“Neredeyse aklı fazla başında:” Stoacılığın cazibesi üzerine

Birkaç önemli istisna haricinde, akademik felsefecilerin ebedî hakikatler veya içgörüler söz konusu olduğunda bize büyük ölçüde pek bir şey sunmadığını düşünmekte yalnız olmadığımı sanıyorum

06 Aralık 2018 14:12

Bazılarımız büyüyünce rock yıldızı veya roket mühendisi, bazılarımızsa aktör veya sporcu olmak ister. Marcus Aurelius ise büyüyünce Stoacı olmak istiyordu. En azından Marguerite Yourcenar Hadrianus’un Anıları adlı romanında bize bu izlenimi verir. Roma imparatorluğu döneminin zekice yeniden tahayyül edildiği bu roman, can çekişen Hadrianus’un halefi olarak seçtiği çocuk yaştaki Marcus Aurelius’a yazdığı bir mektup şeklinde kurgulanmıştır. Hadrianus “sevgili Marcus”u takdir ediyordur etmesine, ama onu paylıyordur da. Marcus, Hadrianus’un hatırladığı kadarıyla, “Stoacıların riyazetleri”ne kendini biraz fazla ateşli biçimde kaptıran genç bir adama dönüşmüş, “neredeyse aklı fazla başında olan bir küçük oğlan”dı.

Hadrianus, ya da en azından Yourcenar’ın Hadrianus’u, bugünkü Stoacılık düşkünlüğümüze ne derdi acaba? Birçoğumuzun büyüp de Stoacı olması için vakit artık çok geç elbette, ama kimilerimiz hayatın son demlerini Stoacı olarak geçirmek istiyor. Epiktetos’un Princeton Üniversitesi Yayınevi’nden yeni bir baskıyla çıkan kitabı How to Be Free: An Ancient Guide to the Stoic Life başlıklı Encheiridion and Selections from Discourses, Stoacılık hakkındaki popüler ve akademik kitaplar furyasının son parçası. Massimo Pigliucci’nin How to Be a Stoic: Using Ancient Philosophy to Live a Modern Life ve Donald Robertson’ın Stoicism and the Art of Happiness kitapları bu minvaldeki popüler kitaplara son eklenenler; A. A. Long’un klasik Stoic Studies’i ve Pierre Hadot’nun La citadelle intérieure: Introduction aux Pensées de Marc Aurèle’i ise akademik kategorinin kayda değer örnekleri.

How to Be Free popüler ve akademik okur dünyaları arasında bir köprü kurmayı amaçlıyor. Stoacılık üzerine çalışan tanınmış bir akademisyen olan ve Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de klasikler alanında profesör olarak çalışan Long’un tercüme edip bir takdim yazısı yazdığı bu kitapta, Yunanca metin ve İngilizce çeviri yan yana sunuluyor. Yunanca kaynak metne dair bir şey söyleyemeyeceğim ama Long’un çevirisinin keskin ve dolambaçsız olduğunu söyleyebilirim– daima Epiktetos’un öğretileriyle de ilişkilendirilmiş niteliklerdir bunlar. Tıpkı Sokrates gibi Epiktetos da kendi sözlerini kâğıda dökmemişti; Encheiridion (yani “elkitabı”) ve Söylevler, Hadrianus’un en yakın emir erlerinden biri olmuş öğrencisi Arrian sayesinde elimize ulaşmıştır. Ne var ki, Platon’un yazılarında Sokrates çoğu zaman kendi öğrencisinin felsefî gündemi için bir vekil görevi görürken, azat edilmiş bu kölenin sözlerini kâğıda döken Arrian’ın kayıtlarında herhangi bir uydurma yok gibidir.

En önemlisi ise, aralarında dört yüzyıldan fazla süre olsa da, Sokrates ve Epiktetos’un kendi kanaatleri ve eylemleri arasında tutarlılık olması bakımından birbirlerine benzemeleridir. Epiktetos’un hayatına dair bilinen pek az ve (her ne kadar temellendirilmemiş olsa da) meşhur andan biri o hâlâ köleyken yaşanmıştı. Bir öfke nöbetine tutulan efendisi Epiktetos’un bacağını burkmaya başlamıştı. Köle, sakin bir sesle, burkmaya devam ederse bacağının kırılacağını söylemişti efendisine. Bu uyarıya kulak asmayan efendisi, Epiktetos’un bacağını kırmış ve sakat kalmış adam soğukkanlı bir dille, “Sana kırılır dememiş miydim” demişti.

