“Büyük” adamları ve onları omuzlarında taşıyan yığınları anlatan tarih, bağırsaklarında öğüttüklerinin adlarını yazmaz...
28 Nisan 2017 16:04
“Ben daima kapıların dışındayım. Ve kapılar kapalı.”1
Bir gün, bir asker savaştan döner. Hikâye burada başlar işte, bitmesi gereken yerde... Zira bu adam için savaştan sonra yaşam, yıkımdan sonra devam yoktur; bu adam kapıların dışında, hayatın anca kıyısındadır. “Büyük” adamları ve onları omuzlarında taşıyan yığınları anlatan tarih, bağırsaklarında öğüttüklerinin adlarını yazmaz. Bu adamın adı Beckmann’dır. Hikâyesini Wolfgang Borchert hayal etmiş, Kapıların Dışında adlı oyununda o kaleme almıştır.
Beckmann yaralıdır, yorgundur, sanrılar içindedir. Ölü müdür yoksa diri midir, belli değildir; savaştan sağ çıkmış diğer herkes gibi belki hem biraz ölü hem biraz delidir. Yirmi beş yaşındadır. Bacağı sakattır. Karnı açtır. Sendeleyerek, güç bela yürür. Stalingrad’dan sağ dönmüş ve ölü bilindiği evinde, nicedir unuttuğu yatağında bir başka adamın yattığını görmüştür. Yaşamaya dayanamayacağını düşünüp nehir kenarına gelir ve Elbe’nin koynuna atlar. Rüya mıdır yoksa gerçek midir, belli değildir, zira kumların üzerindedir ve rüyasında Elbe’nin onu tükürüp attığını görmüştür. Elbe’nin onu istemediğini, ona bir kere daha denemesi gerektiğini, her aç kalanın, her dara düşenin nehre atladığı bir dünyanın dımdızlak kalacağını söylediğini hatırlar... Nehir bunu gerçekten söylemiş midir ona, belli değildir, çünkü her şey hem biraz gerçek hem de hayal gibidir, nihayetinde anlaşılır ki Beckmann ölmemiştir, gelin görün ki yaşadığını söylemek de mümkün değildir. Konuşur ama; nehirle konuşur, zihnindekiyle, Öteki dediği ses ile konuşur – o, hayır derken evet diyen2 Öteki’dir; o, ağlarken gülen ya da o, yaşamdan umudu keserken onu itekleyen Öteki’dir; Öteki hem o’dur hem de o değildir, fakat yine de ondan ayrı değildir. Onun gölgesi, onun kaderidir... Gelgelelim bir an gelecek ve Öteki de Beckmann’a diğer herkes gibi sırtını dönecektir.
Beckmann, kısılıp kaldığı yaşamında ve kapıların dışında, dolanır durur. Eski evine, karısına, bir iş bulma ümidiyle tiyatroya, intihar etmek için nehir kıyısına, nehir kıyısında tanıştığı genç kızın yatağına, ailesiyle gamsız, tasasız yemek yiyen binbaşının yanına gider; kaderiyle, Öteki’yle, Tanrı’yla ve kaldırımları süpüren çöpçüyle konuşur. Konuştuğu insanlar, birden çehre değiştirip başkalarına dönüşür, değişir ama Beckmann için hiçbir şey değişmez. O, kapıların dışında, yaşamın anca kıyısındadır. Ve kapılar kapanır yüzüne, yaşam ona sırt çevirir. Yeni bir Tanrı gerektir şimdi insana; zamanın korkularına ve sefaletine uygun bir yenisi... Eskisinin vadesi dolmuş, dünya hâllerine yetemez olmuştur.
Bir gün, bir asker savaştan döner. Hikâye burada başlar işte, bitmesi gereken yerde. Bu adamın adı Wolfgang Borchert’tir ve o, Kapıların Dışında’yı kaleme alacaktır. Yirmisinde, İkinci Dünya Savaşı sırasında Rus cephesine gönderilmiş, yirmi dördünde savaşın bitimiyle askerlikten azat edilmiştir. Gestapo’nun eline geçen ve sakıncalı olduklarına hükmedilen birtakım yazışmalarından ötürü mahkemeye çıkacakken Rus cephesine gönderilen, cephedeyken tutuklanan ve tutuklandıktan sonra savaşma şartıyla salıverilen Borchert, tam terhis edilecekken garnizondan bir arkadaşının ihanetine uğrayacak ve Joseph Goebbels taklidi yaptığı için yeniden yargılanacaktır. Savaşın sonunda, katıldığı birlik Fransızlara teslim olmuşken Frankfurt dolaylarında kaçarak, kuzeye giden tankların peşine takılıp doğduğu kente, Hamburg’a kadar yürür. Elbe’nin kıyısına kadar. Döndüğünde sakattır ve “ölümün damgasını üzerinde taşımaktadır.”3 Gençliğinin en güzel yılları savaşa gömülmüştür; elinde bir kurşun yarasından, ayrıca sarılıktan, difteriden ve teşhisi tam olarak konamayan bir karaciğer ve safra rahatsızlığından muzdariptir. Babası, Fritz Borchert, Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmış ve öyle böyle yaşamıştır; Borchert diğer büyük savaştan kırık dökük ve askerdeyken vatan hainliğinden4 yargılanmış halde çıkar. Yirmi altı yaşında, askerliğinin dışında kitapçı, aktör, senarist ve rejisör olarak da yaşamayı başarmış gencecik bir adamken ölür; geriye kısacık yaşamına sığdırdığı eserleriyle kendi yaşam öyküsü kalır. Elbe’nin kollarına atılmaya hazır kurmaca kahraman Beckmann’ın aksine Borchert’in5 son nefesine değin mücadele ettiği, ölüm karşısındaki nihai yenilgiye son ana kadar direndiği söylenir. Özgürlüğüne kavuşması ile ölümü arasındaki kısacık sürede Hamburg Devlet Tiyatrosu’nda çalışmış ve iyileşme ümidiyle gittiği İsviçre’nin Basel kentinde, bir hastane odasında can vermiştir.
“Ölüler bu yüzyılın duvarlarına sinekler gibi yapıştılar.”
Bir gün, bir asker evine gider. Hikâye burada başlar işte, bitmesi gereken yerde... Bir tiyatro oyunu anlatmıştır bu hikayeyi; adı Woyzeck’tir, hem oyunun hem askerin. Bu hikâyeyi yirmi dört yaşında tifodan ölecek olan Georg Büchner kaleme almıştır; fragman diye geçen, yarım kalmış bir oyun metnidir bu, ne ki Büchner ilhamı gerçek yaşamdan, bir gazete haberinden aldığını söyler. 1821 yılında gazetelerde yer alan habere göre Johann Christian Woyzeck adlı bir asker, kıskançlıktan, sevgilisi Christiane Woost’u bıçaklayarak öldürmüş ve ölümle cezalandırılmıştır. Cezasının infazı, kellesinin kesilmesi suretiyle ve halka açık bir biçimde gerçekleşmiş, genç Büchner bu olayı gazetede okuyup etkilenmiştir. Woyzeck Tanrı fikrini, hiyerarşiyi, bürokrasiyi, sınıf ayrımını irdelemekte ve varoluşun çıkmazlarını olanca dehşetiyle aktarmaktadır; Büchner’in antimilitarist, nihilist, kopuk askeri, Borchert’inkinden yüz küsur yıl önce, daha farklı bir çerçevede ancak benzeşik bir dışlanmışlık içinde resmedilmiştir. Zaman ve şartlar farklı olsa da, “Her insan bir uçurumdur,” 6 nihayetinde ve dibe bakmak baş dönmesine sebebiyet verir.
Büchner’in Woyzeck’i, çıkışsız hayatının kapanına kısılmış bir askerdir; kendi varoluşunun cehenneminde yoksul ve ümitsiz bir asker. Yoksulluğu, yoksunluğa mahkum kaderini belirler. Fazladan kazanç uğruna kendini maruz bıraktığı doktorun deneylerinden her daim pusludur zihni; karnı aç, cebi deliktir. Sendeleyerek, güç bela yürür. Sanrılar içindedir. Marie adlı bir kadınla yaşar ama Marie, ne zamandır, Woyzeck’i kapsamayan daha iyi bir yaşama dair hayaller kurmaktadır; Woyzeck için yıkım yakındır. Yine de dener; konuşmayı, değişmeyi dener; fazladan kazanç için bir doktora denek olmaya razı gelir ve maruz kaldığı insanlık dışı deneyin de etkisiyle sanrılarına iyiden iyiye teslim olur. Büchner, Woyzeck’in öyküsünü anlatırken, onu ezen tüm mekanizmaları topa tutarak insanları yoksulluğa ve yoksunluğa mahkum edebilen bir Tanrı fikrine öfkeyle karşı çıkar; öyle ki Woyzeck’e, ölümü dahi arzulayamayacağını, zira ölüp de göklere, Tanrı katına çıkacak olsa, o ve onun gibilerin bu defa gök gürültüsü mesaisine koşulacağını düşündüğünü söyletir. Woyzeck için çıkış yoktur; dünya çürük, kısır ve kupkuru bir yerdir7 ve kimse için çıkış yoktur; her şey ve herkes ölüdür, savaştan çıkmışçasına kuru, ölüdür toprak... Kimin kiminle savaştığı ise mühim değildir; zira kimileri için kapılar daima kapalıdır ve yaşam yenilgiden ibarettir. Tanrı varsa eğer, yoksullara, garibanlara ve biçarelere yardım etmemektedir.
Büchner de, sağlığında, tıpkı Borchert gibi soruşturmaya uğramış ve devrimci faaliyetleri dolayısıyla hapis yatmaktan Strasbourg’a, ardından İsviçre’ye kaçarak kurtulmuştur. Borchert’in yargılanmasına Goebbels taklidi neden olmuştur ya, aynı Goebbels’in kitap yaktırdığı ateşlere Woyzeck de atılır. Büchner, kısacık yaşamına Alman edebiyatına adını altın harflerle yazdıracak birkaç metin sığdırmış olsa da; 1837’de kaleme aldığı ve yarım kalan Woyzeck, ancak kırk küsur yıl sonra yayımlanmış ve ilk olarak 1913’te, yazarın doğumundan yüz yıl sonra sahnelenmiştir. Alban Berg’in bu oyunu uzun bir çalışmanın ardından operaya uyarlamasının ardından 1925 yılında, Berlin’de, büyük bir hadise yaratarak sahnelenir ve seyircide şiddetli bir tepki uyandırmasıyla anımsanır: Performans hem yuhalanmış hem de büyük alkış toplamıştır.8
“Ölüler cevap vermez. Tanrı cevap vermez. Gelgelelim, yaşayanlar, yaşayanlar soruyorlar.”9
İki ayrı çağda yaşamış iki parlak yazar ve dışlanmışlıklarıyla resmettikleri iki karakter; ikisi de kopuk, ikisi de sendeler, ikisi de Tanrı’ya söver hâlde, ikisi de toplumun çeperinden düşmek üzere... Sefaletleriyle sıradan, yaratıcılarının dehasıyla olağanüstü; ölmenin ne denli kolay, yaşamanın neredeyse imkânsız olduğunu haykıran karakterler... Çağın dehşeti karşısında bir ihtimal düşe kalka yaşam, bir ihtimal felaket ve kıyım - fark etmez, hangi çağa düştüysek artık ona göre.
Düşe kalka yaşamaktan bahsetmişken, bugün, pek çok Alman ve Avrupa şehrinde, Nazilerin katlettiği canları anmak adına döşenmiş taşlara takılarak yürüyor insanlar; kitlelerin galeyanlarıyla dönen çarklarda telef olmuş kurbanların adları, doğum, yerinden edilme ve öldürülme bilgileri yazıyor üzerlerinde; kurbanların özgür iradeleriyle en son ikâmet ettikleri bilinen evlerin, binaların önünde bulunuyorlar... Tökezleme taşları10 diye bilinen bu taşlar, kayıpları anmak ve savaştan sağ çıkanların unutuşa sığınmasını engellemek için çakılıyorlar yere. Mezarı bulunmayan ölülere ait bu mezar taşları, dünyanın en büyük anıtı olarak kabul ediliyor. Ve biz yaşayanlar, düşe kalka, omuzlarımızda zamanın yüküyle ilerliyoruz; sanrı ile gerçeğin birbirine karıştığı, tekinsiz bir âlemde, mezar taşlarını çiğneye çiğneye. Kalabalıklar kana susayacak olursa eğer, hiç dinmeyen savaş tamtamları yine yükseldiğinde ya da kapılar işaretlendiğinde, kalabalıkların sendeleyeceğini ummaktan başka çare yok şimdi – zamanın sırtında giderek yükselen mezarlar sayesinde.