Damızlık kızın gerilimi: The Testaments’ta Gilead içinde bir ajan var!

Yaşanmışlıkları kaydetmek veya yazmak bir “umut hareketidir” diyor Margaret Atwood. Aynı şişelere yerleştirilmiş notları denize bırakmak gibi, tanıkların kayıtlarının herhangi bir yerde biri tarafından okunacağına inanmak gibi...

03 Ekim 2019 12:00

Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki en ürpertici --ve vakitlice-- satırlar, Margaret Atwood’un 1985 yılında yayımlanmış romanının ilk sayfalarında karşımıza çıkıyor. Offred ve alışveriş arkadaşı Ofglen Duvarın yanından geçiyor. Duvar eskiden Massachusetts’in Cambridge kentindeki ünlü bir üniversiteye aitti fakat artık Gilead’ın yöneticileri bu kent simgesini, hain oldukları için idam edilen insanların cesetlerini sergilemek için kullanıyor. Offred Duvara yeni asılmış altı cesede bakarken bekçileri ve öğretmenleri Lydia Teyze’nin umut kırıcı sözlerini hatırlıyor: “Sıradan olan,” derdi, “alıştığınız şeydir. Bu size şimdi sıradan görünmeyebilir ama bir süre sonra öyle görünecektir, sıradan olacaktır.”

Offred hiçbir şeyin bir anda değişmeyeceğinin farkına varıyor; “Derece derece ısınan bir küvette farkına varmadan haşlanarak ölürsünüz.” Amerika Birleşik Devletleri nasıl Gilead’ın totaliter devleti hâline geldi? Öyle bir devlet ki kadınlar “iki ayaklı rahimler” olarak görülüyor. Beyaz tenli olmayan kent sakinleri ve inançsızlar (bu grup, Yahudi, Katolik, Quaker, Baptist veya Gilead’ın yobazlık derecesindeki aşırılığını benimsemeyen herhangi birini kapsıyor) yerlerinden ediliyor, sürgüne gönderiliyor ya da ortadan kayboluyor. Yöneticiler, ülkeyi bölmek için bilerek cinsiyeti, ırkı ve sınıfı kullanıyor. Nasıl bu hâle gelindi? Offred değişimin, kendisi gibi sıradan vatandaşların önemsemelerinden daha önce başladığını hatırlıyor; “Yaşardık, her zamanki gibi, aldırmadan. Aldırmamak cehaletle aynı şey değildir, üstünde çalışman gerekir.”

Damızlık Kızın Öyküsü’nün 15 yıl sonrasını anlatan ve merak uyandıran devam kitabı The Testaments’ta Offred, yalnızca üç cümle kurarak çok kısa bir an görünüyor. Fakat devletin düşmanı ve terörist ilan edildiği Gilead’da neredeyse efsanevi bir yer kazanmış oluyor. Rejim, Offred’e en az iki kere suikast girişiminde bulunuyor ve Offred’in Kanada sınırına kaçırdığı (TV dizisi uyarlamasındaki) kızı Bebek Nicole’ü kurban olarak bir sembole dönüştürüyor.

The Testaments’taki ana hikâye, şeytanî imparatorluğu alaşağı etmelerine yardım etmek için Mayday direnişiyle birlikte çalışan Gilead’ın içerisindeki bir köstebek hakkında. Hikâyenin temel dayanağı biraz zorlama; ayrıca düzenlenmesinde oldukça çalışılmış fakat bu yapaylık, Dickensvari felsefî bir önemle yankılanan tesadüflerden oluşuyor.

Hikâye üst üste geçen üç anlatı üzerinden ilerliyor. Biri, artık 16 yaşında genç bir kadın olan ve başka bir isimle Kanada’da yaşayan Nicole. İkincisi, Offred ile kocası Luke Kanada’ya kaçmaya çalışırken, beş yaşında ellerinden alınan ve o zamandan beri Gilead’da üvey anne babasıyla yaşayan Offred’in büyük kızı Agnes Jemima (TV dizisinde Hannah olarak biliniyor). Diğeri ise Gilead’ın zalim kurallarını kinci bir zevkle Damızlıklara uygulayan acımasız görevli Lydia Teyze.

Damızlık Kızın Öyküsü’nün Hulu ekranlarındaki TV uyarlaması, Lydia Teyze’yi garip bir biçimde çizgi filmlerden fırlama bir kötü karaktere dönüştürmeye çalışıyor. Lydia Teyze’nin geçmiş yaşamının taslağını çizerek yalnızlığın ve utancın kadının acımasızlığını beslediğini ima ediyor. Fakat The Testaments’ta Atwood, Lydia’nın karmaşıklığı için daha inandırıcı bir durum yaratıyor: Atwood, Lydia’yı (Offred, Offred’in kızları ve daha önceki Surfacing ve Kedi Gözü romanlarındaki birçok karakter gibi) bir hayatta kalana dönüştürüyor. Onu, ölümden ve daha fazla kayıptan kaçınmak için zorunlu olduğunu düşündüğü şeyi yapan biri haline getiriyor. Gilead’ın ilk günlerinde, Lydia kendini kurtarmak için rejimle iş birliği yapıyor, soğukkanlı ve hırslı bir entrika çevirerek yöneticiler arasında yükseliyor. Gilead’ı yok etme amacındaki Mayday direnişinin komplosunda yer almasında, rejimin elit kesiminden ölümcül rakiplerinin etkisi olduğu kadar teokrasi içerisinde büyüyen yozlaşma ve riyakârlığa karşı kendi gözlerinin açılmasının da etkisi var.

Bu, Atwood’un hızla gelen devam kitabı ve televizyon uyarlaması arasındaki sayısız farktan yalnızca biri. Dizi sorumlusu Bruce Miller’ın gözetimi altında TV dizisi, ilk sezonda kitabı senaryoya aktarırken harika bir iş çıkardı. Fakat dizinin senaristleri, 2. ve 3. sezon için yeni hikâye yolları oluştururken Offred’i (yetenekli Elisabeth Moss tarafından oynanan) keder, birkaç başarısız kaçış deneyimi, tekrarlar, Serena ve Lydia Teyze ile pembe dizi tadında yüzleşmeler, kahramanlık gerektiren abes durumlar ve daha fazlasından oluşan yorucu bir Bugün Aslında Dündü döngüsüne maruz bıraktı.

TV senaristleri Gilead rejiminin ahlakî bozukluk seviyesini arttırmak adına gittikçe daha da korkunç bir hikâye anlatıyor. Bu hikâye, Damızlıklara uygulanan ve dehşetengiz uzunluktaki sahnelere sahip sadist işkenceleri konu alıyor: Romanda tarif edilen ritüelleştirilmiş tecavüzlerin yanı sıra dizide parmak kesme, şok tabancasıyla işkence, kesilip alınmış bir göz, sıcak sobada yanan eller, kadınların ağzını kenetli tutmak için kullanılan metal yüzükler ve ağızlıklar var. Hepsi de feminist bir alegoridense, Offred’in eylemci annesinin yakmak istediği, kadınlardan nefret edilen bir korku pornosunda bulunma ihtimali çok daha yüksek olan, mide bulandıran ögeler.

Hem Damızlık Kızın Öyküsü’nde (roman) hem de The Testaments’ta Atwood, akıllıca bir hareketle Gilead rejiminin acımasızlığına odaklanmaktansa geçmiş deneyimlerin ve mizacın her bir karakterin bu vahim koşullara nasıl farklı tepkiler verdiği üzerine yoğunlaşıyor. Yine de kitaplarda rejimin, bünyesine kazandırmak istediği rejimden vazgeçmiş kişiler üstünde nasıl duygusal manipülasyon uyguladığını anlatan oldukça etkili ve yürek burkan bir bölüm var.

Atwood, Gilead’ın faşist suçlarının gün gibi ortada olduğunun farkında, bunları italik harflerle yazmaya gerek yok, tıpkı hikâyenin günümüzle olan bağlantısını kalın harflerle belirtmesi gerekmediği gibi. Çoğu Amerikalı okur ve eleştirmen, Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki Gilead anlatısıyla oldukça iç içe çünkü. Biz de kendimizi Damızlıkların umuduyla özdeşleştiriyor, bu kâbusun sona ereceğini, demokratik ilkeleri ve anayasal taahhütleriyle Birleşik Devletler’in eski hâline döneceğini umuyoruz. Kendimizi özdeşleştiriyoruz çünkü Atwood’un romanındaki --kısa bir zaman önce yalnızca uzak geçmişte ya da dünyanın uzak kısımlarında olabileceğini sandığımız-- olaylar şu an gerçekten bizi korkutuyor. Çünkü 2019 yılında televizyondaki haberler ailelerinin ellerinden koparıp alınan çocukların görüntüleri, korku ve nefret yaymak için ırkçı bir dil kullanan bir devlet başkanının konuşmaları ve dünya üzerindeki hayatı bildiğimiz biçimiyle tehlikeye atan iklim değişikliğinin hızlandığına dair raporlarla dolu. Aynı zamanda bu, Damızlık Kızın Öyküsü’nde Offred’in Amerika’daki önceki hayatını hatırladığı, arkadaşlarıyla tadını çıkardıkları haklara ve özgürlüklere hep sahip olacaklarını zannettikleri ve ‒İslamî terörizme karşı alınan tedbirler adı altında‒ yeni hükümetin uyguladığı güvenlik önlemlerinin geçici olduğuna ve yakında her şeyin normale döneceğine dair insanların birbirine moral verdiği sahnelerin bugün neden bizi çok korkuttuğunu açıklıyor.

Bugüne kadar etkisini sürdürmüş distopik romanlar, aynı anda hem geçmişe hem de geleceğe bakar. Orwell’in 1984 romanı, tarihi yeniden yazmasından tutun kişi kültüne, propaganda ve işkence kullanımına kadar Stalin’in liderliğindeki Sovyet Birliği’ne yapılmış acımasız bir taşlamadır. Aynı zamanda, gerçekliği tekrar betimlemek için Putin’in Kremlin’den ve Trump’ın Beyaz Saray’dan her gün kustuğu yalanlar silsilesini ve sürekli gözetimde bulunma durumunun artışını öngören totalitarizmin kurnaz bir anatomisidir de. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında ise yazarın 1930’larda hem komünizm hem de seri üretimdeki kapitalizm tarafından tehdit altında olan bireysel özgürlüğe dair endişeleri yüzeye çıkarır. Cesur Yeni Dünya insanların narkozla uyuşturulduğu, ıvır zıvır ve eğlenceyle dikkatlerinin ölümüne dağıtıldığı teknolojiye dayalı bir geleceği öngörür.

Atwood, Orwellvari yılı 1984’te yazmaya başladığı Damızlık Kızın Öyküsü’nde herhangi bir yerde, geçmişte bir noktada “çoktan yaşanmamış” bir olayı ve “henüz erişemediğimiz” bir teknolojiyi romanında kullanmamaya karar verdi. Amerika’da Hristiyan köktenciliğinin yükselişi gibi 1970’ler ve 80’lerin başlarında tanık olduğu bazı eğilimler üzerinden kitabında geleceğe ilişkin tahminlerde bulunuyor. Atwood, “17. yüzyıldaki kadınlara karşı önyargısıyla tanınan Püriten New England’ın zalim teokrasisi” olarak adlandırdığı yönetimin, toplumsal bir kaos döneminde tekrar ağırlığını hissettirdiği bir arka plan tasarladı. Nazilerin Lebensborn programı, Kuzey Kore ve Suudi Arabistan’daki toplu idamlar gibi bazı tarihî korku ögelerini kullanarak Gilead rejiminin kötücül mekanizmasını çizdi.

Atwood’un Antilop ve Flurya ve Tufan Zamanı romanlarına zemin oluşturan fütürist çorak ülke yaratımı gibi Gilead yaratımı da distopik edebiyat ve ilgili türleri geniş yelpazede okumalarıyla şekillendi; böylece söz konusu romanlara post-modernist bir yoğunluk ve parıltı kazandırması da cabası. The Testaments’taki Nicole ve Agnes’in öyküsü, Atwood’un Viktoryen edebiyata aşinalığını – ki 1960’larda Harvard’da bu alanda lisansüstü eğitim almıştı-- ortaya çıkarıyor.

Örnek vermek gerekirse, kız kardeşlerin aile kökenlerini keşfetmek için atıldıkları serüvenler, Dickens’ın Pip ve Oliver Twist romanlarındaki gibi, 19. yüzyıl edebiyatındaki yetimlerin çabalarını yansıtıyor. Offred’in Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki radikal bir feminist olan annesinin beklentilerini karşılamak için verdiği mücadele gibi, The Testaments’ta da Nicole ve Agnes gerçek annelerinin kimliğine dair sorularla boğuşurken kendi benliklerinin tanımını arıyorlar. Nicole, Kanada’da --ikinci el kıyafet mağazası sahibi ebeveynleri ve Daisy adıyla-- sürdürdüğü hayatın “sahte” olduğunu keşfettiğinde dehşete düşüyor. Agnes, Gilead’a dair inandığı çoğu şeyin koca bir yalandan ibaret olduğunu fark ediyor. Rejimin yozlaşmış liderlerinin diktatörlüklerini haklı göstermek ve pazarlamak için Büyük Birader tarzında İncil’i yeniden yazdıklarını keşfediyor.

The Testaments’ın ilk sayfalarında Agnes kasten saf görünüyorsa, Atwood’un Agnes’in oldukça sıradan bir kız olduğunu göstermek istemesinden kaynaklanıyor. Aynı Offred’in Damızlık Kızın Öyküsü’nde olduğu gibi saf, politika ve dış dünya yerine öncelikle gündelik hayatın sancılarıyla uğraşan akıllı ve becerikli genç bir kadın. Atwood’un Offred’i, arkadaşı Moria gibi bir asi değil, annesi gibi bir kuramcı da değil. Hatta Offred, feminist annesinin fikirlerinin “vücut bulduğu bir figür” olmak istemediğini, “annesine karşı kendi hayatını savunmak” zorunda kalmak istemediğini vurguluyor.

Belki de bazı fanlar Atwood’un Offred’inin çok pasif olmasından şikâyet ettiği için TV senaristleri, karakteri epeyce değiştiriyor; ikinci ve üçüncü sezonda Offred amacına ulaşmasına yardım edecekse ahlakî değerlerinden ödün vermeye yatkın birine, yırtıcı ve bazen acımasız bir savaşçı kraliçeye dönüşüyor. Kızını getirmek amacıyla çıktığı yolda Offred, direnişe kendini adamış bir üyeye ve amacı da Kanada’dan onlarca çocuğu almaya çalıştığı bir serüvene dönüşüyor.

Bu durum dizideki sezonlar boyunca gelişen ve değişen bir kadın kahraman ihtiyacını karşılasa da Atwood’un Offred’inin o sıradanlığının, Gilead’ın totaliter yönetiminin sıradan insanların hayatını nasıl etkilediğine dair okurlara sunduğu dolaysız anlayışı unutmamak gerekir. Aynı duygu The Testaments’taki Agnes için de geçerli.

Atwood 2017’de yazdığı bir makalede, Offred’in öyküsünü “tanıklık edebiyatı” geleneğinde yazdığından bahsediyor. Bu gelenekte savaşlar, vahşetler, felaketler ve toplumsal değişiklikler gibi facialara bizzat tanık olan insanların anlatılarından söz edilmekte. Anne Frank’ın günlüğü, Primo Levi’nin yazıları, Nobel Ödüllü Svetlana Aleksiyeviç’in Ruslarla yaptığı yoğun görüşmelerden bir araya getirdiği tanıklıklar, Rusların II. Dünya Savaşı, Çernobil kazası ya da Afganistan Savaşı’na dair anılarının hepsi bu türe giriyor. Atwood aslında şöyle diyor, faaliyet ve güç için Jeanne D’arc’ın önsezi güçlerine ya da Katniss Everdeen’in veya Lisbeth Salander’ın ninja yeteneklerine sahip olmanıza gerek yok. Diktatörlüğü yenmenin başka yolları da var, direnişe katılabilir ya da tarihî kayıtların doğruluğunu sağlamaya yardımcı olabilirsiniz.

Yaşanmışlıkları kaydetmek veya yazmak bir “umut hareketidir” diyor Atwood. Aynı şişelere yerleştirilmiş notları denize bırakmak gibi, tanıkların kayıtlarının herhangi bir yerde biri tarafından okunacağına inanmak gibi. Bu kişi, Damızlık Kızın Öyküsü ve The Testaments’ın hicivli sonsözlerini seslendiren kendini beğenmiş ve miyop Gileadlı bir âlim olsa bile.

Atwood da şüphesiz biliyor ki, İncil sözlüklerindeki tanımlardan birine göre “Gilead” kelimesi, “beyan tepesi” demek. Offred, Nicole, Agnes ve evet, Lydia tanık oldukları şeyleri kanıtlamak için Gilead’ın anlatılarına meydan okuyacak bazı ifadeler bırakıyorlar. Bu hareketleriyle birlikte rejimin kendi sesiyle kendi hikâyelerini anlatan kadınları susturma kararlılığına da karşı çıkıyorlar.

 

 

Çeviri: Canan Sılay

Bu yazı ilkin The Handmaide's Thriller: In 'The Testaments,' There is a Spy in Gilead! başlığıyla 3 Eylül 2019'da New York Times'da yayınlanmıştır. Yazarın K24'e özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.