Epiktetos’un topallığının efendisinin bu insanlık dışı hareketinden mi yoksa, daha basit bir sebeple, artritten mi kaynaklandığı belli değildir. Fakat Epiktetos’un bir köle olarak yaşamış olmasının onun felsefesini şekillendirdiği aşikârdır. Felsefe denince bugün akla genellikle akademik bir disiplin geliyor: icracılarının hakemli dergilerde makaleler yayımladığı ve epistemolojiden ontolojiye, dilbilimden metafiziğe uzanan çeşitli meseleleri yeniden inceledikleri veya daha kapsamlı olarak, kendi mesleklerinin tarihini yeniden değerlendirdikleri akademik monograflar yazdığı bir disiplin. Bu dünyaya aşina olan herkesin belirtebileceği gibi, akademik bir disiplin olarak felsefenin diline ve dertlerine vâkıf olmak epey meşakkat ve çaba gerektirir. Bu kendi başına bir sorun değildir: Joyce ve Woolf’un, Dickinson ve Faulkner’ın okurları, bu yazarların zorlu ve emek isteyen çalışmalarında oluşturuverdikleri parlak hakikat ve içgörü anlarını bağırlarına basarlar.

Gelin görün ki, birkaç önemli istisna haricinde, akademik felsefecilerin ebedî hakikatler veya içgörüler söz konusu olduğunda bize büyük ölçüde pek bir şey sunmadığını düşünmekte yalnız olmadığımı sanıyorum. Onların mevcut dünyaları, benim içinde yaşadığım ve onların mesleklerinin güya sunacağı  dünyadan ne yazık ki fersah fersah uzakta ve o dünya yerine, onların mesleklerinin sözümona sunduğu bilgeliğe kucak açmayı tercih ederim. Hadot’nun Amerikalı felsefeci Arnold Davidson’la yaptığı bir dizi söyleşide belirttiği gibi: “Felsefe tarihçisi yerini felsefeciye bırakmalıdır– felsefe tarihçisinin içinde daima canlı kalması gereken felsefeciye. Bu son görev, kişinin gözükara bir içtenlikle kendisine şu belirleyici soruyu sorması olacaktır: 'Felsefesi yapılacak olan şey nedir?'”

Antik dönem Yunan ve Roma felsefe okulları hakkındaki ufuk açıcı yazılarında Hadot, bugün felsefe yapmak diye kabul gören şeyin bu olmadığını söyler. Antik felsefe okulları, bugünkü felsefe bölümlerinin yaptığı gibi, çeşitli alt-disiplinlerde bir sürü ders sunmak yerine, Hadot’nun “manevi idmanlar” dediği şeyi sunuyordu. Yani, dünyayı görme şeklimizi değiştirecek araçları ve kendi benliğimizi değiştirme gücünü.

Bu türde pek çok okul vardı –Epikourosçular, Stoacılar, Skeptikler, Platoncular ve Aristotelesçilerin hepsinin kendi yerleri vardı– ama hepsi öğrencilerine hem belirli bir felsefe hakkında bilgi vermeyi hem de onları o felsefeyle dönüştürmeyi vadediyordu. Bu anlamda, bir adayın hangi okulu seçeceği varoluşsal bir meseleydi. Sözgelimi, Albert Camus’nün Sisifos Söyleni’ndeki sesinin aciliyeti –orada bize kimsenin “ontolojik bir argüman uğruna ölmediğini” hatırlatır– iki bin yılı aşkın süre önce Romalı devlet adamı, yazar ve felsefeci Seneca tarafından dillendirilmişti. Teorik sorular etrafında dolanıp durarak oyalanan felsefecileri fırçalayan Seneca şöyle haykırmıştı: “Oyun oynamaya zaman yok […] Deniz kazası geçirmişlere, mahpuslara, hastalara, muhtaçlara, baltayla idamı bekleyenlere yardım getirme sözü vermiştiniz […] Ne yapıyorsunuz?”

Encheiridion’dan öğrendiğimiz üzere, Epiktetos oyun oynayıp duracak biri değildi. Talebelerini şöyle uyarıyordu:

Felsefeyle ilgilenmeye başladığınızda, şimdiki gibi yemeye ve içmeye ve aynı şekilde kızıp sinirlenmeye devam edebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Gün gelecek hiç uyumayacaksınız, çok sıkı çalışacaksınız, arkadaşlarınızdan ve ailenizden uzakta kalacaksınız, genç bir köle tarafından küçük görüleceksiniz, sokaktaki insanlar sizinle alay edecek ve rütbede, makamda, mahkeme salonunda ve hatta her yerde mertebeniz düşecek.

