Suat Derviş'in anlattığı hikâyeye toplumsal/iktisadi boyutun eklenmesiyle, Ankara Mahpusu sistem eleştirisi getiren bir yapıt hâlini alır. Suat Derviş'in dünya ve sanat görüşü bu doğrultudadır
23 Temmuz 2018 13:30
Suat Derviş, bir dönem yazdığı eleştiri yazılarında[1], edebî eserlerin “cemiyet hayatını aksettirme[sini]”, bir “iddia ve tezi” olması gereğini savunan yazarlardandır. Kendi romanlarını da, –kuşkusuz bu yazıda değerlendirmeye çalışacağım Ankara Mahpusu[2]’nu da– böylesi bir dünya ve sanat görüşü çerçevesinde kaleme almıştır.
Sadece birbirini takip eden olaylara odaklanarak yapılacak bir okumanın, Ankara Mahpusu’ndaki toplumsal eleştirinin hukuk düzenindeki eksikliklerden, norm ve uygulamadaki yanlışlıklardan ibaret olduğu sonucuna götürmesi mümkündür. Roman, mevcut ceza infaz rejimini oluşturan düzenlemelerin ceza hukukundan beklenen aslî sonuçlardan, mesela suçlunun uslanması ve topluma yeniden kazandırılmasını sağlamaktan ne kadar uzak olduğuna ilişkin bir hikâye gibi başlar. İşlediği cinayet nedeniyle 12 yıllık mahpusluğunun ardından tahliye olan Vasfi’nin önceki hayatına devam etmesinin ya da kendisine yeni bir hayat kurmasının imkânsızlığına tanık oluruz. İşlediği cinayet ve aldığı hapis cezasıyla hayatı ortasından kopmuştur, roman ilerledikçe de kopan uçların yeniden birleşmesinin neredeyse imkânsız olduğu anlaşılır.
“İnsanların tek hayatı vardır. Onun hayatı birdenbire ortasından kopmuştu. Fakat bu on iki senelik kopuk parçanın bu ucunda yeniden hayatı başlıyordu, bu başka bir hayat değildi.”
Ne yapacağını, neler yapma şansı ya da imkânı olduğunu bilmiyordur Vasfi. Tahliyenin ardından ilk günlerde zihni bunlarla çok da meşgul değildir. Yüzü geleceğe değil, geçmişe dönüktür, hapishanede geçirdiği 12 yıl “yakın geçmişi”, ondan önceki hayatı da “uzak geçmişi”dir, o zamanları hatırlar, bir yandan cezaevi yıllarını bir yandan da ondan öncesini, içeride yıllar boyunca yaptığı gibi didikler durur hayatının önceki dönemlerini. Biz de bu arada Vasfi’nin neden cezaevine girdiğini, daha öncesinde nasıl bir hayatı olduğunu vs öğreniriz.
Geçmişle böylesine haşır neşirken geleceğini, kendisini nelerin beklediğini düşünmediği gibi, şimdiki zaman da yok gibidir Vasfi için. Tuhaf bir sükûnet içindedir. “Bütün hislerden ve düşüncelerden onu bu kadar ayıran bu sükûnet ne acayip bir şeydi. O kadar sakindi ki sanki artık yaşayanlardan biri değil… sanki bir ölüydü.”
Gelecek yok, şimdiki zaman ölü, geçmiş yaşanmış bitmiş, değişmesi, değiştirilmesi imkânsız. Tahliyesinin ardından böyle bir haletiruhiyeyle yeni hayatına başlar– yeninin de, başlangıcın da ne olduğunu kestiremeden elbette. “Vasfi hâlâ bunun [yepyeni bir hayatın başladığının] farkında değildi. Hâlâ kendisinin mahpus olmadığını bütün manasıyla kavrayamıyordu. Bir kere sevinçli değildi.”
Bununla birlikte Vasfi’nin tahliyeye sevinememesinin nedeni geleceğin meçhul oluşu değildir, ondaki bu ruh hâli 12 yıllık mahpusluğun sonucudur, özgürlüğü kısıtlayıcı bir ceza almış, ama bu zaman zarfında özgürlüğünün yanı sıra ruhunu da yitirmiştir. “Sanki bir ölü” gibi oluşu yeni bir his değil, içeride geçen yılların tortusudur.
