Tereddütten karara: Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı’nı konumlandırmak

"Muharrir 1932’de dünyanın halini bir ağaç mecazı üzerinden tahayyül etmektedir. Söz konusu olan, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde olduğu gibi bir ağacın yıkılışıyla bir düzenin çöküşü ve yeni imkânların filizlenişi değildir; 1918’den 1932’ye kadar olan süreçte dünya bir ağaç gibi silkelenmektedir ve kalıcı olan yıkım ve yaratımın birlikteliği değil, ağacın kendisi olacaktır." 

23 Eylül 2021 17:18

Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı[1] metni 15 Temmuz 1932 - 23 Eylül 1932 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edildikten sonra, 1933’te Sühulet Kütüphanesi tarafından basılır. İki dünya savaşı arası dönemde, totaliter rejimlerin güçlendiği bir tarihsel momentte, Hitler’in Ocak 1933’teki iktidarının önünü açan Kasım 1932 seçimlerinin hemen öncesinde dolaşıma girmiş olan bu romanın ilk bakışta bu gelişmelerle alakası yok gibidir. Tarihsel-politik konumundan çok tekniğiyle dikkat çekmektedir.

Metnin üçte birlik kısmını Bir Adamın Hayatı adlı bir romandan yapılmış alıntılar oluşturur. Üstelik biz romanın ana kişilerinden Mualla ile birlikte Bir Adamın Hayatı’nı okuruz. Hem iç romanda komaya girmek üzere olan bir adamın bilinç akışını, hatırladıklarını, kendisini komaya sürükleyen koşulları izleriz hem de Mualla’nın okuma deneyimine, okuma esnasındaki bilinç hallerine tanıklık ederiz. Metnin ikinci yarısındaysa Luigi Pirandello’nun 1922’de yazdığı tiyatrosu Çıplakları Giydirmek (Vestire gli ignudi) ile kurulan metinler arası bağlar sıkılaşır. Romanın bir başka temel kadın karakteri Vildan’ın bu oyunu çeviri süreci ve oyunun olay örgüsüyle Vildan ve Bir Adamın Hayatı’nın muharriri arasındaki ilişkinin geçişliliği bu kısımda ön plana çıkar. Dolayısıyla romanın ilk bakışta dikkat çeken katmanı, başka metinleri kendine dahil etme tarzı ve okurluk, yazarlık ve çevirmenlik deneyimlerini tematize edişidir.

Bir başka katmandaysa Bir Adamın Hayatı’nın muharriri Bir Tereddüdün Romanı’nın ana erkek kişisi olur ve bu kişi Mualla ile Vildan arasında salınan bir arzuyu yaşamaktadır. Peyami Safa okurları için hayli tanıdık bir mıntıkadayız: Muharririn tanıştıktan kısa süre sonra evlilik teklif ettiği Mualla dengeyle, ölçülülükle, geleneğe ve modernliğe ahenkli bir açıklıkla donatılırken, Mualla’dan önce tanıdığı ve Mualla ile evlilik dedikoduları yayılınca tekrar ortaya çıkan Vildan ise aşırılıkla, ifrat ve tefrit arasında gelgitle, halden hale girip sabit bir kimliğe bürünememekle nitelenir.

Bir Adamın Hayatı’nın ana kişisiyle muharrir arasındaki otobiyografik bağlar ve Çıplakları Giydirmek’in temalarıyla Vildan ve muharrir arasındaki ilişkinin paralelliği, Bir Tereddüdün Romanı’nın farklı katmanları arasındaki sınırları geçişkenleştirir ve ana metinle iç metinler arasındaki diyalogu da artırır. Böylelikle Mualla ve Vildan’a yüklenen anlamlar da billurlaşır. Ancak romanın ilk yarısında odakta olan Mualla’nın ikinci yarısında birkaç kere ismi geçmek dışında unutulması, bir tek romanın kapanış paragrafında hatırlanması metnin mimarisini aksatmaktadır.

Muharririn ideal kadın telakkisi Vildan’dan Mualla’ya doğru yönelmekteyken iki kadının romanda çıkış sırası farklıdır. Mualla’ya yönelimden sonra Vildan’ı tanırız. Mualla sonrası Vildan’ın ortaya çıkışıyla, Mualla öncesi Vildan’a dair bilgi sahibi oluruz. Vildan’dan Mualla’ya geçiş aynı zamanda muharririn bohemlikten vazgeçiş süreciyle paralel ilerlemektedir. Romanın politik bağlamını belirleyen ilk veriler bohemlik tartışması aracılığıyla verilir. Bu tartışma çoğunlukla Bir Adamın Hayatı’ndan alıntılanan kısımlarda muharririn iç romandaki temsilcisi ve arkadaşları arasında sefih olarak sunulan gece eğlenceleri ya da bu temsilcinin komaya giriş süreci esnasında geçmektedir.

Sağlık krizinin şiddetlenmeye başladığı ilk anda muharririn farkına vardığı şeylerden biri toplum ve ölüm arasındaki ilişkidir. Ölümünün pek yakında gerçekleşebileceği düşüncesi ölüm tehdidinin toplumun kurucu unsuru olduğuna dair bir sezgiyi de beraberinde getirmiştir: “Bir anda ölüm ona cemiyetin yaratıcısı gibi göründü; milyarlarca insanın üstünde bir kara ışık gibi uzanan bu en büyük korkusunun altında herkesin birbirine sokulmasındaki ihtiyacın ehemmiyetini hissediyordu.” (s. 16) Ölüm etrafında örgütlenen cemiyete muharrir aynı zamanda mutlak bir güç de atfeder. Bohem arkadaşları kendi aralarında ölçüsüz davranırken, muhtelif aşırılıkları denerken yanlarında “normal” insanlar olduğunda kendilerini saklamakta, norm ihlallerini ve sınır aşımlarını cemiyetten gizlice yapmayı tercih etmektedir. Bohemlikten ayrılış/arınış sürecinde olan muharrir bu kendini saklama pratiğini yanlış bulmaktadır; zira

“[C]emiyet her şeyi biliyor. Ondan bir şey kaçırmak imkânsızdır, imkânsız. Cemiyet her şeyi görür, bilir, anlar; çünkü bizzat cemiyet her şeydir ve kendi cüzlerinden müstakil bir varlık değildir”. (s. 82)

Muharrir topluma kadiri mutlaklık, âlimi mutlaklık gibi Tanrısal sıfatlar yüklerken bohemlerin toplumdan azade özerk bir alana, korunaklı bir özgürlük ortamına sahip oldukları yanılsamasında olduğunu düşünür. Bohemler aynı zamanda her türlü gayeden de nefret etmektedirler. Vaktiyle parçası olduğu bohemlere göre bir gayeye bağlanmak heyecanların ve duygulanımların hür oyunundan, samimi, hakiki ve dinamik yaşamdan uzaklaşmak demektir. Muharrir bohemlerin politik fikirlerini de aktarır. Bohemlere göre otokratik zihniyet, “[b]üyük içtimai taazzuvlardan [organlaşmalardan, örgütlenmelerden], kulüplerden ve cemiyetlerden kork[tuğundan]” (s. 92) bunlara müdahale etmektedir. Hatta cemiyetçiliği en büyük anarşi etkeni olarak görmektedirler: Cemiyetçilik anarşinin üstünü “suni surette dikiş tutturan, şekilden ibaret bir asayiş manzarası” (s. 92) ile örtme teşebbüsüdür. Buna karşılık bohemler kendilerini, “gizli, gayritabii ve zümrevi parçalar[dan]” oluşan Türk toplumunun içinde “kendi muhtariyetini arayan bir münevverler aşireti” olarak görmektedirler. (s. 92-93) “[B]ohem[,] şahsiyet sahibi zekâların hürriyete iştiyakından doğar.” (s. 93)

Muharrir aşırılıkları, ölçüsüzlükleri, sefahatleri, uyuşturucu, içki ve cinsellik düşkünlükleriyle bohemleri karikatürize ederek eleştiriyor gibi görünse de, aslında gayesizlik, cemiyetin mutlaklığını ret, cemiyetten ayrı bir özerkliği ve özgürlüğü arayış, asayişten çok anarşiye yakın olma gibi politik veçheleri de olan nedenlerle bohemliği eleştirmektedir. Dolayısıyla bohemlikten sıyrılma girişimi muharrirde totaliter bir cemiyet tasavvuru ve nizam ve gaye arzusuyla birlikte ilerlemektedir.

Muharririn arayış ve sıyrılış süreci daha önce gözlemlediği iki insan tipinden birine dahil olmamak içindir. Bir tarafta manevi burjuvalar vardır; alışkanlıkları, yaşam tarzları, vehimleri ve hakikatleri belirlenmiş olan, müessesleşmiş ve fosilleşmiş insanlar hangi sınıftan gelirlerse gelsinler muharrire göre manevi burjuvadır: “Çünkü cemiyet onları kendi baskısı altında, kendi emirleriyle kımıldayan mahsusî bir âlet haline geçirmiştir.” (s. 156) Diğer taraftaysa “[t]eessüs etmemekte, cemaat ve müstehase [fosil] olmamakta” (s. 156) direnen, daha dinamik, yüzergezer, sürekli keşmekeşlerini tazeleyen, isyanı da, uyumu da kolaylıkla gerçekleştirebilen insanlar vardır. Vildan ve bütün sanatçıları bu gruba yerleştiren muharrir onlar karşısında mülemmalı bir konumdadır:

“Kendimi onların içinde buluyorum, onlardan nefret ediyorum, kaçmak istiyorum ve onları seviyorum.” (s. 156)

Muharririn bohemlik karşısında arzu ve nefret içeren gerilimleri roman ilerledikçe tarihselleşerek sona erer. Muharrire göre yaşadıkları devir mutlak bir yıkımın eşiğindedir, bu yıkımın ardından yeni bir düzen gelecektir; kendisinin ve etrafındakilerin sancısı bu genel toplumsal/politik krizle iç içedir. Bu anlamda tereddüt bu çağı kuşatan mikro ve makro düzlemlerde tecellileri olan bir olgudur:

“Bütün san’atkâr dediğimiz sınıf ve münevver dediklerimiz hep tereddüt geçiriyorlar: İnanmakla inkâr arasında tereddüt; ferdî ve içtimaî temayüller arasında tereddüt; ‘moi’nın [ben’in] kendi üstüne doğru saldırışından başka bir şey olmayan kendi kendini tahrip aşkiyle, yaratıcı hırslar ve sevdalar arasında tereddüt. Bütün Avrupa aynı tereddüt içinde: Almanya, Fransa ve İngiltere sağla sol arasında gidip geliyorlar. Millî ve beynelmilel cereyanlar, dinî lâzühdî [laik] cereyanlar, Katolik izdivaç ve serbest aşk cereyanları, ahlâkî ve gayri ahlâkî cereyanlar bütün beşerî iradeyi ikiye bölüyor ve tereddüte düşürüyor.” (s. 177-178)

Kendisini ve dünyayı dönüm noktasında hisseden muharrir bu tarihsel krizin çözümünü tereddütten karara geçmekte bulur. Bu mutlak bir tereddüt karşıtlığı değildir; tereddüdün felsefi alanda, düşünce düzleminde açtığı imkânları reddetmez ama bu tereddütlülük pratiklere de yansıdığında içinde yaşanılan felaket doğmuştur. Tereddütün hayatın her alanına sirayet ettiği “harp sonu” devrinin “1918-1932 modernizmi” artık sona ermelidir, erecektir. Bununla birlikte dünya ve özne anarşiden, şerden, tereddütlerden, şüpheden, kendini tahripten, “karanlık ve ahmak burjuvazi”den, monden kızdan, “kokain çeken münevver hanım”dan kurtulacaktır. Dünyanın bu gömlek değiştirme ânında muharrir kurulacak yeni nizamın zilletle bağdaştıracağı, bünyesinden atıp arınmak isteyeceği kişi ve halleri de şöyle tarif eder:

“Giden nedir, biliyor musun? Kökleri yurdunun toprağından kopmuş, sadece millî duygularını kaybetmiş ‘deracine’ler. Pierre Loti’nin ‘Desenchante’leri, Andre Gide’in veya Oscar Wilde’ın ahlâksızlıkları, bütün o harpten evvelki ve sonraki züppe dünya edebiyatının kahramanları, bütün o hiçbir şeye inanmamayı bir ibadet ve bir süs yapan, spontane bir değişmeden başka hiçbir şeyi hakikat olarak kabul etmeyen ve ruh azabını ‘vice’ olarak taşıyan münevver cici beyler ve hanımlar, onların Bodleryen edebiyatı ve Niçeen felsefesi gidiyor ve yerine Karl Marks’tan büsbütün başka bir insan tipi gelecektir.” (s. 179)

Bu yıkımın ardından kurulacak yeni nizama muharrir klasisizm adını verir. Yukarıda saydığı “köksüz”lerden temizlenen dünyada asıl kökler kalacaktır, klasik kökler: “Aile, milliyet duygusu, beşerî alâkalar.” Bu ayrık otlarından arındırıldıktan sonra bu kökler yeniden filizlenecek, sağlıkla başkalaşacaktır. Klasik bir yeniden başlangıç arzusu beraberinde hızlıca kadınlığı anneliğe eşitleyen denklemi getirir. Deracine'lerden,desenchante'lerden, Andre Gide’in veya Oscar Wilde’ın “ahlâksızlıkları”ndan, “cici” beyler ve hanımlardan söz ederken de hayli belirgin olan cinsiyetçi ton, kadınlığı anneliğe indirgeyen müdahaleyle daha da kuvvetlenir. Dünyanın “ezeli ve edebi oluş”u esnasında herkes “dinamik rolleri”ni icra ederken kadınlığa düşen de doğurmaktır:

“Yeni kadınların çoğu ana olmağı zarafete mugayir bir şey sayıyorlar ve çocuk viyaklamasından nefret ediyorlar. (…) Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir. Yeni kadın, yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır. (…) [S]aadetin ve idealin ve her şeyin karnındadır. Daima olduğu gibi kâinatı senin karnın idare edecektir.” (s. 180-181)

Vildan’ın itirazları üzerine muharrir iddiasını daha da şiddetlendirir: Vildan gayesizliğin, bir şey aramamanın azabından söz ettiğinde muharrir bu hali asıl hayatı ıskalamak, “akim yaşamak” olarak adlandırır. Burada “akim” kelimesinin seçimi önemlidir. Kelime biyolojik kısırlığı ifade ederken, ikincil olarak sonuçlandırılmamayı, yarım kalmışlığı, tamamlanmamışlığı vurgular. Sonrasında da muharrir son noktayı koyar: “Doğurma sancısı çekmiyen kadın hayat şiddetinin evcine [zirvesine] varmış değildir.” (s. 182; buradaki “şiddet” ifadesi “kaba kuvvet”ten, “violence”dan çok “yeğinlik”e, “intensity”ye gönderme yapmaktadır.) Muharrir aynı denklemi babalık ve erkeklik arasında da kurar, ancak bu denklemden “yaratmak için ruh sancısı çekenler müstesna[dır.]” (s. 182)

14 Temmuz 1932 tarihli Cumhuriyet'te tefrikanın ilanı.

Muharririn Vildan’la kurduğu ilişki arzu yüklü, cazibe ve imtina arasında gelgitli bir diyalog olarak ilerlerken, metin ilerledikçe muharrir tereddütten karara doğru geçtikçe diyalog kaybolur ve bir tür vaaza dönüşür. Aynı zamanda Vildan da yeni nizamın zilleti olacak her mevcuttan izler barındıran, her niteliğin yoğunlaştığı bir figür haline gelir. Vildan ölüme yaklaştıkça, muharrir Vildan’ın şahsında içtimai köklerinden kopmuşluğun, beşerî, mistik ve ilahi bağlardan çözülmüşlüğün, “kâinatın ahenginde bir muvazene unsuru” (s. 195) olmaktan çıkmışlığın perişanlığını, dağılmışlığını, yuvarlanışını görür. Bu, hızla ve durmadan dönen bir çarkın, sonsuz yaratılışın, oluş ve gidişin mütereddit olanları öğütmesidir. Bu tasavvurda otantik hayat yalnızca tereddütleri değil, müteredditleri de ortadan kaldırmaktadır:

“Kimi kozmopolit ve millî duyguların meddücezri arasında, kimi cinsî ve âşıkane meyilleriyle aile ve dostluk vefasının çarpışması içinde, ve hepsi, mevcudatla alâkaları kesilerek, enerjilerini kaybederek, bir muvazene unsuru olmaktan çıkarak, tereddüdün çocukları olan fuhuş, alkol, sefalet ve şifasız bir bedbinlik içinde hastalandılar, parasız kaldılar, süründüler, perişan olup gittiler. Hiçbiri klâsik ve ezelî ahengi hissetmemişti ve hepsi, asrın aşırı geçici anarşisini devrin hakikî işaretlerinden sanmıştılar ve nihayet canlarından usanmıştılar.” (s. 195)

Muharrir 1932’de dünyanın halini bir ağaç mecazı üzerinden tahayyül etmektedir. Söz konusu olan, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde olduğu gibi bir ağacın yıkılışıyla bir düzenin çöküşü ve yeni imkânların filizlenişi değildir; 1918’den 1932’ye kadar olan süreçte dünya bir ağaç gibi silkelenmektedir ve kalıcı olan yıkım ve yaratımın birlikteliği değil, ağacın kendisi olacaktır. Ağaç sarsıldıkça buna direnemeyen fosilleşmiş kıymetler, anarşiye dayalı aykırı ve yeni sanat biçimleri ve anarşi içindeki zekâlar dökülüp kaybolacaktır. Muharrir ağacın silkelenmesini “bir devrenin ihtilâcı” (s. 203), bir dönemin çırpınması olarak görmektedir ve artık kasırga dinmek üzeredir.

Bir Tereddüdün Romanı kendisini bir dönüm noktasında konumlandırıyor. Muharrir dünyanın tereddütten karara, anarşiden nizama, özerklikten mutlaklığa, bireyselden toplumsala, modernden klasiğe, parçalanmışlıktan bütünlüğe, totaliteye doğru ilerlediğini düşündüğü bir anda, bir eşik noktasında, egemen olacak değerlerin yanında ve eski benliğinin karşısında yer alıyor. Bu durum romanda yalnızca bir doğru yolu bulma, geçmişinin özeleştirisini vererek yeni bir başlangıç yapma pratiği olarak işlemiyor. Bu ihtidavari dönüşüm süreci bir geçişten ibaret değil, kendi içinde hayli şiddetli bir ayıklamayı, dışarıda kalanları zelilleştirmeyi ve zilletten arın(dır)mayı barındırıyor. Bu bakımdan dünyada yükselmekte olan totaliterlikle de akraba bir işlemler dizisi söz konusu. Üstelik bu totaliter hidayet her iki kadını da, Mualla ve Vildan’ı da devre dışı bırakan bir erilleşmeyle taçlanıyor. Burada Vildan karakteri özellikle önemli. İlk belirişinden beri histerik, ölçüsüz, istikrarsız birisi olarak sunulan Vildan metin ilerledikçe sabit bir benliği olmayan, bir öze indirgenemeyen, varoluşu bir benlik etrafında örgütlenmeyen muhtelif benliklerin art arda tecellisinden oluşan bir kadın olarak kurulurken, sonlara doğru muharrire sunduğu hayat hikâyesinin doğru olmadığını, asıl adının Anjel olup Suriyeli Hıristiyan bir aileye mensup olduğunu anlatır. Gerçi bunu söyler söylemez Anjel’in de takma ad olduğunu, asıl adını çeşitli nedenlerle söyleyemeyeceğini ifade eder. Vildan’ın ardındaki Anjel’in ardında da başka bir hikâye ve kimlik çıkabilir, roman Vildan/Anjel’in oluşunu bir kimlikte sabitlemez ama Vildan’ın Anjel olabilişi birden meseleye başka bir veçhe katar. Histeriyle ve aşırılıkla donatılmış ve damgalanmış kadının ardında Hıristiyan bir “geçmiş” ve bu “geçmiş”in saklanışına içkin olan şiddet tarihi de belirir. Muharrir tereddütten karara geçerken, anarşiden azade bir nizamı arzularken ve dünyanın bu yöndeki gidişatıyla aynı yönde konumlanırken, Vildan’ın şahsında hem saklanmış/bastırılmış kimliklerin tarihinden hem de bir kimliğe indirgenemeyecek heterojen oluşlardan kendini azade eder. Ancak bu azatlık romanda ancak onların bastırılması, silinmesi ve ayıklanmasıyla mümkün olacaktır.


[1] Bu metindeki sayfa numaraları romanın Ötüken Yayınları'ndan 1999'da çıkan 15. basımına aittir.