Epiktetos’un nazarında, Stoacılık bir meşgale değil, sıkı sıkıya uygulanacak bir pratikler dizisiydi. Kendisinden sonra gelen daha çapraşık felsefe okullarına kıyasla, Stoacılık insanın kendi hayatını yeniden düzenlemesi hedefi bakımından en azından pratik açıdan çok daha zahmetlidir. Stoacıların kendi okullarına insan katmakla görevli üyeleri olsaydı, bu kişiler felsefenin sevip sevebileceğiniz en zorlu iş olacağı konusunda insanları baştan uyarırdı.

Gerek Helenistik dönemindeki biçimde gerekse Roma dönemindeki versiyonunda, Stoacılık aklın hayatlarımızda belirleyici bir rolü olduğunu vurgulamıştı. Muazzam ve sarsılmaz güçlerce sürüklendiğimiz bir dünyada, aklî yetilerimizin pusulası kadınların ve erkeklerin –Stoacılık, Epikourosçulukla birlikte, kadınları aşağı bir konuma yerleştirmeyi reddetmek bakımından istisnai bir noktada duruyordu– yönlerini bulmasını sağlıyordu. Bu koşulların üzerinde hâkimiyet kuramayız, ama onlara yönelik tavrımız üzerinde hâkimiyet kurabiliriz. Stoacılar bu vakaları çoğunlukla “ilgisiz şeyler” diye nitelendirir: başlı başlarına, içsel olarak ne iyi ne de kötü olan olaylar ve olgular.

İlgisiz şeyler, önemseme eğilimi gösterdiğimiz ama üzerine daha fazla kafa yorduğumuzda önemsiz olduğu açığa çıkan şeyleri kapsar. Mesela arabamın veya derimin rengi öyledir. Fakat işin daha kışkırtıcı yanı, ilgisiz şeylerin sosyal veya yasal statümü de kapsamasıdır. Derimin rengi beni hayatım boyunca köle olmaya mahkûm ediyorsa ne olacak? Eski bir köle olarak Epiktetos buna dobra dobra yanıt verir: Fiziksel kölelik, Stoacı bilgeliğe ulaşmış herkesin bildiği üzere, ilgisiz bir şeydir. Stoacı bir insan “bize bağlı olmayan şeylerden iyilik ve kötülüğü söküp çıkarmalı ve [bu nitelikleri] yalnızca, bize bağlı olan şeylere atfetmelidir.” Bizim dışımızda olan neredeyse her şey –dünyanın açığa çıkan temeli, zemini– bize değil, doğaya bağlıdır.

Çok önemli bir husus; bize bağlı olan bakış açımızdır. Aklımız sayesinde, dünyanın hâlini kavrayabilir ve ona rıza gösterebiliriz. Bu felsefî doruklara tırmanmak bir ömür boyunca çaba sarf etmeyi gerektirir, fakat bu zirveye ulaşır ulaşmaz salt maddi ve fiziksel şeylerin, Marcus Aurelius’un deyişiyle benliğimin “iç kalesi”ni yarıp geçemeyeceğini görürüm. Ve ister bir senatör ister bir köle, ister zengin ister yoksul, ister yüzbaşı ister odalık olayım, Stoacıların ataraxia yani huzur dediği şeyi o kalenin içinde işlerim.

Stoacılığın Romalıların belirli bir kesiminde böylesine büyük rağbet görmesi tevekkeli değil. Aklıselim bir Romalının hayatını tanımlayan değerlerin yani mos maiorum’un dayanıklılığını yansıtmak ve pekiştirmekle kalmamıştı Stoacılık, aynı zamanda, emperyal hâkimiyet dünyasında bir nebze faillik ve özgürlük de sağlamıştı. Stoacılığın bugünlerde Amerikalıların belirli bir kesiminde görmeye başladığı ilgi de keza bir o kadar şaşırtıcı değil. Kurumsal bürokratikleşmenin, toplumsal parçalanmanın ve siyasî kutuplaşmanın damgasını vurduğu dünyamızda, Stoacılığın sağaltıcılık vaadi bir hayli insanı kendine çekmektedir. Bu bakımdan, bilişsel terapinin Albert Ellis ve Aaron Beck gibi kurucularının antik Stoacılardan derin biçimde etkilenmiş olması manidardır.