“[Hapisteyken] bazen isyan ederdi, ama sonra kırık dökük bir kişi kesilirdi ve tevekkül gelirdi, zaten tevekkül insanı insan eden duygulardan sıyrılmak değil midir?.. Herhalde öyledir. İnsan bütün duygularından yavaş yavaş sıyrılırdı. Bir miskinlik, bir uyuşukluk devrine girilirdi. Artık insan eski benliğinin bir gölgesi olurdu. Evet cansız ve ruhsuz bir gölge. Mahpuslar ruhsuz kalmış kimselerdir. Bu ölü olmaktan korkunç bir şeydi.”
Hayatı mahpushaneye düşmesiyle ortasından kopmuş, ama kopan yerden yeni bir hayat başlayamamıştır; içeride geçen yıllar öncesindeki hayatının olsa olsa “gölgesi” olarak nitelendirilebilir ancak. Sadece verilen cezanın dolmasının beklendiği bir aralık– upuzun sürmüş bir bekleme odası mesaisi. Hapishanede, kuşkusuz, sadece beklememiştir, ahbaplıklar kurmuş, bir şeylerle meşgul olarak yıllarını geçirmiştir, ancak bu yapıp ettiklerinin, ahbaplıkların sonraki hayatına taşınması söz konusu değildir, “hayatın ortadan kopması” budur– bütünlüğün ve sürekliliğin yitmesi.
Suçludur, cinayet işlemiştir, devlet de cezalandırmıştır Vasfi’yi, 12 yıl özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Ne amaçla verilmiştir bu ceza? Ceza hukukunda cezalandırmayı haklı kılan nedenler kabaca şunlardır: Suçtan zarar görenin başına gelenlerin yaptırımsız kalmaması ve böylelikle gerek mağdur gerekse kamuoyu nezdinde adalet duygusunun incinmemesi istenir, bunun aynı zamanda benzer bir suçu işleyecek olanlar için caydırıcı olacağı da düşünülür; ayrıca suçlunun da kendisine verilen bu ceza vasıtasıyla uslanacağı, bir daha suç işlemekten uzak duracağı umulur. Bunlara, cezalandırma yetkisinin devleti devlet, erki erk yapan şey olduğunu da eklemek gerekir. Verdiği her ceza ve çekilen her ceza ile erki elinde bulunduranların hükümranlığı daha bir pekişir.
Ankara Mahpusu, tahliyesinin ardından Vasfi’nin kendisine yeni bir hayat kuramamasının hikâyesi olarak okunduğunda, cezalandırmayla beklenen “suçlunun uslanması” amacının gerçekleşmediği bir hukuk düzeninde olduğumuzun bir kez daha farkına varmamızı sağlar. Vasfi’nin hikâyesinin ayrıksı ve tekil olmadığı düşünüldüğünde, mevcut hâliyle cezalandırmanın bir intikam aracı olmak ve erkin pekiştirilmesi dışında bir anlamı olmadığı görülür.
Romanda gerçekten yaşanıp yaşanmadığını bilemediğimiz, büyük bir olasılıkla Vasfi’nin hayal ettiğinin ima edildiği bir pasajda tahliye edilmesinin ardından Vasfi’nin yaşadıkları kısaca şöyle özetlenir:
“İşi düşündü. İş sahibi olmak için bir sabıkalı olmamak lazımdı. Polisten o hiçbir zaman bir iyi hal kâğıdı alamazdı. Böyle bir vesikayı istemek için polis müdüriyetine gittiğinde karşısına çıkmış olan komiserin çok kalın kaşları vardı. Vasfi ona ‘Ben şimdi ne yapacağım?’ demişti, ‘Benim ne işim ne param ne başımı sokacak bir damım var!.. Ekmeksiz nasıl yaşar, nasıl dayanırım? Bana ölmekten başka çare kalmadı..’”
