Ahmet Hamdi Tanpınar Almanca bilmiyordu, Şipal'in Dava çevirisi 1964'te çıktı, Tanpınar'ın ölümünden birkaç yıl sonra...
15 Kasım 2018 13:45
Bir karikatür hatırlıyorum bundan kırk-elli yıl öncesinden, yabancı bir yayında görmüş olmalıyım, belki New Yorker: plajda bikinili ve “hoş” diye işaretlenmiş bir kadın Proust okuyor, yanına usulca kendi havlusunu atan sinek gibi bir genç adam yanaşıyor, sivilceli, ürkek, o zamanın “nerd”ü, diyor ki “ben de hep Proust okumak istemişimdir, yakında başlayacağım.” Bikinili kadın istifini bozmadan elindeki kitaba devam ediyor. Üçüncü kare: bilgisayarcı çocuğun havlusuna da basarak izbandut gibi bir oğlan dalmıştır sahneye, dalgalı saçlarıyla bir Adonis, bir Zaloğlu Rüstem. Dördüncü: Proust cildi kumların üzerinde, Rüstem ile bikini kol kola kabine doğru gidiyorlar. Evet, biliyoruz: zamanla bikini yaşlanacak ve böylece romanın son ciltlerine doğru ilerleyecek, yazılımcı bütün ömründe hiç vakit bulamayacak ve Rüstem de kitabı okumadan okumuş, hatta baştan sona “yazmış” olacaktır.– Ama adamın kendisi de bunun tam böyle olması gerektiğini bilir gibiydi. Bkz., Charlus’yle ilgili kısımlar.
Ama o ecnebi karikatüristi belki mahcup edecek bir gelişme oldu Türkiye’de son 20 yılda, belki başka yerlerde de olmuştur: Kayıp Zamanın İzinde Yapı Kredi Yayınları'nda ikinci, üçüncü basımlar yapmaya başladı, Roza Hakmen’in çok iyi (belki fazla işlek) çevirisiyle. Ne oluyor? “Kendi sınıfının” değerlerini kayda geçirmeye hazır, yeni, genç bir burjuvazi mi üredi, bizim gözümüzden kaçmış bir kuytulukta, mesela Beypazarı’nda? Eğer böyle hissedildiyse ortada telafisi imkânsız bir yanlış anlama var demektir. Marcel Proust’un dolaysız mirasçıları vardı ama ellerine hiçbir şey geçmedi (sadece Celestin Albaret için bir şeyler koymuştu bir köşeye, hizmetçisi, sonradan çok tatlı bir Proust biyografisinin yazarı). Kitap yazılırken aile parası da bitti. Şimdi nedir bakmak gerek.
Şimdi Proust Türkçede çıkıyor, anlaşılan bolca da satılıyor, ama onun bu dildeki en dolaysız “kıyas” noktası olan Abdülhak Şinasi’nin kitaplarının yeni basımları gelmiyor (belki bir yayıncısı bile yok, çok eskiden Varlık’taydı). Nasıl anlatmaya çalışayım bu oransızlığı, herhangi bir “mukayeseli edebiyat” tartışması için de önemli olması gereken? Bugün altmışını aşmış kuşağın dikkatine Hisar’ı eleştirel biçimde ilk sunan, tahmin edilebileceği gibi, geçen yüzyılın 60’lı yıllarında Ahmet Oktay olmuştu. Abdülhak Şinasi’nin son derece gerici siyasal/toplumsal görüşleri değildi Ahmet Oktay’ın asıl çürütmeye yöneldiği şey, onu hepimizin bildiğini varsayıyordu. Asıl, diyordu, asıl bu üslup bozuntusuna aldanmayın, çünkü aslında bu bir üslup değildir, yazarın çabasını, kişiliğini, soyaçekimini vesairesini dışavuran engellenmez bir yaratıcılığın imzası değildir, düpedüz taklittir, geçmişi yad etmek için, eskiyi yüceltmek için öyle yazması gerektiğine karar vermiştir bu yazar. İşte asıl ideoloji de buradadır, bu üslupta. Balzac’ın da kendi ideolojisi mürteciydi, ama üslubuyla, biçimiyle onu aştı: oysa burada üslup, taklit üslup, sadece o ideolojinin kof tekrarıdır, diyordu usta şair.– O zaman için, belki daha çok şimdi için, kaydedilmesi zor bir “diyalektik” eleştiri örneği: içeriğin kofluğunu biçimin sahteliğinde, “çakmalığında” yakalamaya yöneliyor. Adorno gibi.