Ne var ki, Stoacılığın özünde karanlık var– Yourcenar’ın romanında, Hadrianus’un bir an için görebildiği bir karanlık. Her ne kadar Epiktetos’un teşkil ettiği örneğe hayranlık duysa da –kötürüm kalmış ihtiyar adamın “neredeyse ilahi mahiyette bir serbestiyetten istifade ettiği”ni belirtir Hadrianus– imparator yine de Marcus Aurelius’a bu yaşlı adamı ve onun felsefesini benimsemeyi reddettiğini söyler. Epiktetos, diye düşünür Hadrianus, “çok fazla şeyden vazgeçmişti ve benim için tehlike doğuracak şekilde en kolay şeyin salt el ayak çekmek olduğunun hızla farkına varmıştım.” İmparator bir şeyin ayırdına varmıştır. Stoacılıktaki el ayak çekmenin Epiktetos’un zerre tereddüde düşmeden kabul ettiği kapsamı, çoğumuzun arzu edebileceğinden çok daha geniştir. Hadrianus sıradan teşbihlerinden birinde, Stoacının yaşamını doğanın emri altında ilerleyen bir gemi yolculuğuna benzetir. Nasıl ki gerçek bir deniz yolculuğundaki bir seyyah “küçük kabuklular ve sebzeler” toplamak için bir limanda inebilirse, bu şeyleri derhal bırakıp gemiye dönmeye de hazırlıklı olmalıdır. Dolayısıyla, yaşam gemisinde de, bir limana uğranıldığı sırada, Stoacı bir kişi “küçük bir eş ve çocuk” alabilir. Ama bu yadigârların üzerine titrenmemelidir, ne de olsa, “kaptan sizi çağırırsa, gemiye koşar ve geriye bir kez olsun bile dönüp bakmadan tüm o şeyleri ardınızda bırakırsınız.”

Encheiridion’da Epiktetos –onun çocuksuz bir bekâr olduğuna da dikkatinizi çekerim– bu tür örnekleri sıralar durur. Eşimin ve çocuklarımın serpilip gelişmesi şöyle dursun, yaşamalarını istememin bile “aptalca” olduğunu söyler, çünkü bana bağlı olmayan şeylerin bana bağlı olmasını istiyorumdur. Çocuklarımdan biri veya eşim ölürse, “onları kaybettiğimi” asla söylememeliyimdir. Onlar zaten hiç benim olmamıştır. Bu yüzdendir ki, bunun yerine, onların geri gönderildiğini söylemeliyimdir. Martha Nussbaum ve Richard Sorabji gibi klasikçiler Stoacı el ayak çekmenin sonuçlarını ve bedellerini sorgulamakta haklıdır. Sevdiklerimize bağlı olmamız iyi olduğu gibi, bu aynı zamanda zorunlu bir şeydir. Bu bağlılıklar olmasa, kendimizi daha fazla güvende ve hatta daha huzurlu hissedebiliriz, ama insanlığı da daha az tecrübe etmiş oluruz. Açıkçası, daha az insan oluruz.

Bu küçük elkitabının gündeme getirdiği başka büyük sorular da var. İktisadî, siyasî ve toplumsal meselelerin ilgisiz şeyler olduğunu söyleyen Stoacılık siyasî teslimiyet biçimlerini de teşvik etmiş olmaz mı? İlgisiz şeyler bıçağıyla koca bir alanı kesen Stoacıların, direnebileceğimiz ve direnmemiz gereken kölelik biçimleriyle iş birliği yapıyor olma tehlikesi yok mu? Çocuklarınızın sizin ölümünüzden sonra yaşamaya devam etmesini ve hatta daha iyi yerlere gelmesini tüm samimiyetinizle dilemeniz sahiden de aptalca mı? Epiktetos’un kitabını okuyup bir kenara koyduğunuzda, kendinize şu soruyu sorabilirsiniz: Yaralanabilirliğini kabul etmiş ve sevgili Antinous’u kaybetmenin yasını tutmuş Hadrianus’un tarafını mı tutayım, yoksa yaralanabilirliğini salt insanlığı sevmek suretiyle göstermeye çalışan “sevgili Marcus”un tarafını mı?

 

 

Çeviri: Erkal Ünal
Bu makale ilkin 30 Ekim 2018’de Los Angeles Review of Books’ta yayınlanmıştır. Yazarın özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir.