“Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’ndeki her bir öykü, içerik akışı olarak değilse de insan serüveni açısından organik bağlarla bir bütüne ulaştırıyor okuru. Bütün öyküleri birbiri ardına, tek oturuşta okuduğunuz zaman, adeta bir roman okumuş duygusuyla kapatıyorsunuz kitabı.”
02 Aralık 2021 13:30
Önce isim…
Sırf ismiyle bile merak uyandıran, nedir acaba bu dedirten bir kitap.
Mevsim Yenice’nin Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nden söz ediyorum.
Kapağa ilk bakışta, neden söylememeli, merakla ve biraz da kaygıyla karışık, “yine post-modern bir tuhaf isim arama çabası mı?” dedirtiyor. Okuyorsunuz. Değil! Bambaşka bir dil, bambaşka bir imgelem, bambaşka bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. “İnsan”la dopdolu, insanın yeni zamanlar içindeki yerini sorgulayan, bozuk ve tutarsız günlük akışa inat, akıl ötesini kurcalayan, gündelik hayatın uğrakları içinde tekrar tekrar bakılmaya değer ayrıntıların altını çizen öyküler. Öyleyse post-modern olamaz. Değil. İyi ki de değil! Benim gibi, zorlama kurgulardan, tarihin yapayca karartılmış dehlizlerinden usanan, yazarlık atölyelerinde ezberletilmiş “şaşırtmaca öğesi”nden ve kelime oyunlarından midesi bulanmaya başlayan, edebiyatta “insan”ı özleyen okuyucular için, iyi ki de değil! İlk bakışta tuhaf gelen isim de yerli yerine oturuyor öykü(ler) okununca.
Tekme Tokatlı Şehir Rehberi, evet, romanda ve öyküde kanlı canlı insan arayan okurlar için “beklenen kitap” denecek değerde “yapıt”lardan biri. “Yapıt” çünkü tek tek öykülerin bir araya getirilmesiyle kurulup iki kapak arasına sıkıştırılmış bir dosya değil. Her bir öykü, içerik akışı olarak değilse de insan serüveni açısından organik bağlarla bir bütüne ulaştırıyor okuru. Bütün öyküleri birbiri ardına, tek oturuşta okuduğunuz zaman, adeta bir roman okumuş duygusuyla kapatıyorsunuz kitabı.
Yapıtta bir okur olarak benim ilgimi en çok çeken “ben”ler oldu. Bunun, tekrar okumalardan sonra, sadece ilgi çekici bir durum değil, aynı zamanda öykülerin dil ve kurgusu açısından belirleyicisi olarak tercih edildiği anlaşılıyor. “Açık Artırma”, “Durağan Yolcu”, “Tekme Tokatlı Şehir Rehberi”, “Burada Bir Yerde Olmalı”, “Okyanus Sesi”… Tamamı “ben” diliyle yazılmış öyküler ama değişken “ben”ler bunlar. “Açık Artırma”da erkek-torun-ben, “Durağan Yolcu”da genç-kız-ben, “Tekme Tokatlı Şehir Rehberi”nde genç-erkek-ben… İlk kitabını yayımlayan genç bir öykücü için önemlidir bu, çünkü sadece kendi “ben”inde hapsolmayıp başka “ben”lere de açılabildiğini, 14’ünde şiire başlayıp olağanı sarstıktan sonra 24’ünde şiiri bırakan Rimbaud gibi “ben başkasıdır” diyebildiğini gösterir.
Peki, bir yazar kendi “ben”inden veya başkalarının “ben”inden yola çıkarak “ben” diliyle öykü kurarken neleri önemser? Neden böyle bir dili seçer ve niçin anlatıcıyı “ben” penceresine oturtup insanın oradan seyrettirir. Neden insanın ruh dünyasına, bilinçaltına “ben” anahtarıyla inmeyi seçer? Bu üzerinde durulmaya değer bir seçimdir. Reşat Nuri, Sait Faik, Demir Özlü, Selim İleri öykülerinde, anlatılarında da sık sık rastladığımız bir özelliktir bu. Öyleyse öykü zincirlemesinde bir yere oturtmakta zorlanmayacağız demektir. Elbette bu yazarların belki her birinde bu tercihin farklı nedenleri olabilir. Reşat Nuri mesela, bunun nedenini “Okuyucuya daha samimi gelir bu dil” diyerek açıkça belirtmiştir.
Mevsim Yenice’nin hayatı hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olmadığım için biyografik okumaya dayalı yorumlar yapmayacağım. Üniversitede 8 yıldır biyografik okuma dersi veriyorum; belli sezgilerle, tahminlerle, hatta ipuçlarıyla bir yapıt hakkında biyografik eleştiri, inceleme yapılamayacağının bilincindeyim. Yine de az biraz yazarı da gözeterek, “ben”den yola çıkacağım, çünkü “ben” anlatımlı öykünün, Reşat Nuri çok haklı, “okuyucuyu daha baştan sıcak bir dille karşı karşıya bıraktığının” farkındayım. Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’nde “Ben, başkasıdır” seçimi burada farklı bir kanal açıyor, samimiyetin yanına yeni değerler de ekliyor, yazarın-anlatıcının “ben”iyle okuyucunun “ben”i artık “başkası” olmaktan çıkıp neredeyse özdeşleşiyor. Okur kendisini öyküdeki “ben”in yerine koymakta zorlanmıyor; yaşantıları kendisinin kılıyor, tereddütleri sayfa sayfa yaşıyor, asosyalliği kendisine yakıştırıyor, depresyon halini kahramanla paralel bir evrende sürdürüyor. Bunların en ilginci de, sanırım, “Tekme Tokatlı Şehir Rehberi”ndeki “ben”le olan özdeşleşme:
“Ben şarkıyı bulmuştum bulmasına da, o son kelimemden yeni şarkı bulmak yerine meyhaneden iki üç yandaş buldu, beni bir güzel dövdüler. Hem ne dövmek! Dayaktan bayılmışım. Ayılıp da kendime geldiğimde karakoldaydım. Kaşım açılmış, sol başparmağım kırılmıştı. Beynim zonkluyordu. Kafamdaki sesleri dinledim ama duyamadım. Dayak Didem’in sesini bastırmıştı. İçime yayılan huzurun rahatlığına dayanamayıp ağladım.” (s. 51)
Böyle bir duyguyu bizim kuşaktan olup da çocukluğunda yaşamamış olan yoktur sanırım. (İlle de kültürel bir psikolojiye eklememek isteyenler, Dövüş Kulübü’nün Tyler Durden’ını hatırlayabilirler!)
Bunun yolu ise “ben”in kendisinden ziyade diğer insanlara dikkat kesilmesinden geçiyor. Her “ben”, elbette mihverde kendi duyguları, bilinçaltı olmak kaydıyla, sürekli olarak başkalarına bakıyor. Bindiği otobüste, dayak yiyerek/yemek için dolaştığı şehirde, beklediği hastane koridorunda, hatta çekildiği yalnızlıkta hep başkalarına bakıyor. Bu “başkası” kimi zaman bir uzak tanıdık, kimi zaman tesisatçı, dolaylı arkadaş, anne, baba, dede, sevgili, iş arkadaşı, doktor… olabiliyor. “Başkaları”nın oluşturduğu bu kişiler haritası ya da evreni, ana kahramanların psikolojisini, tutumunu, hayata dair meşguliyetini belirlemede ipuçları taşıyor. Öykü kahramanı nasıl bir duygu durumu içindeyse, çevresindekilere bakışı, davranışı da o çerçevede gerçekleşiyor. Örneğin, evdeki terliği giyip gitmiş bir tesisatçı, kahramanın zihin dünyasını kaplayabiliyor.
Ortak yanları, farklı yanları kadar dikkate değer bu “ben”lerin. Dayak yemekten hoşlanan ve ancak öldürülesiye dayak yediğinde huzura eren ilaç mümessili “ben” ile dedesinin antika resim serüveni peşinde koşuşturan torun “ben” ne kadar farklıysa, ayrılık sonrası depresyon yaşayıp sevgilisinin terliğini takıntı haline getiren genç-kadın “ben” ile gün boyu belediye otobüslerinden inmeyen, ineceği bir durağı bile olmayan “ben” o kadar yakın duruyor. Bu son ikisi, dış gerçeğin beklenenden farklı tezahür etmesinin yarattığı baskı karşısında çekinikleşen kişilik bağlamında Freudien okumaya açık “ben”ler. İdeal dünyanın hiç ele geçmemesi veya bir zaman sahip olunduktan sonra önce masumiyetin, sonra iyimserliğin, ardından da hayata bir anlam arayışının kaybedilmesi, bu “ben”lerin ortak yanı. İnsanın insana verdikleri yanında, insanın insandan aldıkları üzerinden gidiyor bu “ben”lerin serüvenleri.
Bir başka ortak yan, kuşak yakınlığı. Öykülerin ana kahramanlarının hemen tamamı 20’li 30’lu yaşların penceresinden bakıyor dünyaya. Yazar bunu açıkça belirtmiyor, yahut buna yönelik ipucu verme arzusu taşımıyor ama toplum içindeki durumlarından, başkalarının onlara davranışından, tepkilerden, duygu durumlarından çıkarabiliyoruz bunu. Önemlidir… Belli bir yaş kuşağının üyesi olan insanlar –elbette cinsiyet açısından, sosyo-kültürel açıdan başka başka dünyalara ait olabilirler, orası ayrı– gerçek hayatta olduğu gibi öyküde de çoğunlukla benzer olaylarla karşılaşır, gelişmelere benzer tepkiler verir, benzer şekilde modaya az çok paralel giyinir, dili benzer şekilde kullanır, ortak argoya sahip olur. Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’ndeki ana kahramanların sosyolojik olarak kuşak çerçevesi içinde sunulmaları, yazarın öyküleri kaleme aldığı dönemde bağlı bulunduğu yaş çerçevesiyle örtüşüyor muhtemelen. Bu durumda yazarın kendi gerçek ve/veya olası tepkilerini kahramanlara yüklediği, yahut cümleleri kurarken kendisini öykünün içine yerleştirmese bile kahramanlarıyla duygu durumu ortaklığı içinde hissetmeye çalıştığı söylenebilir. İkisi de metinsel bağlamda aynı kapıya çıkar ve Mevsim Yenice’nin öykülerinde bunun dengeli bir dağılımla metne uygulandığını düşünüyorum. 20-30 yaş civarlarının hayata bir anlam yüklemede, çevreyle ilişkide, sonraki onyılları belirleyecek seçimlerde ana evre olduğu gerçeğini de hatırlatarak…
Biçim ve biçem açısından Tekme Tokatlı Şehir Rehberi dönem öyküsünde daha önce hiç kullanılmamış tekniklere uzanmıyor. Bir başka ifadeyle, zorlama kurgusal şaşırtıcılığı, yapay teknik ilgiyi merkeze koymuyor yazar. Belki, bir gazetedeki ölüm ilanı görseliyle başlayan, kitabın son öyküsü “Yer Yarıldı İçine Girdi”yi istisna tutmak lazım. Ayrıca, yine dönem öyküsünde sıkça görülen “şiirsel dil, kelime oyunu, mecaz patlaması” gibi tuzaklara düşmemesi Mevsim Yenice’nin yazarlığının önemli yanlarından biri. Önemli… çünkü evet, edebiyat dil içinde yeni bir dil yaratmaktır ama bunun için dili kasmaya gerek yoktur. Doğallık içinden gelen mecaz, doğallık içinden gelen şaşırtıcılık, doğallık içinden gelen ironi, çatışma, kurgu katmanı vs.’dir aslolan. Bu genel saptamayı olumlu anlamda söylüyorum, çünkü bana kalırsa şiirde de, öyküde de post-modern deneyselliğin, metnin kendi gerçekliğini fazlaca yüceltip insanı arka plana iten görüşün, “yazı”yı kutsallaştırıp “hayat”ı sulandıran anlayışın sonu geldi. Kurgu ve tekniği fazlaca öne çıkaran çalışmaların şiirde de, öyküde de “insan”a, “dünya”ya, “hayat”a gereğinden fazla mesafe koyduğu dönemi geride bıraktık. O tip çalışmalar akademik ve teknik incelemeye malzeme sunma konusunda verimli ama insana ve hayata dair bir şey söyleme çerçevesinde dar ve kısırdı. Bir yapıtta teknik, biçim, kurgu elbette önemlidir; hatta bazen bir yapıtı sadece bunlar üzerine de kurabiliriz ama birkaç deneyle sınırlı tutulması gereken bu anlayış yaygınlaştığında, araç, amacın yerine geçirilmiş olur. Edebiyat yapıtının amacı plastik sanatlardakinden farklıdır. (Gerçi orada da anlam öncelikli olmalıdır derim ama şimdi o tartışmaya girmeyelim.) Şimdi bize yeni bir modernizm, “insan”ı merkeze alan yeni bir edebiyat gerekli ve Mevsim Yenice bunun ilk müjdecilerinden biri olabilecektir.
•