"Bu gibi kitapları okurken ayrılıkları çarçabuk fark etmek ilk anda belki de içgüdüsel olarak insanın kapıldığı bir şey, oysa önemli olan benzerlikler. Kendimizi başkalarından ayrıldığımız noktalar üzerinden var etmekle benzerliği öne çıkararak var etmek arasında önemli bir fark var."
28 Temmuz 2022 21:00
Anı kitapları okurken zihnimiz iki eksende ilerler, ister istemez anlatılanlarla kendi yaşantılarımızı karşılaştırırız; bir eksende farklılıkları not ederken öbüründe benzerliklere mim koyarız. İlki daha yoğun olsa gerek, bu biraz da kaçınılmaz, netice olarak bir kitap “anı” kitabı olarak yayımlanmışsa, anlatılanlar bizim zamanımızdan hayli uzaklardadır. Dolayısıyla nelerin değiştiği dikkatimizi çeker daha çok, seksen yüz yıl önce nasıl bir yermiş İstanbul, insanlar neler düşünür, nelerden korkar çekinirmiş gibi. Yine de arada kimi benzerlikler, değişmeden kalmış bir şeyler pırıldar; misal, “O zamanlar da demek Moda’nın ya da Fenerbahçe’nin gurup manzarası müthişmiş, efkârlananlar oralara atarmış kendini” diye geçer aklımızdan, ama Fikirtepesi’nde kırlara çıkmak tuhaf mı tuhaf görünür, şaşakalırız! (Yaşadığımız coğrafyaya uzak bir yerlerden, farklı ülkelerden yazarların kaleme aldığı geçmiş zaman anlatılarında bile bildiğimiz kadarıyla kendi memleketimizin geçmişi ile okuduklarımızı karşılaştırırız.)
Yaş ilerlemiş, yaşıtlarımız anı kitabı yazmaya başlamışsa, onları okurken bir başka karşılaştırma daha belirecektir. Kitabı yazanın yıllar öncesine dair anlattıklarıyla bugün arasındaki farklılıkların yanına, o yıllara ilişkin anlatılan yaşantılarla o yıllardaki kendi yaşadıklarımız arasındaki farklılık ve benzerlikleri de katarız karşılaştırmalar çizelgesine, matrisine. Bu kez çoğu kez zaman farkı değildir o anı kitabını okurken karşılaştırma mekaniğini işlemeye çağıran; aksine, zamanlarda tam bir çakışma söz konusudur, hele mekân da aynıysa ve bu yüzden aynı zaman dilimindeki farklı mekânları karşılaştırma gereği duymuyorsak, deneyimlerin benzeyip benzemediğine dikkat kesiliriz. Benzeştikleri mi, yoksa ayrıldıkları mı, bu çok da önemli değildir; daha bu noktaya gelmeden önce bize az çok, iyi kötü bir zaman yolculuğu sunar o kitap, bizimkinden çok ayrı bir yaşantıdan söz ediliyor bile olsa, küçük bir ayrıntı ya da o dönemin ruhuna dair bir şeyler bizim o yıllarda yaşadıklarımızla çakışır, belleği tetikler.
Bir anı kitabını okurken sadece bunlara kafa yorarız, demiyorum; anlatılanları anlamak, bilmediğimiz bir şeyler öğrenmek, anlatılanların sahihliğini sorgulamak, anlatan kişinin geçmişteki ve kitabı yazarkenki ruh halini sezmek, unutulmasın diye tarihe düşülen notlara dikkat kesilmek, o zamanlarla şimdiki zamanın farklı yanlarına, değişenlerin neden ve nasıl değiştiğine ilişkin anlatılanlardan yola çıkarak (kuşkusuz kendi bildiklerimizi, bildiğimizi zannettiklerimizi de işin içine katarak) muhakeme etmek, muhasebelere girişmek… Yani anı kitabı yazan kişinin bu zor işe kalkışırken murat ettikleri. Başka bir deyişle, bizi bir anı kitabı okumaya iten başlıca nedenler. Yine de başta değindiğim karşılaştırma dinamiği işleyip durur zihnin gerisinde – bazen de en önde!