Hapishaneden çıkmış biri, bir sabıkalı için gündelik hayatı sürdürmek çok zor, hatta imkânsızdır. Sabıkalı oluşu büyük bir engeldir. Vasfi genç yaşta, daha üniversite öğrencisiyken, henüz hiçbir işte çalışmamışken içeri düşmüştür, 12 yılın ardından iş deneyimi olmayan biri olarak iş bulması, karnını doyurması, iyi kötü bileğinde bir sanatı olanlara kıyasla daha da zordur. Rüyanın/hayalin devamında komiser cezalandırmanın ardındaki mantığı açık eden bir cümleyle karşılık verir Vasfi’ye:
“-O cinayeti işlemeden evvel gelip bize akıl mı danıştın? Yaşamaya devam etmek istiyorsun, bu senin hakkın!.. Ama bir düşün; onun, o öldürdüğün gencin içinde de yaşama isteği yok muydu?”
Cezanın intikam dışında bir amacı yok gibidir. Vasfi’nin sonraki cümleleriyse ceza infaz rejiminde suçluları yeniden topluma kazandırmanın yol ve mekanizmaları olmadığı zaman cezanın yatılan süreyle sınırlı kalmadığı, sonrasındaki yılları da kapsadığının, bunun kaçınılmaz olduğunun ifadesidir– üstelik bu mecazî bir ifade de değildir.
“-Ben işlediğim suçun ne olduğunu biliyorum, çok kötü bir şey yaptım. Ama cezamı çektim, yaşıyorum… Yaşamaya devam etmek istiyorum. Bundan sonra bana hırsızlık etmekten başka çare kalmasın mı?”
Suat Derviş, romanın odağındaki soruna sadece bu boyutuyla bakmakla yetinmez; hatta denebilir ki bu görünen boyutun arkasındaki saklı boyutların peşindedir, onu romanı yazmaya iten bunlardır. Vasfi’nin trajedisi salt hukukî ya da idari eksikliklerden kaynaklanmıyordur, bunlar ikincildir. Sorun esasında toplumsaldır. Hukuk, bu toplumsal sorunu kökünden çözecek bir çözüm bulmamıştır; ancak bu sorunun sonuçlarını değiştirebilecek (o da bir ihtimal), semptom giderici, “palyatif” çözümler önermektedir.
Meselenin özündeki toplumsal sorun romanda Vasfi’nin Zeynep’le olan ilişkisi üzerinden ifadesini bulur. Burada da ilk anda Zeynep’in kötü bir insan, bir maddiyatçı olması nedeniyle işlerin Vasfi için içinden çıkılmaz bir hâl aldığı sanılabilir, oysa Zeynep bu topluma hâkim olan değer yargıları nedeniyle öyle biri olmuştur.
“Vasfi şimdi birdenbire o meşum gün, kendisini kavramış, koluna hâkim olmuş ve bütün ıstırabı, bütün kini ve intikamıyla Nuri’ye saldırtmış olan büyük gazabın sebebini anlıyordu. Onun başına şişeyi vurduğu ve sonra da üstüne atıldığı zaman o intikam almıştı. Her şeyden intikam almıştı. Amcası Şakir Efendi’nin servetiyle mücadelede duyduğu aczin hırsı bu entrika ve hesap dünyasına, evet, kendisinin malik olmadığı fakat büyük bir kıymet olan paraya tapan bu iğrenç menfaat dünyasına karşı olan nefretinin haksız ıstırabından duyduğu isyanın şiddetiyle Nuri’ye vurmuştu.”
[…]
“Para Zeynep’i satın almıştı. Para bir ihtiyara kuvvet vermişti para hırsı Nuri gibi bir genci iğrençleştirmişti. O vurmuş, vurmuştu. Bütün bunların yarattığı bunalımdan kurtulmak ve nihayet, dövüş etmek için… Dövüşme mutluluğunu duymak için.”
