Bu yazı, Şule Gürbüz edebiyatını anlamaya, bu edebiyatın metinlerindeki dinamikleri kavramaya yönelik bir girişim özelliğini taşımaktadır...
19 Mayıs 2016 14:00
Şule Gürbüz edebiyatı çok katmanlı yapı, müzikten beslenen söylem özellikleri ve düşüncenin merkeze alındığı bir kurgudan oluşur. Yapı- söylem ve kurgu onun metinlerinde üç ayaklı bir sac gibidir. Bu sac ayağı metnin temel dinamiklerinden biri olan monologlarla aydınlatılmaya, sorular aracılığıyla başka soruların açılmasına kimi zamansa sadece soru sormaya yönelir. Kendi üzerine düşünen bireyin kendi üzerine üretilmiş metinlerle birlikte tartışılmaya, kendine metinler aracılığıyla dışarıdan bakabilmeye dair bu monologlarda İslâm ve Batı felsefesi, ezoterik felsefe bu “kendi”lik halinin söylem olarak kelime kelime örülmesinde önemli bir rol oynar.
Kelime kelime örülen bu kendilik hali, tam da örüldüğü yerden sökülmeye, parçalanmaya meyyal olduğundan monologlar kâinata atılmış sorular olarak ortaya çıkar. İlk eseri Kambur’da kitabın sonunda kendi cenazesine giden bir kamburun anlatısı, diğer eserlerinde boyut değiştirerek hayat ve ölüm arasında örülen, sökülen, bozulan bir ilişki biçiminde ilerler. Zamanın Farkında adlı eserinde “Müzik Hocası”, “Mezarlıktan Geçiş”, “Zamanın Farkında”, Coşkuyla Ölmek’te yer alan “Akılsız Adamın Oğlu Sadullah Efendi” ve “Rüya İmiş”te; Öyle miymiş? 'te yer alan “Hayır Demeden İtiraz”da çocukluktan gençliğe, yaşlılığa bir yetişme ve yaşlanma anlatısı vardır.
Bireyin hayatının dünya üzerindeki farklı zaman dilimlerinde üzerinde kalan yaşanmışlık, öğrenmişlik, öğretilmişlik, okumuşluk, okunmuşluk gibi izlerin, gölgelerin düşünceleriyle birlikte yansıtıldığı bu anlatılarda bireye sinmiş bu izler, bir derin kuyu gibidir. Kazıldıkça içinden neler çıkacağı, çukurda nelerin olduğu her zaman bir soru(n)dur. Bu sorunun arkasından gitmek için anlatının kahramanlarına eşlik edecek düşünceler monologlarda zamanın düzlemler değiştirmesiyle elde edilen bir söylemle mümkün olmuştur: “ ‘Gelecek ay bir görüşelim’ demek bir saatin içinden bahseder de denileni kırk beş dakikaya sığdırır gibi basit ve vakte yedirilir bir şeydi. Ben ise bir ayı da, bir günü de gizlenerek ve kendimi zamanın içine sezdirmeden yerleştirerek bunu da bir buharı yavaşça bir odaya sokar gibi hafifçe iteleyerek yapardım.” (Öyle miymiş?, s. 87)
Zamanın bildiğimiz, hissettiğimiz, duyduğumuz, hatırladığımız, duyumsadığımız halleri Şule Gürbüz’ün metinlerinde tüm boyutlarıyla yer alır; çünkü varlıkla birlikte tartışılması gereken olmak, bilmek, görmek eylemlerinin her biri bu farklı boyutlarda yer alır. Gürbüz’ün bunu yaparken kullandığı temel edebi araçlardan birinin zamanın bu farklı boyutlarını bir arada göstermek için geçmiş zamanı geçmiş, şimdiki zamanı şimdi, gelecek zamanı gelecek, geniş zamanı ise geniş zaman olmaktan çıkararak yaptığını söylemek mümkün. Özellikle monologlarda zamanların metnin bağlamında yaratılan anlamla arasındaki ilişkisine bakıldığında, geleceğin bildiğimiz anlamda geleceği, geçmişin bildiğimiz anlamda bir geçmişi belirtmediğini görürüz. Burada söz konusu olan aynı zaman diliminde paralel iki kurgu ya da farklı zaman dilimlerinde aynı anlatının yeniden kurguda yer alması değildir. Zamanın varlığa içkin hallerini yansıtırken ona dair tüm izleri taşır hatta yüklenir bir şekilde söylemde yer almasıdır: “Yaşımı aldım mı yaşım mı beni esir aldı, zamanın tutsağı mı oldum, genişçe bir bahçeye kondum diye söz gelimi bir park hapis olduğumu mu anlamadım, hapiste suçsuz olan mı yerini bulmuş olan mı daha mutsuzdur bilemeden ne oldumsa oldum. Anlamadıktan sonra ne fark eder, işte bir hâl içinde oldum, o da benim ömrüm oldu. Ne olduğunu bilmediğim bir şey benim oldu, o da hayatım oldu.” (Öyle miymiş?, s. 159)
Zamanın farklı boyutlarla bir arada yer aldığı anlatıları Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sında, Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm'ünde de gördük. Zamanın içeriden dışarıya, çerçeveleri aşar bir şekilde metinlere yerleştiği bu metinlerin hepsinde ortak olan bir şey var: Olana baktığımızda gördüğümüzün bize yetmemizi. Olandan arkaya bakabilme çabası dahası oraya bakabildiğimizde ne gördüğümüz?
