse, yazarın iddiasının aksine eleştirel bir konuma düşer.
İnternetin ve bilhassa sosyal medyanın adına yaraşır biçimde gerçekten toplumsal bir boyut kazandığı 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren, sosyal medyanın dönüştürücü gücüne yönelik çalışmalar âdeta kutsanmıştı. Bu çalışmalara, “Arap Baharı” diye adlandırılan süreç ve toplumsal hareketlerde sosyal medyanın yadsınamaz etkisinin de eklenmesiyle, sosyal medya bütünüyle iyi yönleriyle ön plana çıkarılır oldu. Kuşkusuz o yıllarda da tekno- kötümser bakış açıları epey gelişmiş ve ürün verebilir hâldeydi. Gelgelelim, akademiden toplumun farklı kesimlerine kadar herkes gündelik yaşamın yeni, keşfedilmeyi bekleyen ve kaçınılmaz olarak heyecan yaratan sosyal medyadan büyülendiğinden olsa gerek, buna karşı çıkan seslere kulak tıkamak moda oldu, daha doğrusu bunun getirdiği sosyal sermayenin riski yoktu. Ancak sadece birkaç yıl sonra sosyal medyanın yarattığı epifanik sarsıntının geçmesinin ardından, tekno- iyimser çalışmalar popülerliğini yitirmeye başladı ve sosyal medya kullanımının ve bizatihi kendisinin bireye ve topluma olan etkilerinin ne olduğu üzerine çeşitli düzeylerde eserler verildi. Böylece sosyal medya eleştiri nesnesi hâlini kazandı. Pettman’ın yaptığı da bu eleştirel yönü felsefeyle daha sıkı biçimde bağdaştırmak diye tarif edilebilir..
Sonsuz Dikkat Dağınıklığı’nda çok farklı isimlere sıkça referans verildiğini görürüz: Bejamin, Kraucer, Deleuze, Agamben, Bateson, Barthes, Žižek , Badiou, Heidegger. Özellikle Kraucer’e yapılan vurgu, kitabın ana sorunsalı olan dikkat dağınıklığını hem anlatmakta hem de çözümlemekte önemli bir kaynak olmuştur. Günümüz toplumunun sosyal medyayla ilişkisini tarif eden Pettman, Kraucer’in kendi dönemindeki tarifine başvururken, dikkat dağınıklığı mefhumunun yine Kraucerci bir biçimde “hem pürdikkat hem dikkati dağılmış kitleler barındırdığı vaadinin hayata geçirilmesi”nin (Syf. 104) bir görev olduğunu söyler. Bu bakımdan, Pettman’ın sosyal medya üzerine keskin iyimser veya kötümser fantezilere kapılmaya çalışmadan, iç ve dış, negatif ve pozitif, düz ve ters yüz edilmiş hâllerinin bir arada olduğu bir resmi ortaya koyar. Çünkü dikkat dağınıklığına yönelik toplumsal meyil sosyal medyanın ortaya çıkmasıyla meydana gelmemiş, tam tersine her iletişim teknolojisi atılımında (radyo, televizyon vb.) vuku bulmuştur.
Dikkat dağınıklığını her teknolojik atılımda meydana gelen ve her seferinde üzerine yeni bir katmanın eklendiği bir yapı ya da birbirini farklı şekillerde tekrar eden, her halkasında bir diğerine ilişkin yenilikçi ve daha çağdaş bir örüntünün oluştuğu sonsuz bir spiral tarihsel sistem olarak düşünelim. Pettman’ın dikkat dağınıklığında odaklandığı hipersenkronizasyon ve hipermodülasyon olguları da bizim sosyal medya ile birlikte deneyimleyebildiğimiz şeyler. Örneğin, hiçbir popüler sosyal medya platformu bize kendimize benzemeyen kullanıcıları, sayfaları, hesapları vb. göstermez. Bunun yerine, bize en benzeyeni bulma peşindedir ve biz onların profilleriyle, ekrana yansıttıkları ego- idealleriyle, paylaştıkları içeriklerle senkronize hâle geliriz. Kaldı ki, enformatif atmosferde etkileşimde bulunduğumuz her sanal antite, hakikatle olan ilişkimize dair bir kırılganlık olmaksızın anlamını ve sosyal medya için daha da önemlisi çekiciliğini yitirir. Çünkü “kalorisiz bir besin misali vücudumuzda dolaşan bilgiyi işleyip başkalarına aktarıyoruz.” Burada enformasyonla vakit geçirmenin kısalığı da elbette biz kullanıcıların hakikatle olan ilişkisini -belki de geri döndürülemez bir biçimde- değişime uğratıyor. Ancak şöyle soruyor Pettman (syf. 77): “Ne var ki, bu bilgi parçacıkları üzerimizden geçerken bir tür psikosomatik tortu bırakıyor olmalı. Üzerimize böylesine otistik bir tesirle yağan bu pikseller arasında yönümüzü bulurken ‘dikkatli’ davranıyor muyuz?”