Shakespeare’in de Atinalı Timon’daki ünlü tiradında vurguladığı gibi, her şeyin alınır satılır olduğu bir toplumsal düzenin kendisindedir temel mesele. İnsan ilişkilerinin her türlüsünün aşkın, sevdanın da bir “değişim değeri” vardır, şeyleşmişlerdir[3].[4]
“Ne o? Altın mı?/ Sapsarı, pırıl pırıl, değerli altın mı? Hayır, tanrılar,/ Açgözlü aptalın biri değilim ben./ Gökler, ey duru gökyüzü!/ Karayı ak; çirkini güzel; haksızı haklı; alçağı soylu;/ Yaşlıyı genç; korkağı yiğit yapmaya/ yeter bunun bu kadarı. […] Bu sarı köle, dinler kurar, sonra yıkar;/ lanetliyi kutsar; cüzzamlıyı taptırır; hırsızı alıp/ Üne, özgüye boğar, yan yana oturtur ulu kişilerle;/ Budur işte yeniden evlendiren kırk yıllık dulu;/ Kapanmaz yarasıyla en umutsuz hastayı/ Merhemler, kokularla bir Nisan gününe çeviren de bu./ Git, kör olası maden parçası, insanlığın ortak orospusu, sen,/ Ulusları birbirine düşüren.”[5]
Suat Derviş’in anlattığı hikâyeye toplumsal/iktisadi boyutun eklenmesiyle roman sistem içi eleştirilerin ifade edildiği bir yapıt olmaktan çıkıp sistem eleştirisi getiren bir yapıt hâlini alır. Suat Derviş’in dünya ve sanat görüşü bu doğrultudadır. Komünisttir Suat Derviş ve TKP’nin resmî yayın organı olan Yeni Edebiyat’ı yayımlayanlar arasında yer almıştır. Dergide Ali Rıza imzasıyla yazan ve o dönemde TKP’nin genel sekreteri Reşat Fuat Baraner’le evlidir. Ankara Mahpusu’nda Vasfi’nin sorununun sadece yüzeydeki nedenleri anlatılmayıp daha derinlere odaklanılmış olması, Baraner’in Yeni Edebiyat’ın ilk sayısında yer alan “Sanatkârdan Beklediğimiz” başlıklı yazısının, derginin yanı sıra Suat Derviş’in fikrini de yansıttığını düşünebiliriz.
“Halk, okuduğu eserde kendisini görmeli, kendi hakiki hayatını hissedebilmeli, cemiyetin ve sosyal hayatın kendisi için henüz karanlık olan taraflarına ışık tutan ve kendisine hiç de yabancı olmıyan bir yol gösterici bulabilmelidir. Onun için de ediplerimiz halk hayatının acılarını, sevinçlerini ifade edebilmeli; halkın yaratıcı ve yaşayan kuvvetlerini ele almalı[dır.]”[6] [Vurgu eklenmiştir.]
Hukuk düzeninin yetersizlikleri, temeldeki toplumsal mesele, şeyleşme, bunlar tamam, ama Ankara Mahpusu’nu roman yapan bütün bunlara dair ya da bunların farkına varmamızı sağlayan bir hikâye anlatılması değil. Vasfi’yi de her şeyin alınır satılır olduğu bir toplumsal-iktisadi düzendeki “kader mahkûmlarından” biri gibi çizilmiş bir tip olarak düşünmemek gerekir. Suat Derviş, Vasfi’nin trajedisindeki ona özgü başka boyutları da hesaba katar, onu canlı, ete kemiğe bürünmüş bir karakter hâline getiren bunlardır.
İş, yemek ve barınacak bir yer bulamadıkça sokakta yaşamaya ve sokakta yaşayan öbür “sefil mahlûk”lara benzemeye başlamıştır Vasfi. Ne var ki, kendisini onlardan biri olarak kabul etmekte zorlanıyordur. Öbürlerini eşi, eşiti görmez başlarda. Onlardan birinin, genç bir kadının yardımına, mantosunu üzerine örtmesine sinirlenir:
“-Nerden buldun bu cesareti? Senden yardım mı istedim” diyerek söylenir, “Ben senden hiçbir şey istemedim, senin yardımına ihtiyacım mı var zannediyorsun? Neden benimle meşgul oluyorsun? Neden mantonu üzerime örtüyorsun?”
Vasfi, “bu sözleri söylemekten pişman [olur], ama kendine hâkim değildi[r].” Kadınla girdiği ağız dalaşı sonrasında kendi durumunun daha net farkına varacaktır.