Kısaca, “kâzip şöhretlere” kanmayın diyordu bize şair, sonradan kendisi bunların bir kısmına kanacak olsa da. Kül yutmayın. İyi, güzel -Orhan Kemal’in diyebileceği gibi. Ama burada beliren bir oransızlığı gözden kaçıramayız: Ahmet Oktay Çamlıca’daki Eniştemiz veya Fahim Bey ve Biz adlı kitaplardan hiç zevk almamış olabilir, ama “burada üslup terimini haklı çıkaracak bir özgünlük yok” derken bir kıyas içine girmekteydi– acaba kimi kastediyordu, o tarihlerde (60’lı yıllar) bir tek Yakup Kadri’nin çok güzel çevirisinden okuduğumuz Swann’ların Semtinden’in kısa bir bölümüyle tanıştığımız Proust’u mu? Oransızlık dedim, belki zamansal kayma veya uyuşmazlık demeliydim, bir çarpılma: usta şair ve eleştirmen, o tarihte Hisar’ı henüz pek azını okuyabildiği bir ecnebi yazar açısından taklit veya sahte buluyordu, bugünse o yabancı yazarın büyük kitabının tamamı okunabiliyor da ona oranla “bozuntu” kalan yerli ve millî yazarın kitaplarını hiç okumadan işe başlayan yine yerli ve az çok millî yazarlar çok güzel romanlar yazıyorlar. (İyi tarafı, Proust’a da o plaj fedaisi Adonis-çocuk kadar değer biçiyorlardır inşallah.)
Ama bir yazarı sevenler için (oraya duygusal yatırım yapmış olanlar için) acısız veya mahcubiyetsiz bir süreç değildir “mukayese.” Tanpınar. Proust’u galiba 30’lu yılların sonuna doğru okumaya başladı. Asıl etkisi Huzur’da (1948?) değil, ondan hemen sonra yazılmış ve tefrika edilmiş Sahnenin Dışındakiler’de ortaya çıkar. Huzur’daki “Adile” figürasyonu Proust’taki “Mme. Verdurin” tipinin ilk uyarlanışıdır ve o kısa pasajlara ustadan mülhem çok keskin bir zihinsel enerji akıtılmıştır –ne çare ki, bu etkinin ve Adile’nin romanın ve ana karakterlerin serencamı üzerinde bir izi kalmaz (kitap biterken Adile çoktan unutulmuştur bile). Asıl Proust Mahur Beste ve Sahnenin Dışındakiler ile ortalığa salınır, daha asitli aile öykülerinde. Bu süreçte, Ahmet Hamdi de daha önce sevmiş olduğu Dostoyevski’ye (veya “Rus romanı” dediği şeye) Flaubert ve Proust ile ihanet etmektedir; şimdi elimin altında değil, ama mealen şunu demekteydi bir yerde: artık sıkıldım bu sancılı karakterlerin sancılarının bir düğmeye bastığın anda zemberek gibi çalışarak ortaya dökülmesinden, kişilerin kendi duygularına, kendi tarihlerine, kendi şimdiki durumlarına karşı daha hafif, daha mesafeli, daha uçarı tavırlar almasını özlüyorum (şu var ki ne Stendhal ne de Proust bile tam böyleydi. Ama Tolstoy sık sık öyleydi. Bezuhov’u düşünün: kelebek uçuşunu andırmıyor muydu onun “zembereği,” hatta güve).