Bu uzunca girişe kalkışmamın nedeni Tesadüf Özlem Demir’in Süleymaniye Günlükleri’ni[1] okumanın bendeki etkilerinden söz edecek olmam. Demir’le yaşıtız, İstanbul Üniversitesi’nde aynı yıllarda okuduk, kitabında anlattıklarının büyük bölümüne (kişisel anılarına değil, o dönemin gençlik hareketlerinin eylemlerine, tartışmalarına, vs.) kenardan köşeden ben de tanık oldum. Hepsinden önemlisi, kitapta anlatılan yıllara hâkim atmosferin içindeydim; aynı zaman diliminde, aynı mekânda, aynı havayı soluduk – bunu vurgulama ihtiyacı duyuyorum, çünkü aynı sıralarda oturup çok farklı havalar soluduğumuz birçok arkadaşım da var. Belki de sözü uzatmadan, evet, Süleymaniye’deki çay ocaklarında çok zamanım geçti benim de, demem yeterli!
Dolayısıyla tanıklık etmediğimi belirttiğim kişisel olaylar, yaşantılar da bana hiç yabancı gelmedi, hatta benim ya da arkadaşlarımın başlarından geçen gündelik hayat ayrıntılarındaki kimi benzerlikler inanılmazdı. Aynı atmosfer aynı deneyimlere sürüklemiş demek ki – ya da çok daha önce belirmiş benzerlikler benzeşen deneyimlere çekmiş bizi. Bu ayrıntıların bazısının toplumsal-siyasal anlamları da var kuşkusuz. Küçük bir örnek: Özlem Demir aktif spor hayatı olan bir arkadaşının devrimci faaliyetleri nedeniyle spor hayatının sona erdiğinden söz ediyor satır arasında; genç milli takıma kadar yükselmiş, yakın bir arkadaşımın da başına gelmişti benzer bir olay. Sadece benzerlikler değil, farklılıklar da söz konusu hiç kuşkusuz. Dedim ya, karşılaştırmalar yapıp durdum kitap boyunca. Bugünle karşılaştırırken de salt ayrılıklar görünmedi gözüme, bu bahiste de benzerlikler var: Öğrencilerin barınma sorunları; yurtlardaki baskılar nedeniyle eve çıkma zorunluluğu, ev bulamamanın sıkıntıları ya da kiracıları öğrenci olan ev sahiplerinin aklı almaz tutumları mesela kitapta hayli yer tutuyor, bugünlerde de üniversite öğrencilerinin başlıca sorunlarından biri bu, yakın zamanda kamuoyunun da dikkatini çekecek kertede gündeme getirildiği hatırlardadır.
Kitaptan kısaca söz etmeliyim. 12 Eylül askerî darbesinin birkaç yıl sonrasında öğrenci gençlik hareketinin toparlanmaya başladığı yıllardan bir kesit sunuyor Tesadüf Özlem Demir’in kitabı. Aynı döneme dair bir başka kesit de geçtiğimiz aylarda yayımlanan Nabi Kımran’ın Ne Geçmiş Tükendi Ne Yarınlar’ında[2] mevcuttu. Bu iki kesitin kesiştiği noktalar az değil, ayrıldıkları noktalar da. Kımran’ın kitabı daha iddialıydı, bir anı kitabı olmanın ötesinde o dönemin ve ertesinin bir muhasebesine de girişiyordu. Bir tartışma başlatma murat edilmişti. Nitekim, kitaptan bazı bölümler daha önce internette yayınlandığında kendisine verilen yanıtlara da yer vermişti Kımran kitabında. Demir’in kitabında böyle bir iddia yok, o içinde bulunduğu çevrenin altı-yedi yıllık döneminden yaşantılar aktarıyor. Beri yandan şunun altı mutlaka çizilmeli, Özlem’in anlattıkları bir çevrenin odakta olduğu bir kesit olmasına rağmen, o dönemin öğrenci hareketi hakkında merkezî önemdeki yaşantılar, 1985 sonrası öğrenci hareketi tarihinden önemli sayfalar. Kimilerine bu tarih bugün çok önemli görünmeyebilir, yahut bunların kâğıda dökülmesi erken (ya da kim bilir, belki de geç) bulunabilir. Kımran’ın ve Demir’in kitaplarını okurken benim içimden geçense şu oldu: Keşke daha çok anı kitabı yazılsa o yılların anlatıldığı, o dönemden daha farklı kesitler gün yüzüne çıksa. Her iki kitapta da eleştiriler yöneltilen “Yarıncılar”dan birileri de anılarını yazsa mesela, ya da o yılların Kürt öğrenci gençliğinden birileri. (Sadece şunu yazıp geçeceğim. Bugün yaşadığı çok ciddi sağlık sorunlarına rağmen Kandıra Hapishanesi’nde tutulan Aysel Tuğluk da o yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciydi. Onun adını öğrencilik yıllarından sonra sürdürdüğü siyasi hayat kamuoyunda iyi bilindiği için anıyorum.) Bu iki anı kitabının peş peşe yayımlanmalarının bu konuda bir cazibeye, hevese, motivasyona neden olmasını umuyorum.