“Kendini bu zavallı, bu sefil mahlûklardan daha aşağı hissediyordu, hiç olmazsa onlarda sefaletlerini kabul ettiklerini saklamayan bir cesaret vardı. Onlar bu sefaleti gururla kabul ediyorlar veya buna sabırla tahammül ediyorlardı. Fakat Vasfi onların kendisini aralarında yabancı görmemelerinden, ona merhamet göstermelerinden utanıyordu. Kaderine karşı gelemediği için utanıyordu, onların arasına düşmekten kendini kurtaramadığı için utanıyordu.”
“O artık bu adamların eşiydi, bu sefil insanların ona muhabbetleri bile vardı, onu himaye ediyorlardı, onu dost olarak kabul etmişlerdi. Vasfi artık her şeyin sonunda olduğunu hissediyordu, adım adım sefaletin içine gömülüyordu.”
Kendi durumunun, “sefil mahlûk” dedikleriyle eşit olduğunun yanı sıra, bir şeyin daha farkına varacaktır Vasfi bu sırada– özgürlüğün ne olduğunun ya da olmadığının. “O senelerce kaybettikten sonra yeniden bulduğu işe yaramaz, adeta bir yük olan zavallı hürriyetiyle sefaletin içine batıyordu[r].” Hapiste olmamak özgür olmak anlamına gelmiyordur. Bu kavrayış özgürlüğün de tanımını değiştirmez mi? Özgür olmak da salt bir yere kapatılmamak, hapiste olmamak değildir o zaman.
Kendisi gibi bir evsiz olan siyah bereli kadın ona mutluluktan söz ettiğinde “-Sahiden buna [mutluluğa] inanıyor musunuz” diye sorar Vasfi ve şu yanıtı alır:
“-Niçin inanmayayım. Buna eminim, belki de güneşin ışığındadır. Bir buğday tanesinde, insan gücünde, çalışma imkânında veya istirahattedir. O her şeydedir. Ve biz insanlar onun bir zerresini ele geçirdik mi, onun tamamını bulduğumuzu zanneder ve kısa bir zaman sonra yanıldığımızı anlarız. Mutluluk hayatın kendisindedir, onun bir unsuru değil, mutluluk hayatın ta kendisidir. Bütün zerrelerinin birbirini tedirgin etmeden birleştikleri bir ahenktir ve hayat işte bu ahenk olmalıdır. Mutluluk bölünmez bir bütündür. Eğer siz mutlu değilseniz ben mutlu olamam. Başkalarının mutlu olmadığı bir dünyada tek kişi mutlu olamaz.”
Bu sözler ilk başta pek bir şey söylemez ona, ama ertesi gün “sabahın ilk tramvayları Beyoğlu’nda işlemeye başla[dığında], “içleri[nin] nereye gittiklerini, ne yapacaklarını bilen adamlarla dolu” olduğunu gördüğünde, kendisinin onlardan farklı olarak “soğuğun ve rüzgârın içinde, serseri hayatını, hiçbir işe yaramayan vücudunu sürüklemekte” olduğunu idrak edecektir. Vasfi o anda “iş sahibi olmanın, çalışmanın belki de mutluluk olduğunu düşün[ür], siyah bereli kadının dediği gibi mutluluğun bir parçası” olduğunu.
“Onun bu mutluluğu olmayacaktı, mademki çalışmasına imkân yoktu. Şimdi hür bir insandı; ne jandarma ne de bileklerinde kelepçe vardı. Hürdü işte! Nerde isterse yer, nerde isterse uyuyabilirdi. Buna kimsenin mani olduğu yoktu. Hürdü. Yani hapishaneden çıkmıştı. Fakat, önüne geçemediği güçlüklerin, çaresiz bir hayatın mahpusuydu. Vasfi denilen bu ‘hür adam’ mademki hürdü, demek kendi arzusuyla açlık ve yorgunluktan ölüyordu. Kendi kendine ‘Hayır’ diyordu, ‘hürriyet bu olamaz. Herhalde hürriyetin daha iyi, daha veciz bir tarifi olması lazım. Hürriyet insana insanlık vekarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin hepsini birden ve bir arada vermezse ona hürriyet denilemez. (…) Eğer hürriyet hayatın ihtiyaçları ile tezat halindeyse, eğer size en meşru ihtiyaçlarınızın kölesi yapmıyorsa, bilakis etrafınızdaki kimselerle tam bir ahenk içinde yaşamanızı mümkün kılıyorsa, o zaman size mutluluk getirir.’” [Vurgu eklenmiştir.]