Tanpınar’ın en iyi okurları derler ki en iyi romanı o bitmemiş Aydaki Kadın’dır. Bence de öyle ama niçin? Bildiğimiz kadarıyla, Aydaki’nin yazımı tasavvur hâlindeyken Ahmet Hamdi Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü yazıp bitiriyor, başka bir kısım okura göre de asıl romanı. “İroni” kavramı girer burada işin içine, Hamdi kendi ülkesinin çok sahici sıkıntılarına ancak ironiyle bir karşılık verebilmiştir. Herhalde öyledir de, mingayrihaddin, bu karşılık vermenin bir yük atma denemesi olduğunu öne sürmek isterim ben: burada ironiden çok, durumdan (“memleketten”, “sancıdan”, çeşitli “zembereklerden”) mümkünse azıcık uzaklaşmayı sağlayacak bir uysalca tahripkâr ironi egzersizi vardır (şüphesiz Reşat Nuri’nin Miskinler Tekkesi’nin çok ötesine geçen bir keskinlikte –ama Tehlikeli Oyunlar’ın vardığı yerin epeyce berisinde kendini frenleyen). İşte, bir “kıyas noktası” daha: ama Atay ile değil de, Diderot’nun Rameau’nun Yeğeni kitabıyla.
Aydaki Kadın’da, evet, çokça yük atılmıştır arka tarafa doğru, tam unutulmadan: “Rus romanı” büsbütün önemsizleşmiştir, Yahya Kemal sıkıntı veren bir külfettir, Proust ancak bir kolaylaştırıcı ve Valéry de bazı insanların herhangi bir işe başlamadan önce çözdüğü bir satranç problemi. Hepsi şimdi azıcık arkada kalmıştır, ağırlıkları artık zevk bile veriyordur, borcun zaten ödenemeyeceği anlaşılmış filan gibi bir serbestlik hâli. Bu durumda, inanır mısınız, bu devletin cürümlerine karşı hiç ses çıkarmamış (çünkü aslında hiç şikâyetçi olmamış) bu yazar, romanın hemen başlarında, “isim vermeden” 6-7 Eylül 1955 rezaleti hakkında da bir iğrenme belirtisi gösterir: şahısla ahbabı, Galatasaray’da eskiden (40 yıl önce) “Degüstasyon” lokantasının olduğu yeri andıran bir yerden (bugünkü Çiçek Pasajı’nın caddeye açılan ağzı, şimdi nargileci veya kebapçı) çıkarlar ve şahıs kendi kendine der ki, “daha dün burada ağza alınmaz olaylar cereyan ettiydi.” Beş Şehir’in yazarından gelince, bu bile iyidir.
Bu sayfalarda birazcık hırçınlaşmasına galiba benim sebebiyet verdiğim bir “mukayeseli edebiyat” tartışması cereyan ettiydi birkaç ay önce. İyi anlatamamışım: böyle bir disiplinin gereksiz veya imkânsız olduğunu ya da bu memlekette yapılamayacağını veya iyi yapılmadığını söylemek değildi amacım. Muhakkak ki imkânlar ölçüsünde en iyisi yapılıyordur. Bu çalışmanın verimlerini de ağır ağır alıyoruz. Ve bunun ancak ağır ağır gelişebileceğini artık ben bile anlıyorum: sonuçta “Mehmet Kaplan” diye bir gelenek, bir çalışma tarzı var, bugüne kadar gelen. Çocukların ilk modelleri Cemal Süreya’nın şimşek hızıyla çalışan (ama bazen de ağırlaşan) eleştiri yazıları olmuyor, Tanpınar’ın On Dokuzuncu Asır'daki bazı keskin gözlemleri veya Auerbach ile Spitzer’in (ikisi de 1933’ten sonra İstanbul Üniversitesi'nde bulunmuştu, ama nasıl bulunmak) o zaman henüz adı konulmamış “mukayeseli edebiyat incelemeleri” de olmuyor. Berna Moran çoktandır hayatta değil. Talihliler, evet sırf şans, Murat Belge, Hilmi Yavuz, Jale Parla, Nazan Aksoy ve Süha Oğuzertem’den ders almış oluyorlar. Ama bunlar azınlık: çoğumuz ilk gün sınıfa girince en iyi ihtimalle karşımızda Kaplan’ın “mirasçısı” o iki hanımı buluyoruz.