Yazıya benzerliklerden, farklılıklardan söz ederek girmiştim. Özlem Demir’in kitabında dikkatimi çeken iki benzerlikten söz edeceğim. Bunlar, başta değindiğim yazarın anlattıklarıyla okurun yaşantılarının kesişmesi, çakışması ya da ayrılık noktaları hakkında değil. Bunlardan bu yazıda söz etmenin bir önemi, bir anlamı yok – okurla yazar bir gün bir araya geldiklerinde uzun uzadıya konuşabilirler kendi aralarında! Başka bir konudaki, küçük bir ayrıntıdaki benzerliğe dikkat çekmek istiyorum. Demir’in kitabın başlarında, henüz senenin 1985-1986 olduğu sıralarda öğrenci derneklerinin nasıl bir bileşimi olduğunu anlatırken altını çizdiği bir nokta var. O yıllarda öğrenci derneklerinde çoğunluğun “Yarıncılar”da olduğunu söyledikten sonra, bu gruba (aslında tek bir grup değil, birlikte hareket eden farklı gruplardır) muhalif olanların “radikal” olarak adlandırıldığını belirtiyor, kendisini ve arkadaşlarını da radikaller arasında anıyor.
“Aslında radikal kavramının ne manaya geldiğini de bilmiyordum. Bildiğim tek şey, radikal sözcüğünün muhalif grupları simgeleyen bir kavram olduğuydu.” (s. 57)
Süleymaniye Günlükleri’nin sonlarına yaklaşırken, yıl artık 1989-1990 olmuş, derneklerde çoğunluk Demir’in arkadaşlarına geçmiştir, doğal olarak onlara da muhalefet edenler vardır ve onlar da kitapta “radikaller” olarak anılıyor.
“Aslında olayların bu şekilde gelişmesinin bir nedeni de diğer siyasi grupların bizim kullandığımız dile ve uyguladığımız yöntemlere yönelik sert eleştirileriydi. Hatta radikal grup daha da ileri giderek bizi mücadeleyi sulandırmakla suçluyordu.” (s. 187)
Bu benzerliğe mim koymamın nedeni, bunun dönemin (daha doğrusu dönemlerin) ruhuna dair önemli bir noktaya işaret ettiğini düşünmem. Buradaki benzerliğin başka benzerlikleri de bünyesinde taşıdığı kanısındayım. Bunların neler olduğu, o gün için ve o günden bugüne geçen zaman zarfında bunun izdüşümü sayılabilecek neler yaşandığı gibi konular bu yazının konusu değil, bu bahiste kalem oynatmak da benim harcım değil zaten. Ancak şunu önemsiyorum: Bu gibi kitapları okurken ayrılıkları çarçabuk fark etmek ilk anda belki de içgüdüsel olarak insanın kapıldığı bir şey, oysa önemli olan benzerlikler. Kendimizi başkalarından ayrıldığımız noktalar üzerinden var etmekle benzerliği öne çıkararak var etmek arasında önemli bir fark var. İlkinde kendimiz diye bellediğimiz şey başkası üzerinden tanıdığımız, tanımladığımız, reaksiyoner bir var oluş. Paradoksal biçimde, aslında bu hal karşıtımızın içinde erimemize yol açıyor; arayışı benzerlikler üzerinden sürdürdüğümüzde (karşıtımızla nerelerde, nasıl benzeştiğimize dikkat kesildiğimizde) kendiliğimiz üzerinde daha etkenizdir, gördüğümüz, görmeye çalıştığımız, sorguladığımız, aktif olarak çaba harcadığımız şey bize deaittir, sonuç da daha sahici olacaktır.
Süleymaniye Günlükleri’nde dönemin siyasi gelişmelerine, neler yaşandığına ilişkin de hayli bilgi var, ama kitap boyunca yaşantılarından kesitler anlatılan gençlerin içinde bulundukları atmosferi solumamıza imkân veriyor olması daha önemli. Atmosferi derinden duymamızı sağlayan daha çok edebiyat yapıtlarıdır. Olaylar silsilesinden çok bireylerin iç dünyalarının derinliklerine gözler sallandırılır, burası salt bireysel bir dünya olmadığı için, anlatılanlarda sezeceğimiz aynı zamanda toplumun, dönemin de hikâyesi olur. Demir’in kitabında olaylarla bunların iç dünyalardaki izdüşümleri arasındaki denge olaylardan yana ağır basıyor, fakat büsbütün olaylara yaslanmış da değil. Nitekim Özlem Demir de kitabını “anı-roman” olarak anıyor, kurgu ve anlatımıyla gerçekten de bu nitelemeyi hak ediyor. Yeri gelmişken ince bir mizahın anlatı boyunca hiç eksik olmadığını da ekleyeyim.
Dikkatimi çeken iki benzerlikten söz edeceğim demiştim, ikincisi bir edebiyat yapıtındaki bir ayrıntıyla Özlem’in anılarındaki bir ayrıntı arasında. Süleymaniye Günlükleri’nin son bölümünde, anlatıcı yıllar sonra İstanbul’a gelir. Bunca yıl boyunca görüşmediği, üniversite yıllarının en başlarından itibaren çok yakın olduğu bir arkadaşıyla buluşacaktır. Ne ki İstanbul çok değişmiştir, nerede buluşacakları bir sorun olur. En sonunda Hacı Abdullah Lokantası’nda buluşmaya karar verirler. 30 yıl içinde sabit kalmıştır orası. (Öğrenciyken çok nadiren gidilebildiğine yapılan vurgu ve ayva tatlısı bahsi benim ve yakın bir-iki arkadaşım için de aynen geçerlidir! Bunu yazmazsam olmaz.)
Ne var bunda? Kâmil Erdem’in Yok Yolcu’sunu[3] okuyanlar anlamışlardır. Kitabın son öyküsünde, “Son Görüşme”de yıllar sonra buluşan ‘68 kuşağından iki arkadaş da aynı lokantaya giderler. Orada konuştukları meseleler de oldukça benzeşir öyküdeki kişilerle anı-romandaki kişilerin. Demir ve arkadaşı ‘87 kuşağından, Erdem’in öyküsündekilerse ‘68, yirmi yaş (iki kuşak) fark var aralarında, ama işte bir küçük ayrıntıda buluşuveriyorlar. Küçük demek de çok doğru olmayabilir, Erdem’in öyküsünde aktarılanlardan sezdiğimiz havayla Demir’in şöyle bir anlatıp geçtiği sohbetin havası da oldukça yakın. Bir fark var: Öykücü, anlatıcısının iç konuşmasında tutuyor kimi değerlendirmeleri, Demir ise yıllar sonra buluştuğu arkadaşıyla konuşmamazlık etmiyor. İçinden geçen her şeyi dökmese de, hemdert olduklarını anlayacak kertede konuşuyorlar. Anı kitabında ve öyküde aynı lokantanın, yıllar geçse de, az çok değişmeden kalmış bir mekânın seçilmiş olmasında bir süreklilik arayışı olduğunu düşünebiliriz. Erdem’in metninde buna dair açık bir değinme yok, ama öykü boyunca İstiklâl Caddesi’nde yürürlerken anlatıcının arkadaşıyla yıllar sonra buluşmanın etkisiyle daldığı geçmişten çıkmasına neden olan dış seslerin geçmişle, hatırladıklarıyla bir ilgisi yoktur; onlar bir çağrışımla dünyasına, görüş alanına girmez; yenidir, değişiktirler, daha çok maruz kalırlar. Anlatıcı yine de onları da kendi zihin akışına katar.
“Kemandan biraz bozuk çıkan do ve la seslerinin kayıtsız kalabalığın göğünde bir iz bırakmadan yitip gitmesini, devrime olan sevgimizin dünyanın başka köşelerinde hızlı esen bir rüzgârın yerden savurduğu sonbahar yaprakları gibi uçuşmasına benzetiyordum. Bu sevginin artık sık akla gelmeyen ama kalbi terk etmeyen yabanıl, üvey bir sevgi olduğunu düşünüyordum. Tabiî arkadaşıma bunlardan söz etmedim. Bu yüzden bir acılık dolaştı midemde, Ankara’dan iki günlüğüne gelmiş, şimdi bir bankada yönetici olan devrimci arkadaşımı Hacı Abdullah’a götürüp ona hünkârbeğendi ısmarlamanın daha doğru bir hareket olacağını biliyordum.” (s. 107)
Do ve la seslerinin (“sol” değil!) “bozuk” olmaları, sonrasında “bir iz bırakmadan” yitip gitmeleri, dünyanın başka köşelerinden hızlı esen rüzgâr, sevginin artık üveyleşmiş olması… Kâmil Erdem böyle duyurur süreksizliği – ya da süreklilik özlemini, arayışını. Tesadüf Özlem Demir, bunu sözü dolandırmadan ifade ediyor.