Vasfi’yi kader kurbanı, başına gelenleri de olmayacak işler, kaza, kötü talih vs olarak görmemizin önüne geçen, romanda özgürlüğün ve mutluluğun ne olduğunun sorunsallaştırıldığı bu bölümlerdir. Bu sorunsallaştırmanın siyah bereli kadının sözleriyle sınırlı kaldığını da belirtmek gerekir, romancı kendi fikrini roman kişilerinden birinin sarf ettiği cümlelerle aktarır, başkahraman da bu söylenenlere hak verir. Romanda bu doğrudanlığa biraz olsun gölge düşürmek için olmalı, siyah bereli kadının Vasfi’nin hayali olabileceğine dair bir kuşku payı bırakmış Suat Derviş.
Mutluluk ve özgürlük üzerine düşündükçe “menfaatler dünyası”nda hakiki mutluluğun şartı olan zerreler arasındaki ahengin mümkün olmayacağını sezecektir Vasfi. Bu toplumsal düzende herkes birbiriyle yarıştığı ve başkalarını kendi zenginliklerinin önündeki engeller, rakipler olarak gördüğü için insanlık onuru içerisinde ihtiyaçların karşılanabildiği ahenkli bir düzen mümkün değildir. Vasfi ve onun gibiler kaderlerinin önüne ancak toplumsal hayatın kökten dönüşmesiyle, (“insanlık vekarını kaybetmemek için lazım gelen şeylerin birden ve bir arada verilmesiyle”) geçebileceklerdir. Bunun nasıl mümkün olacağına dair bir yol göstermez Suat Derviş. Ama anlarız ki içinde yaşadığımız toplumsal-ekonomik sistem değildir bunun yolu.
Yeni Edebiyat’ın 16. sayısında yer alan “Hürriyet ve Zaruret” başlıklı yazısında Ankara Mahpusu’nun odağındaki soruna değinir Suat Derviş. Çareye o yazıda işaret eder: İnsanın kendi emeğiyle yarattığı ürüne tutsaklığının sona ermesi.
“İnsan cemiyetinde ferdî hayat mücadelesi kalktığı, insanın bizzat kendi sa’iyle yarattığı mahsule esareti sona erdiği zaman insan mutlak olarak hayvan âleminden kurtulacak, hayvanî yaşama şartları yerini insanî yaşama şartlarına bırakacaktır. (…) İşte o zaman insanlar zaruretler âleminden hakikî hürriyet âlemine sıçrıyacaklardır.”[7]
Ankara Mahpusu’nun bir özelliği de Fransızca yayımlanan ilk Türkçe roman olmasıdır; çevirmen de bizzat yazarın kendisidir. Romanın 2004 tarihli Doğan Kitap edisyonunun arka kapak yazısında Fransa’da yayımlanmasının ardından Le Monde’da çıkan bir yazıda Gorki etkisinden söz edildiği belirtilmiş. Vasfi’nin hikâyesini anlatırken onun başına gelenlerin temelindeki toplumsal-iktisadi sorunlara ışık tutup bunları görünür kılışının yanı sıra, roman kişisinin iç dünyasındaki çalkantıları, gelgitleri ihmal etmeyişi ve toplum hayatından çizdiği gerçekçi sahneler nedeniyle (sadece cezaevi ya da tahliye sonrası düştüğü sokak hayatı değil, Zeynep’le tanıştığı yıllardaki mahalle hayatı da romanda çok canlı biçimde anlatılmıştır) Suat Derviş’in dünya ve sanat görüşünün gerçekten de Gorki’ninkiyle çok yakın olduğunu söylemek mümkündür.