Bu açıdan, Süha Oğuzertem’in burada karşılaştırmalı edebiyat bahsinde sarf ettiğim cümleleri eleştiren yazısının sonu çok faydalı görünmedi bana: “Başkalarına parmak sallaması yerine, kendisine teorik çerçeve bakımından 19. yüzyılı temel alarak, iki romanı, öyküyü, şiiri vb. mukayese etmesi (kıyaslama da denebilir) tavsiye edilebilir. Fakat baştan belirtelim: O anlayıştan ne KE [karşılaştırmalı edebiyat] ne de eleştiri çıkar. Olmuyor OK olmuyor.” Anlıyorum ki üzmüşüm, kırmışım kendisini. Herhangi bir eleştirinin, birazcık belki kışkırtıcı olduğunda, derece derece “parmak sallama,” “küçümseme,” “hakaret,” “karakter infazı” ve “linç” terimleri içinde algılanır olduğu bir alınganlık ikliminde yaşadığımızı biliyorum. Alay, “dalga,” “mavra” –bunlar ancak karşılıklı olduğunda bağışlanabilir. Ama bir Groucho Marksist olarak hep şu ilkeye inandım: “Beni üye kabul eden bir kulübe ben bile üye olmam.”
Oğuzertem diyor ki sonuçta, elinden geliyorsa sen de iki yapıtı birbiriyle kıyasla, ama bu yapıtlar mutlaka on dokuzuncu yüzyıldan olsun. Olabilir ama niçin? Belki benim veya bir başkasının elinden gelmiyordur ama, tarih-öncesi bir metinle (mesela Tevrat’tan bir pasaj) son derece yirminci yüzyıl bir metni (mesela Sevim Burak’ın Yanık Sarayları’nın bir kısmı) ilişkilendirmek de pekâlâ bir eleştirmenin aklına gelebilir (belki gelmiştir de). Niçin on dokuzuncu yüzyıl kısıtlaması? Biz sadece oradan okumuş olabiliriz ama, ondan önce ve ondan sonra da yazılı ve sözlü metinler sunulmuştu bizim mukayese kabiliyetimizin önüne. Sadece bize kolay ya da anlaşılır gelen şeylerle mi ilgilenmek zorundayız? Hem “on dokuz” denen şey bir mi, tek bir anlamlandırılma/yorumlanma çerçevesi mi var? On dokuz deyince ben sadece Albay Chabert’i anlıyorumdur mesela, bir başkası Yenişehirli Avni’yi ve bir öteki de Huckleberry Finn’i: dünyanın aynı saat ânında dünyada birbirinden çok uzak, kıyassız dünyalar yer almıyor mu? Benim elimden gelmiyor olabilir ama bir başkası tutar “Köroğlu” efsanesi ile Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si arasında bir kıyas köprüsü kurar. Yeterli, hatta gerekli midir?