“Hacı Abdullah Lokantası duruyordu hâlâ. Eski halini muhafaza ediyor olsaydı bari. […] İçeri girer girmez, duvardaki raflara dizili çeşitli komposto ve turşu kavanozları karşıladı beni. Neyse ki burası eski halini muhafaza ediyordu.” (s. 226)
Soldan sağa: Tesadüf Özlem Demir, Kâmil Erdem, Nabi Kımran
Gelgelelim, Süleymaniye Günlükleri’nin son bölümünde yıllar sonra bir araya gelen, kitap boyunca başlarına gelen birçok şeye tanık olduğumuz beş arkadaşın sohbeti de bir süreksizliği duyurur, özellikle Erdal’ın şu cümleleri:
“Gerçekten de bizim kuşak bir açıdan en talihli, bir açıdan da en talihsiz kuşak olarak adlandırılabilir. Seksen darbesinin […] hem öncesini hem de sonrasını bilme ve anlama imkânına sahip olduk, şanslıyız bu yüzden. Fakat diğer yandan bu yönümüz ne eski toplumsal yapıya ne de yeni oluşturulan toplumsal yapıya dâhil olmaktan alıkoydu bizi. Öyle Araf’ta kalakaldık.” (s. 235)
Bu da bir süreksizliğin ve süreklilik özleminin ifadesi değil mi?[4] Üstelik kopuş sırasında bir yanda kalıp öbür yanla, oradakilerle bir yolunu bularak bitişip yeni bir süreklilik sağlamaya duyulan özlem değil, kopuşta, kopuş ânında kalakalmak, sürekliliğin sürekli yokluğu belki de. Beri yandan, kalakalmışlıklar, böylesi süreksizlikler, yokluklar, yoksunluklar ve bunları görmezden gelmeden devam edebilmek de benzeşiyor, Kâmil Erdem’in öyküsünde lokantanın garsonunun da “keşfettiği ve gözlerini kısarak bakmayı tercih ettiği boşluk” ve benzeri boşluklar da – ya da Özlem Demir’in “İyi-kötü ne yaşamış olursak olalım bir yanımız hep eksik kaldı” derken hissettirdiği eksik parçalar, eksik parçalarımız da. Üstelik bu süreksizliği duymanın da bir sürekliliği var, kuşak fark etmeden süren bir kalakalmışlık ya da.
Sorular da benzeşiyor beri yandan, kalakalmışlıklarda! Nitekim Demir de Jung’dan şu alıntıyı yapıyor kitabın sonunda:
“Yaşamımın anlamı, yaşamın bana yönelttiği sorudadır ya da tam tersi, ben kendim dünyaya yöneltilen bir soruyum ve yanıtımı ona söylemezsem onun verdiği yanıta bağlı kalmak zorunda kalırım.” (s. 239)
Kişisel bir notla ve kişisel olmayan bir soruyla bitireceğim. Süleymaniye Günlükleri’ni geçtiğimiz bayram okudum, kitabı okumaya başlamadan bir-iki gün önce, sosyal medyadaki bir paylaşım yıllardır dinlemediğim bir şarkıyı düşürdü aklıma, sayısız kez dinledim. (Şarkıların o dönemin atmosferinde ne büyük yeri olduğuna hem Demir hem de Kımran değiniyor anılarında.) O yıllarda arkadaşlarımla çok sık dinlediğimiz, dilimize pelesenk olan bir Bulutsuzluk Özlemi şarkısıydı bu: “Cezaevinde Bayram Görüşmesi.” Özlem’in anılarını okurken de nakaratını mırıldanıp durdum:
“Ne olacak/ Bütün bunlar?/ Bütün bunlar/ Ne olacak?”
•
NOTLAR:
[1] Tesadüf Özlem Demir, Süleymaniye Günlükleri, İletişim Yayınları, 2022, 240 s.
[2] Nabi Kımran, Ne Geçmiş Tükendi Ne Yarınlar, İletişim Yayınları, 2022, 344 s.
[3] Kâmil Erdem, Yok Yolcu, Sel Yayıncılık, 2021, 110 s. Bu kitap hakkında K24’e yazdığım yazı şuradan okunabilir.
[4] Demir’in şu sözlerinde de bir süreklilik özlemi var: “Bu metin; o dönemi yaşayan insanlara nostalji yaşatma kaygısından çok, tarihsel izdüşümü olmayan bir kuşağa sözcülük ederek, özellikle şimdiki gençliğe o dönem gençliğinin yaşantısını, kaygılarını, umutlarını veya hayal kırıklıklarını anlatabilmek, bu konuda küçük de olsa bir fikir verebilmek maksadı ile yazılmıştır.” (s. 240)