Her dikkat dağınıklığının kendine has bir dikkati vardır ve sosyal medya kullanan bireyler olarak fazlasıyla uyumlu hâle “getiriliyoruz.” Her içerik hakkında bilgi ve fikir sahibi olmamız, sosyal medyanın kesintisiz ve tamamını yakalaması ve idrak etmesi mümkün olmayan zaman akışına bütünüyle senkronize hâle gelmemiz isteniyor. Bu talebi karşılamanın arayışına bir kez düştüğümüzde dahi, onu kendi talebimizmiş gibi tekrarlayıcı biçimde sürdürüyoruz. Hipersenkronizasyon ve hipermodülasyon kavramlarıyla sosyal medyadaki zamana ve bireyin sosyal medya algısını tarif etmeye çalışan Pettman’ın açıklayıcı tanımı ise şöyle: “Hipermodülasyon, kişisel tercihlerimizi tatmin edip kendi ‘filtrelenmiş baloncuklarımızı’ yaratmamızı sağlayarak ferdiyet duygumuzu okşar [...] nihayetinde kazanan her zaman hipersenkronizasyondur” (Syf. 43).
Çünkü sosyal medyada konuşan biz değilizdir, biz daima işleyiş biçimi ve algoritma tarafından konuşuluruz. Pettman’ın Lacan’a isim vermeden atıfta bulunduğu, (kitabın bazı yerlerinde Lacancı kavramlara referans veriliyor) kitabın birkaç cümlelik bir bölümündeki çıkarımın bu tek cümlelik özeti, aslında Sonsuz Dikkat Dağınıklığı’nın en can alıcı noktası olarak görülebilir: “Hipermodülasyona uğruyoruz, göğüs uçlarımız çimdikleniyor, burunlarımız bükülüyor ve gözlerimiz yerinden oynatılıyor. Tuşlara basan ve bir şeyler beceren kusursuz birer Mozartmışız gibi gelse de, devasa bir org misali çalınan aslında bizleriz” (Syf. 38).
Yenilikçi, sosyal medyaya dair eski ezberleri tekrarlamaktan kaçınan ve bununla birlikte iyimser ya da kötümser tarafa yaslanmaya herhangi bir şekilde ihtiyaç duymadan derdini sadelikle anlatan Sonsuz Dikkat Dağınıklığı’nın yeterli bir derinlik hissi yaratabildiği konusu ise şüpheli. Zira, her ne kadar Pettman, sosyal medyanın yarattığı dikkat dağınıklığını felsefe ve kültürel teoriye göre ele alıyor olsa da, bu konudaki yorum ve çıkarımlarında yüzeyde kalmak istediği çabucak anlaşılıyor. Yazarın bunu anlaşılmazlık çemberinde kalmamak için yaptığı açık ama bunun teorik çerçeveye gevşeklik kazandırdığı da muhakkak.
Bu gevşekliğin örneklerini kitabın bütününe yayılan, gerek Pettman’ın tedavüle soktuğu gerek diğer felsefecilerden ödünç aldığı kavramların tanımında ise bu sadeliği görmek güç. Gelgelelim, hipermodülasyon ve hipersenkronizasyon gibi henüz yerleşik olmayan olguları tanımlarken yazardan kesinlik ve genelgeçerlilik beklememek gerekiyor. Gerçekten de, evrimini tamamlamamış, artık tarihin bir parçası hâline gelip aramıza bir türlü mesafe koyamadığımız, geride bıraktığımız ya da daha politik bir ifadeyle “barışmayı başardığımız” meseleler üzerine ahkâm kesmek bu riski doğrudan içinde barındırır. Bunun belli başlı sebepleri de vardır: Yeterince veriye sahip olmamak, konuyla ilgili daha önce yapılmış çalışmaların da somut olgulara değil, soyut varsayımlara dayalı olması, konuyu etraflıca incelemenin mümkün olmayacağına dair endişe verici his.
Her ne kadar sosyal medyanın gündelik hayatımızda yerleşik bir hâle geldiğini söylesek de, Pettman’ın konu hakkında söyleyebileceklerinin belirli bir sınırı var. Sonsuz Dikkat Dağınıklığı’nın yazım süreci boyunca sözü edilen medyaların, ortamın ve kullanıcı alışkanlıklarının/ eğilimlerinin hızla değişime uğramadığını kim iddia edebilir ki? Pettman’ın tanımlardaki muğlaklığını çıkarımlarında görmek de mümkün. Yer yer herkesin zaten bir şekilde bildiğini düşündüğümüz sonuçlara ulaşan yazar, bazen de oluşturduğu çerçeveyi dağınık bir sonuca bağlıyor.
Bununla beraber Pettman’ın sosyal medya kullanımını bağımlılık gibi bir kategoriden çıkarıp dikkat dağınıklığı gibi görece daha sansasyonel bir olguyla birlikte ele alması, konuyu daha önce görülmemiş bir biçimde değerlendirmeyi kolaylaştırıyor. Sosyal medya kullanıcısının daimi ilişkide bulunduğu araca ilişkin edindiği özdüşünümsel mesafe de cabası.