Başka bütün çalışmalar gibi karşılaştırmalı edebiyat da “refleksif” bir yetenek edinmek, kendi üzerine dönmek, kendi varlık koşulları, kendi çıkış ve devam ediş sebepleri üzerinde düşünmek zorundadır. Aksi hâlde, hep bildiğimizi okuruz: on dokuz da on dokuz. Oğuzertem bir kısmı yeni çıkan Eleştirirken kitabında yer alan çok değerli Tanpınar yazılarında onu yine en az Hamdi kadar “yirminci yüzyıl” bir figür olan Sigmund Freud ile ilişkilendirmiyor muydu, tıpkı Hamdi’nin kendi “Yahya Kemal” kitabında “Akıncılar” şairini Gaston Bachelard’ın biraz Jung’cu, çokça ev yapımı “yaratıcı rüya kuramıyla” bağlantılandırması gibi? Bunların hepsi “mukayesedir,” sadece kıyas burada henüz kendi üzerinde fazlaca düşünmüyordur. “İkinci derece” düşünmeye henüz geçmemiştir, uyduruk terimle “düşünüm”e.
Ama iyi kötü hepimiz, bu konularda yazanlar, bu kitapları okuyanlar, hepimiz yirminci yüzyıl içinden “sağ salim” buraya geldik, bu yabancı yüzyılın içine. Siz, 2001 doğumlu bir insanın durup dururken Mahur Beste’yi veya Suyu Arayan Adam’ı eline alacağını düşünebiliyor musunuz, ortalıkta iliştirilmiş tarihçi “İlber Hoca”nın bolca kitapları varken? İlerici öğretmenin boca ettiği Sait Faik’lerin arasından sıyrılıp kendini yaz tatiline atmış ve İskender Pala’dan da kazasız belasız uzaklaşmışken?
Yirminci. Geçenlerde Handan İnci’nin kusursuz edisyonu ve çok dikkatli, öğretici önsözüyle Tanpınar’ın Suat’ın Mektubu metni yayımlandı. Orada Suat’ın bir rüyası da yer alıyor, Tanpınar’a en çok zorluk çıkardığı anlaşılan, ama kitabın da bence en zorlu kısmı. Suat figürünün ilk boy gösterdiği Huzur’un ruhsal, düşünsel kadrosundan beklenmeyecek bir bölüm. “Spoiler” yapmayayım ama, Suat orada (rüyasında) şiddetle mahkemeye çağrılır ve karşısında boş iskemleler görür, hâkimler yoktur ama sandalyeleri vardır. Ve her şey onu daha da “anksiyeteye” sürüklemektedir. Yirminci.
En yakın kız arkadaşı Adalet Cimcoz, ki bir yirminci yüzyıl şahsiyetiydi, son derece, Kafka’nın Milena’ya Mektuplar’ını Türkçeye çeviren kişiydi. İşte, yirmi sayısından korkmadığınız anda size ilginç bir araştırma konusu: Hamdi Almanca bilmiyordu, Şipal’in Dava çevirisi 1964’te çıktı, Tanpınar’ın ölümünden birkaç yıl sonra. 40’lı yıllarda Fransızcaya da çevrilmeye başlamıştı ama, o yıllarda Hamdi sadece Claudel’le, Action Français’in faşolarıyla (Maurice Barres, Leon Daudet) ve esas olarak da o menfur ikiliyle, Proust-Valéry ile boğuşuyordu. Mektuplarında, yazılarında da o yıllardan kalma bir “Kafka” kaydı yoktur. Dava’nın sonunu biliyorsunuz: “Bu utanç benden daha uzun ömürlü olacak” der Josef infaz edilirken, bu utanç benden sonraya da kalacak. Kastettiği şey sebepsiz infazın utancı da değildir tam, kendisiyle ve kendisi olarak herkesle ya da herkes olarak kendisiyle ilgili de bir laf ediyordur ölürken. Suat’ta da bunu andıran ama belki daha da ezici bir duygu belirir: ben öldükten sonra da devam edecek bir borç olarak suçluluk. İkisinin de “ustası” olan Dosto’dan (bir “on dokuz” yazarı) farklı olarak, ölüm burada bir aklanma, temizlenme, ödeşme sağlamamaktadır.
İşte, bir “yirminci” muamması. Ama bunu en iyi didikleyecek insan orada oturmuş “on dokuz da on dokuz!” diye homurdanıyor.