Müziğin Şule Gürbüz edebiyatındaki yeri yapıyı oluşturan temel bir unsur gibi durur. Her bir monologda kendi üzerine düşünmenin farklı boyutlarının aynı temelden giderek genişlemesinde metinlerin ritmik bir unsur kazanmasında etkilidir. Zamanın Farkında adlı eserinde yer alan “Müzik Hocası”, müzik ile birey arasındaki ilişkinin beklenti ve sonrasıyla kurulurken, kurulmaya çalışılan, gayret edilen, kişinin kendi duyumsadığı müziği yapmaya yönelen yapısıyla bir hevesin/arzunun peşindeki ömrün müzik üzerinden dönüşen halini anlatır. Müzik burada sadece metnin konusu değildir, metnin bütününe yayılmış bir şekilde monoloğun zaman zaman dışarı çıkan zaman sesini kısıp içine döndüğü zaman zamansa istenmeyen seslerin girdiği bir yapıya dönüşür.
Öyle miymiş?’te yer yer “Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?” metninde her bir metnin sonunda ardı ardına gelen bitki ve hayvan isimleri, Öyle miymiş? kısmında yer alan italik metinler, korolar da müziğin yapıdaki etkisini gösterir. Bu kez çoksesli bir müzikte tek tek başka başka enstrümanlardan çıkan sesleri duyar gibiyizdir. Ancak burada şöyle bir durum vardır: Aynı müziğin farklı enstrümanlarla çalınmasındaki durum gibi. Biraz da Tanpınar’ın “kendini yapmak”taki ifadesinde olduğu gibi. Yekpâre bir zaman diliminde kendini yapan bireyin kâinattaki yolculuğu, arayışı gibi. Zaman yekpâre bir hale geldiğinde birey de kendini yapmaya dair bir yolculuğa çıkar. Kendini yapmak önemli, çünkü kendilik hali, aslında biraz da kendinden vazgeçme halini de içinde barındırıyor. Eğer bunu barındırmazsa kendini yapmak da mümkün değil. Kendine dışarıdan bakamadığın sürece ise kendinin ne olduğunu bilmek bir mesele. Bu meselenin halledilmesinin yolu ise kendi üzerine düşünmek. Düşünmek sorgulamayı,eleştiriyi ve oradan yeniden başka bir şekilde kendi hakkında bir şey de öğrenerek; böylece devinimi fark etmekle kendini yapabilmeyi sağlıyor. Buradaki temel unsur ise devinim. Devinim olduğu sürece varlık bunun içinde yekpâre bir halde yer alabilir. Üstelik bu yekpârelikte özellikle Öyle miymiş?’te Gürbüz’ün edebiyatına bir neşe de sirayet eder. Bu neşe kendi üzerine düşünmeyle birlikte anlam arayışının nafileliğini gözler önüne sererken kendine bakan bireyin dünya üzerindeki konumuna da işaret eder. Tüm bunlardan yola çıkarak Gürbüz’ün edebiyatının kendi içine kapanık, sadece kendi içine ses veren bir edebiyat olduğunu söylemek değil niyetim. Bu edebiyatın ortaya attığı sorular, düşüncede yankı bulan fikirler, hayaller, hevesler, imajlar ve onların bireydeki karşılığını, izlerini, tesirlerini, hasarlarını kendi üzerine yönelen bir bakışla kavramaya, anlamaya duyulan her tür bilgiyi de içinde barındırdığı bir hasreti kapsadığını unutmamak gerekir.