Adania Shibli’nin küçük ayrıntılarla ördüğü kısa romanı bir odaklanma şaheseri, sakin ve kahredici bir zulüm anlatısı.
04 Aralık 2021 20:00
Bir eksiltme sanatı olarak da bakılabilir bazen edebiyata. Adania Shibli’nin romanları[1] bu bakışı destekleyen birer argüman gibi. Yazarken kanaatkâr olmanın kıymetini bilen, azla yetinebilme disiplinini kariyerinin daha başında, otuzlu yaşlarına varmadan uygulamaya başlamış bir yazar var karşımızda. Sadece tasvirlerinde, sıfat ve mecaz kullanımında değil, yarattığı karakterlerde, aktardığı olaylarda, diyaloglarında da tutumlu. Uzun psikolojik tahlillerden çoğunlukla imtina etmesine rağmen —belki biraz da bu sayede— insan ruhunu iyi anlatıyor. Fazlalıkları eleyip bir dürbünün içinden bakarcasına esasa odaklanmamızı sağlıyor. Yakın okumayı teşvik eden, okura kendini karakterlerin yanı başında hissettiren bir yapı kuruyor. Büyük tarihsel-politik anlatıları, minimalist olmamakla birlikte gayet iktisatlı hikâyelerin içine yerleştirmesi, duygusal zekâmıza güvendiğini düşündürüyor bana.
Shibli’nin yüz sayfayı bulmayan Küçük Bir Ayrıntı romanını bir yıl arayla iki kez, önce İngilizce çevirisinden, sonra Türkçe çevirisinden okudum. İkinci okuyuşumda romanın anlattığı olay(lar)dan ziyade, Shibli’nin bu olay(lar)ı anlatırken ifrattan kaçınması, hatta yer yer tefridin eşiğinde durabilmesi üzerine düşündüm. Elisabeth Jaquette’in çevirisi gibi Mehmet Hakkı Suçin’in çevirisi de[2] okumayı zorlaştırmayan akıcı bir metin. Fakat Shibli’nin dili nasıl süzdüğünü daha iyi anlayabilmek, kelime tercihlerini takip edebilmek için bu metni Arapça aslından okuyabilmeyi isterdim.
Eksiltmek diyorum, tefrit diyorum da iş elbette yazarın titiz seçiciliğinde düğümleniyor. Zira ayrıntılardan yoksun, atmosferden feragat etmiş bir metin değil Küçük Bir Ayrıntı, okura kuru bir eskiz sunmuyor; tam tersine! Shibli hangi ayrıntılara odaklanacağımızı ustaca belirliyor ve bu ayrıntılar sayesinde romanın dünyasında sıkı sıkıya tutuyor bizi; metnin meramı kadar duygusunu da kristalize eden bir yoğunlaşma sağlıyor. İki ayrı bölümde, elli küsur yıl arayla hayatlarına tanıklık ettiğimiz birbirinden çok farklı iki karakteri, roman bittikten sonra uzun süre bizimle kalmalarını sağlayacak şekilde kazıyor belleğimize. Bu iki bölüm romanın merkezindeki ihlali ve suçu “şimdi”nin ve “sonra”nın, zalimin ve mazlumun zaviyesinden görmemizi sağlarken, romanın anlattığı coğrafyanın yarım asrı aşkın zaman dilimindeki değişimini –ve zulmün aslında nasıl hiç değişmediğini– çok iyi yansıtıyor.
Kitabın İngilizcesi Minor Detail 2021 Uluslararası Booker Ödülü’nün son seçkisine kaldığında, ödül adaylığını Shibli’yle paylaşan Jaquette,[3] kitabı çevirirken en çok zevk aldığı şeyin “metnin çok yakın bir dikkat gerektirmesi olduğunu” söyleyip şöyle devam etmiş:
"Adania, Minor Detail’i yayımlamadan önce üzerinde on yıldan fazla çalışmış, dolayısıyla yerli yerinde olmayan tek kelime bile yok. Başlığın da ima ettiği üzere, insanın ‘küçük’ addedebileceği ayrıntılar –bir köpeğin havlaması, kumda hareket eden gölgeler– aslında kitabın en yapısal unsurları. Dolayısıyla ben de dildeki incelikli tercihlere her zamankinden de daha uyumlu ve bu unsurları İngilizcede yeniden yaratırken daha da titiz olmaya gayret ettim."
1974’te Filistin’de doğan Shibli de bir söyleşisinde, üçüncü romanı olan Küçük Bir Ayrıntı’yı on iki yıl boyunca yazdığını vurguluyor. Kitabın Arapçası 2016’da yayımlandığına göre, yazarını 30 yaşından 42 yaşına taşıyan, bu süre zarfında olgunlaşmış, olgunlaştırılmış doksan küsur sayfadan söz ediyoruz.
Romanın eşit uzunluktaki bölümlerinden ilkinde, anlatıcının dilindeki adı Nakab, omzuna tünediğimiz baş karakterin dilindeki adı ise Negev olan –Türkçe çeviride bu ayrım yapılırken, İngilizce çeviride ihmal edilmiş– o geniş çölün[4] ortasında, askerî bir kamptayız. İsmini hiç öğrenmeyeceğimiz başkarakter bu kampın komutanı; Mısır sınırından sızmaları önleyip, bölgede tam denetimi sağlama amacı taşıyan bir harekâtı yönetiyor. Olayları, adeta onun zihinsel güncesinden, her bir günü o günün tarihiyle noktalayarak takip ettiğimiz için biliyoruz ki, 1949’un Ağustos ayındayız. Demek ki İsrail devleti kurulalı ve beş yüzden fazla köy yerle bir edilip 800.000 insan göç etmek zorunda bırakılalı hepi topu on beş ay olmuş. Kendi topraklarında mülteci durumuna düşen Filistinlilerin büyük felaketi (Nekbe) taze, sınırları yeniden çizen savaş taptaze.[5]
Genç devletin genç askerleri, kadim toprakların kadim halkını yeni sınıra riayet etmeye zorlamakla görevliler. Biteviye bir iş onlarınki. Günler geçiyor, pek bir şey değişmiyor, kimse çıkmıyor karşılarına. Serapları ve sıcağıyla çöl hep aynı çöl, hükmünden sual olunmuyor.
"Sonra bir devriye daha, ertesi gün bir başkası, bir başkası daha. Fakat çöl, onları takip ve taciz eden kum fırtınaları ve toz bulutlarından başka hiçbir şey göstermiyordu. Buna rağmen ne bu fırtınalar ne de çorak tepelerin sükûneti devriyeleri durdurabildi. Bölgede artakalan Arapların ve casusların, araçların gürültüsünü duyar duymaz kum tepeleri arasında kayboluvermeleri de azimlerini kıramadı. Bazen onların tepeler arasında dans eden siyah ince gölgelerini görür gibi oluyor ama hedefe ulaştıklarında kimseyi bulamıyorlardı." (s. 17)
Buradaki üçüncü şahıs anlatım, çoğul haliyle, engin çölün ortasında birkaç baraka ve birkaç çadırdan müteşekkil bir kamp kurmuş olan askerî müfrezeyi işaret ediyor. Özne tekilleştiğinde ise asıl karaktere, komutana odaklanıyoruz. Odaklanmakla da kalmıyor –metin hiçbir zaman birinci tekil şahsa kaymasa dahi– her şeyi her zaman komutanın gözleriyle görüyor, onun kulaklarıyla duyuyoruz, sadece onun mahremine giriyoruz. Shibli, romanın daha ilk sayfasında uzaklara, kum kanyonlarındaki patikalara komutanın dürbününden bakmamızı sağlayarak gözümüzü bu adamın kısıtlı perspektifine alıştırıyor. Görüş alanımız onun görüş alanı. “Ben” demeyen bir “ben-anlatıcı” o; tanıklığımızın sınırlarını bizzat belirliyor.
Böylece özdeşleşmenin tehlikeli kıyılarına yaklaştırıyor bizi Shibli. Faille empatinin eşiğindeyiz. Bir yandan, görünmez bir duvar var aramızda: hafızamız! Hiçbirimiz bomboş birer sayfa değiliz zira. Fakat bu coğrafyaya dair dağarcığımızdan ziyade, gün be gün yakından izlediğimiz komutanın nasır tutmuş duyguları aramızdaki mesafeyi belirliyor. Çölle, hayvanlarla, emrindeki askerlerle ve kendi bedeniyle kurduğu mekanik ilişkiyi izlediğimiz, geceleri zifiri karanlık barakasında baş başa kaldığımız adamın patolojik bir hali var.
Romanın başlarında pek az “olay” oluyor. Bu olaylardan birinde, karanlıkta göremediği bir “yaratık” yatağında yatan komutanın bacağını sokuyor, sonra soktuğu yer iltihaplanıyor ve komutan ciddi zehirlenme belirtileri gösteriyor. Yara yerinden bütün bedenine yayılan acı ve hummayla başa çıkma biçimini anlatırken, teferruatlı tariflere girişmeksizin, usulca karakterin ruhuna ayna tutuyor Shibli. Bu sayede, komutanın zulmüyle sarsılmadan önce, onun marazlarıyla irkiliyoruz. Şiddeti salt üniformanın, silahın, görevin gereği gibi görmemizi önleyen bir portre beliriyor. İnsanın içinde bir yerde, kötülüğün üreyip durduğu bulanık bir su birikintisi var sanki ve okurken ona değiyor gözümüz.
Askerlerin çölde karşılarına çıkan bir grup Bedevîyi, sorgusuz sualsiz kurşun yağmuruna tutup öldürdükleri –ve sonrasında “etrafta silah namına bir şey bulamadıkları”– bir devriye sonrası “başarılarını” kutlamak için yedikleri toplu akşam yemeğinde konuşan komutan, devletlerinin burada nasıl bir “medeniyet düşü” gerçekleştireceğini anlatıyor. Çölü “ne Arapların ne de onların hayvanlarının suiistimaline terk edemeyiz (sic)” dedikten sonra yarı yıkık bir duvara yazılmış –romanın ikinci bölümünde de karşımıza çıkacak– olan o kaypak sözle noktalıyor nutkunu: Zafer tankların değil insanın olacak. Güya kurulacak beşerî medeniyetin faziletine işaret eden bir söz bu, ama biz onda şiddet karşıtı bir mesaj yerine, insanları da bizâtihi birer tank, birer silah olarak gören, medeniyetin aslında bir yok etme projesi olduğunu hatırlatan itirafı işitiyoruz.
Romandaki esas olay, komutan ve askerlerinin bu devriye sırasında yakalayıp kampa getirdikleri Bedevî genç kızı tecavüz ettikten sonra öldürmeleri: “büyük felaket”in binbir bileşeninden biri bu, bütün bir zulüm tarihi içinde “küçük bir ayrıntı.” Olayın kızın yakalanmasından katledilmesine kadar her aşamasını adım adım ve hep komutan aracılığıyla takip ediyoruz:
"Acı içinde inleyen siyah kütleye baktı, üzerine atılıp iki eliyle birden kavrayarak kızı şiddetle sarstı… Kızın kokusundan burnunun direği kırıldı ve yüzünü yana çevirmek zorunda kaldı.” (s. 26)
“Kafasını yeniden kıza çevirdiğinde başta ön taraflar olmak üzere bedeninin büyük bir kısmının sabunlandığını gördü. Suyun yeniden fışkırması için başparmağını hortumun ağzından çekti fakat başparmağı ve işaret parmağıyla hortumun ağzını daraltarak suyun daha tazyikli ve daha uzağa akmasını sağladı.” (s. 31-32)
“Odanın karanlık boşluğu, kızın bulunduğu köşeden gelen keskin bir kokuyla dolmuştu. Basık tavan ve kapalı kapı kokunun boğuculuğunu artırıyordu. Kokudan kaçıp barakayı terk edemezdi.” (s. 41)
“Sol elini kızın karnının üzerine, sağ elini de sırtının altına koydu. Kimi zaman belinden bileklerine doğru yoğunlaşan titreme bütün bedenini sararak devam etti. Göğsünü kızın göğsüne yapıştırdığı yerde kalbi şiddetle çarpmaya başladı.” (s. 43)
“Kızın tükürükleri parmak aralarını yapış yapış etmişti. Yarım saatten fazla uyuyamamıştı.” (s. 44)
“Titremeye devam ediyordu, bağırsakları yırtılmış gibi hareketsizdi. Sonra ağzını kıpırdattı ve şoföre, 'Çavuşa bu işi bitirmesini söyle,' diye emretti.” (s.51)
Shibli, bizi zulmün yakın tanığı kıldığı bütün bu pasajlarda, olup biteni adeta zalimin zehirlenmiş bedenine, onun uzuvlarına, onun duyularına hapsolmuşçasına izlememizi sağlıyor. Gerçekte belki imkânsız bile olsa, çoğumuza burada en doğal, en kendiliğinden gelen şey mazlumla özdeşleşmek kuşkusuz. Fakat Shibli bu “kolaycı” duygulanımla yetinmek yerine, zor olanı, okuru kendi içindeki “faille” yüzleştirmeyi deniyor.
Birinci bölüm, şiddetin bir başka korkunç –kurbanı bu kez bir köpek olan– tezahürüyle sonlanıyor. İkinci bölümün başında ise, köpeklerin yine aralıksız havladığı bir yerde, fakat farklı bir ortam ve zamanda, başka bir anlatıcıya emanet buluyoruz kendimizi. Çok geçmeden öğreneceğimiz üzere 2000’li yılların başlarındayız, demek ki ilk bölümde yaşananların üzerinden elli yıldan fazla geçmiş. Birinci tekil şahısta konuşan ve sürekli kendisinden bahseden anlatıcının sıra dışı bir genç kadın olduğunu kavramamız da uzun sürmüyor. Shibli, bu coğrafyada hiç olmaması gerekeni, fakat hep olanı, hikâyemizde de olacak olanı peşinen haber veriyor bize:
“Buralarda hayatın pek çok sınırları var. Korkunç akıbetlere uğramamak için bu sınırlara dikkat etmek ve ona göre hareket etmek gerekir. Dahası bu sınırlar her şeye rağmen insana tuhaf bir huzur verir. Fakat sınırlar dahilinde hareket etmeyi ve sınırları aşmamayı başaranların sayısı pek azdır ve ne yazık ki ben bunlardan biri değilim. Nerede bir sınır görsem ya ona doğru koşar, üstünden atlarım ya da sinsi bir manevrayla bir adımda diğer yanına geçiveririm. Aslında bu iki davranışım da bilinçli bir tavırdan ya da sınırlara karşı direnmeyi içeren planlı bir arzudan değil tamamen ahmaklığımdandır.” (s. 54)
Yalnız yaşayan, takıntılı, dürtülerini dizginlemekte zorlanan ve aklına taktığı şeyi mantıklı bir değerlendirmede bulunmaksızın yapabilen bu genç kadın, A Bölgesi, B Bölgesi, C Bölgesi, D Bölgesi diye bölünmüş, birbirinden askerî kontrol noktalarıyla ayrılmış bu bölgeler arasında seyahat etmenin Filistinliler için pek de tekin olmadığı bu topraklarda, oturduğu A Bölgesi’nden neredeyse hiç çıkmasa bile her an sadece işgalin değil, kendi uyumsuzluğunun da sonuçlarıyla burun buruna yaşamaktadır. İşe gitmek için bindiği minibüsü askerî devriye durdurup kimlik kontrolü yaptığında mesela, herkes sıradanlaşmış bu rutine sessizce ayak uydururken, o her seferinde korkar, korktuğu zamanlarda hep olduğu gibi kekeler ve kendisine doğrultmuş olan namlunun başka yöne çevrilmesini talep eder.
İsimsiz genç kadının evinde ve işyerinde, askerî devriye ve ambulans sirenlerinin, bombardıman ve kurşun seslerinin, helikopter gürültüsünün, havaya uçurulan binaların, kırılan camların ve içeriye dolan tozun ortasındaki hayatını birkaç sayfa boyunca bize izleten Shibli, işgal altında yaşamanın neye benzediğini resmederken, bir yandan da duygusal bozuklukları olan, pek de güvenilir sayılamayacak bir anlatıcı aracılığıyla bu resmi bize ulaştırdığını her an aklımızda tutmamızı sağlıyor. İlk bölümdeki İsrailli komutandan her şeyiyle farklı olan bu Ramallahlı kadının da mahremine giriyor ve tıpkı komutan gibi onu da her şeyden ziyade kişisel marazlarıyla tanıyoruz. Bu sayede hem ona çok yakınlaşıyoruz hem de temkinli bir mesafe kalıyor aramızda. Empatinin eşiği!
İkinci bölümü ilk bölüme Bedevî genç kıza yapılanlar bağlıyor. Ayrıntılarla ilgili takıntısını, “Çoğu zaman tablonun kendisini değil de tablodaki sinek bokunu görüyorum” diye tarif eden genç kadın, bir gün gazetede o korkunç olayla ilgili bir haber[6] okuyor ve olayın kendisinden ziyade bir ayrıntıya takılıyor aklı:
“Bir toplu tecavüzün son eylemi olarak ortaya çıkan bu cinayette sıradan olmayan tek şey, olayın tam yirmi beş yıl sonra doğum günüme denk gelmesiydi.” (s. 60)
Birinci bölümde komutanın kendi zihnine kayıt düştüğü tarihler sayesinde, bu olayın 13 Ağustos 1949’da yaşandığını biliyorduk. İkinci bölümde, bu olaydan tam yirmi beş yıl sonra dünyaya geldiğini öğrendiğimiz kadının da –tıpkı Shibli gibi– 1974 doğumlu olduğunu anlıyoruz. Ve roman, bu noktadan itibaren bir “yol hikâyesi”ne dönüşüyor. Ramallahlı genç kadın kendine de tam açıklayamadığı bir merakın dürtüsüyle, birçok tehlikeyi göze alarak, büyük felaketin küçük bir ayrıntısının peşine düşüyor; Bedevî kızın son nefesini verdiği yeri görmek, onu oraya götürecek bilgilere erişmek istiyor: “Bir Filistinli olarak bu müzelere ve arşivlere girebilir miyim?” (s. 62)
Kendinden emin, gözü pek bir macera, bilinçli bir meydan okuma seferi değil bu. Bir başkasının kimliğiyle yapılan her ânı endişeli bir araba yolculuğu. Genç kadının titremesi neredeyse hiç durmuyor. “Korku örümceği yeniden bedenimde ve emekleye emekleye giderek onu felç ediyor.” (s. 68) Bir kontrol noktasında arabaya yanaşan Filistinli küçük bir kızın ona zorla sattığı sakızları çiğniyor arada sakinleşmek için.
Bir kontrol noktasından diğerine, yıkımın coğrafyasını adım adım kat ediyor; biz de onunla birlikte. Bir yandan da tarih içinde yolculuk ediyoruz. Kaybolmamak için en güncel haritaya bakarken, olay mahallini bulabilmesine yardımcı olur diye 1948 öncesi Filistin haritasını da sık sık inceliyor. O eski haritada, iş arkadaşlarının ve tanıdıklarının geldiği belki yirmi köyün ismini görüp sayıyor tek tek. Artık yok o köyler. “Bakışlarımı İsrail haritasına çeviriyorum. Bütün bu köylerin yerinde Kanada Parkı adında büyük bir park var.” (s. 73) Gördüğü her şey onu nasıl bir ülkede yaşadığından biraz daha emin, biraz daha tedirgin ama yola devam etmeye biraz daha kararlı kılıyor. “2002’de inşa edilen nispeten yeni” ve “o yılın baharında İsrail ordusunun on altı yaşın üzerindeki elli yaş altındaki herkesi meydanlarda toplayıp, sonra da buraya taşıdığı”, namlı Ofer Hapishanesi’ni işaret eden bir tabela çıkıyor karşısına. Sonra bir askerî üs, sonra Beyt Susin köyünden geriye kalmış tek bir ev, sonra İbranice reklam panoları. İsrail Ordusu’na ait Tarih Müzesi’ne gidiyor ve burada, bir aralık, yanlarındaki bilgilendirici notta “otuzlu, kırklı yıllarda Siyonist sinemanın öncüleri tarafından üretildiği belirtilen” propaganda filmlerini izliyor:
“Bir film özellikle dikkatimi çekiyor. Film çorak bir alanın çekimiyle başlıyor, birden kadraja şortlu, kısa kollu kıyafetleriyle bir grup yerleşimci girip yüksek bir kule ve ahşap barakalar inşa etmeye başlıyorlar. Bitmiş yapıların önünde toplanan yerleşimcilerin, çember oluşturarak el ele dans etmeleriyle sona eriyor film. Filmi tekrar izlemek için başa sarıyorum. Yerleşimciler dans çemberinden çıkıp az önce inşasını bitirdikleri barakalara geri dönüyorlar, sonra barakaları parçalayıp araçlara yüklüyorlar ve kadrajdan çıkıyorlar. Filmi yeniden ileriye, sonra tekrar geriye sarıyorum. Burada daha fazla zaman kaybetmemem gerektiğini hatırlayana kadar yerleşim birimlerini inşa edip edip söküyorum. (s. 77)”
İlk bölümde başlangıç günlerine tanık olduğumuz o “medeniyet” projesinin nasıl ilerlediğinin çarpıcı bir anlatımı bu. Zulmün aşamalarını, sürekliliğini izleyerek yapılan bir yolculuk. Giderek kabaran bir gurbet duygusu kaplıyor genç kadının içini – yok edilmiş ve geri getirilmesi imkânsız bir geçmişe duyulan özlem. Yukarıda alıntıladığıma benzer pasajlarda Shibli’nin yer yer didaktizme düşme tehlikesini göze aldığını ama her seferinde bu tehlikenin kıyısından dönebildiğini düşündüm ben. Bunu da okuyucuyu hep “kalp atışları kafasının içinde yankılanan” baş karakterin zihninde tutarak, o kalp atışlarını bize de duyurarak başarıyor bence. İlk bölümde olduğu gibi, ikinci bölümde de, her şeye yine tek bir karakterin dürbününden bakıyoruz; görüş alanımızın sınırlarını, politik bir gündemle değil, kişisel bir takıntıyla hareket eden tedirgin bir kadının merakı ve o merakla kendisine konulan sınırları aşma dürtüsü belirliyor.
Bu dürtünün onu nereye götürdüğünü, yolculuğun sonunu anlatmayacağım. Shibli’nin, iki bölümü iki uzun öykü gibi okunan bu tasarruflu romanda bizi, yarım asrı aşkın bir tarihsel-politik sürecin adeta “canlı” tanığı kıldığını, bunu da odaklanmanın ve ayrıntıların gücüyle yaptığını bir kez daha vurgulamakla yetineyim. Neredeyse hiçbir şeyin ziyan edilmediği, her bir unsurun bir zorunluluk sonucu metne dahil edildiğini düşündüren bir roman bu. Filistinli küçük satıcının genç kadının arabasının içine atıverdiği o sakız paketi bile, romanın bir genç kadını daha “küçük bir ayrıntıya” dönüştüren sarsıcı sonunda “Çehov’un tüfeği” rolünü oynuyor nitekim.
Bitirirken, J.M. Coetzee’nin, kitabın hem Türkçe hem İngilizce baskısının arka kapağında yer bulan yorumuna da yer vermek isterim:
“Adania Shibli, romanındaki kilit olayı –Bedevî genç bir kadına tecavüz edilmesi ve katli–, İsrailli bir psikopat ve otizm spektrumundaki Filistinli amatör bir dedektif gibi, tümüyle kendi dünyasına gömülmüş iki anlatıcı üzerinden aktararak büyük bir risk alıyor. Gelgelelim, dolaylama yöntemi romanın şok edici sonu sayesinde, hedefine ulaşıyor.”
Coetzee’nin bu teşhisi için “tam isabet” diyebilirim. Türkçeye, aktardığım gibi çevrilen sözünde, aslında “gamble” kelimesini de kullanmış Güney Afrikalı yazar, yani Shibli’nin bu anlatıcıları seçmekle bir “kumar oynadığını” belirtmiş. Bence Küçük Bir Ayrıntı, sadece hikâyeyi taşıyan karakterlerinden ötürü değil, anlatımıyla, kurgusuyla, diliyle, özellikle de metnin dışında bırakmayı seçtikleriyle baştan sona risk alarak yazılmış bir roman. Shibli iyi ki bu kumarı oynamış.
•
NOTLAR:
[1] Adania Shibli’nin daha önce yazdığı Touch (Dokunmak) romanı, bu yazının konusu olan Küçük Bir Ayrıntı romanından daha da kısa, 75 sayfayı bile bulmuyor. Bu romanda da, tıpkı Küçük Bir Ayrıntı’da olduğu gibi karakterler isimsiz. Yine okuyucuyu, baş karakterin –dokuz kardeşin en küçüğü olan Filistinli bir kız– adeta ensesine yerleştiriyor Shibli ve onun hayatındaki gündelik olayların, küçük ayrıntıların yardımıyla yine tarihsel-politik bir anlatı kuruyor. Ben, Touch’ı, Küçük Bir Ayrıntı’dan çok etkilendiğim için aldım ve 2016 Clockroot Books baskısından, Paula Haydar’ın İngilizce tercümesinden okudum. Kitabın, Türkçede de yayımlanmasını dilerim.
[2] Elimdeki Elisabeth Jaquette çevirisi, Minor Detail’in 2020 tarihli New Directions baskısı. Mehmet Hakkı Suçin’in çevirdiği Küçük Bir Ayrıntı ise Can Yayınları’ndan Eylül 2021’de çıktı. Yazıdaki bütün alıntıları bu Türkçe baskıdan yaptım ve sayfa numaralarını parantez içinde verdim.
[3] Ne yazık ki Türkiye’de çeviri kitap yayımlayan yayınevlerinin önemli bir bölümünde Arapça bilen editör yok. Birçoğumuz Arapça edebiyatı sadece Batı dillerine yapılmış çeviriler üzerinden takip edebiliyoruz. Arapça edebiyattan Türkçeye yapılan çeviriler, Arapçadan Batı dillerine yapılan çevirilerin bile sayıca gerisinde. Burada Elisabeth Jaquette’ten söz etmişken, Adania Shibli’nin yanı sıra Arapça yazan üç önemli kadın yazarı, Sudanlı Rania Mamoun’u, Suriyeli Dima Wannous’u, Mısırlı Basma Abdel Aziz’i de İngilizceye kazandırdığını not etmek istedim. Aziz’in distopik romanı Kuyruk, Doğan Kitap tarafından, Nil Tuna’nın çevirisiyle basılmıştı.
[4] Romanın girişindeki her şeyi gören (omniscient) anlatıcıyla ikinci bölümdeki Filistinli anlatıcının Arapça “Nakab”, İsrailli başkarakterin ise İbranice “Negev” diye adlandırdığı çöl, Türkçede “Necef Çölü” olarak bilinir. Can Yayınları ise kitabın arka kapak yazısında bu çölden İbranice adıyla, “Negev” olarak bahsetmeyi tercih etmiş.
[5] En-Nakba ya da Nekbe Günü, “talihsizlik günü” anlamına geliyor. İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği 14 Mayıs 1948’in bir gün sonrası Nekbe Günü olarak kabul ediliyor. İsrail’in bağımsızlık ilanını izleyen 1948 Arap-İsrail Savaşı, 1949’da İsrail’in elindeki Filistin topraklarını (Ürdün, Batı Şeria ve Gazze hariç) genişletmesine yol açmıştı.
[6] Birinci bölümde anlatılan toplu tecavüz ve cinayet gerçek bir olaya dayanıyor. Bu olay 2003 tarihinde Haaretz gazetesinde yayımlanan bir haberle ortaya çıkıyor. Shibli bu romanı yazmaya haberin yayımlanmasından bir yıl sonra başlamış. İngilizce bilenlerin, romandan bağımsız olarak, Haaretz’in titiz ve sorumlu gazetecilik örneği olan bu dehşet verici haberini mutlaka okumalarını öneriyorum.
GİRİŞ RESMİ:
Necef. Anadolu Ajansı arşiv fotoğrafı