Yaşantı egemendir deneme üstünde. Zaten denemenin bir ucu “anı”ya “günlüğe” belki mektuplara daha doğrusu izlenimlere doğru kayar...
04 Şubat 2016 13:00
Acaba ne kadar zamandır yazıyorum? Yayımlamakla eş anlamlı mı?
1958 yılı diyelim, belki bir iki yıl bile önce denebilir; bakış açısına, değerlendirmeye bağlı olarak değişebilir. Belki de bir iki yıl sonra! Ama her durumda yarım yüzyıl geride ve koyu gölgeler altında kalmış bir geçmiş!
O yıllarda kısa öykü yazıyordum. Üniversiteyi yeni bitirdiğim aylarda, yıllarda. Başka bir deyişle belli bir rahatlığa ve zamana kavuşunca. Ben, alışılagelene aykırı biçimde, şiirden değil, gerçi şiiri seviyordum ve şiirsellikten de hiç uzak değildim, öyküden denemeye geçtim. Böylece 1958’de on kadar kısa öykü yazdım diyebilirim. Bunlar dönemin değişik dergilerinde yayımlandı. Ancak kitaplaşmadı. Bir kitapta toplamayı da düşünmedim.
Öte yandan öykülerden önce de 1956 güzünde üç beş gezi yazısı kaleme alıp bunları yarı resmi bir gazete sayılacak olan Çorum’da yayımlamıştım. Kim derdi ki yıllar sonra izleyeceğim yolun kokusunu daha o tarihte kalemim alacak diye?
Ne ki bu çizgilerin hiçbirini izlemedim. Bununla birlikte uzun yıllar boyunca hep yayınlanmamış ve büyük olasılıkla da yayınlamayacağım birtakım yazılar yazdım durdum. Özellikle Fransa’da yaşadığım dönemde, altmışlı yıllar içinde.
Zaman açısından Türkiye’yi Fransa’ya köprüleyen arakesitte bir çevirim de tam yurt dışında bulunduğum bir sırada Yeditepe’de yayımlanmış. Kafka’dan bir öykü Araplar ve Çakallar! O tarihte Kamuran Şipal tarafından eleştiri oklarıyla acımasızca hırpalanmış, küçük ve masum bir çeviri. Kuşkusuz “Kafka Çevirisi” onun alanıydı ve ben yasak alana girmiştim hiç izin istemeden/almadan.
Benim yazılarım her zaman bir altyapıya oturur. Gerçekte herhangi bir yazınsal türe yönelmeksizin üretilmiş, daha sonra kullanılabilecek bir malzeme öbeği. Yıllar geçince bu malzeme kendi türünü doğurdu “denemeler”!
İlk notlarım ve defterlerime gelince onlar 1950 tarihli. Handiyse altmış-altmış beş yıllık! O sırada lise ikinci sınıftaydım. İlk defterimin ilk sayfaları kimi şairlerimizin şiirleriyle süslenmiş. Fuzuli, Ömer Hayyam, Şeyhülislam Yahya Naili yanı sıra Dante’den Andre Gide’den birtakım notlar. İkinci defterimse 1953, 54 ve 55 yıllarını içeriyor bir ölçüde.
Bu arada Divan-ı Lügat-üt Türk’ün nasıl bulunduğuna ilişkin dikkat çekici kayıtlar.
Ne ki zaman içinde bu defterimin kimi sayfalarını yırtmışım ya da yırtılmış. Belki de yazdıklarımdan uzaklaştım.
***
Yaşantı egemendir deneme üstünde. Zaten denemenin bir ucu “anı”ya “günlüğe” belki mektuplara daha doğrusu izlenimlere doğru kayar. Bir yerde Salah Birsel de öyle demiyor mu; “Denemelerimin özelliği olayları konuşturmamdır. Öyle ki denemelerime bir olaylar adı takabiliriz.” Ben de denemeyi seçtiğime göre yapıtım ancak anılarımın ve karşılaşmalarımın bütünü sayılabilir.
Bu arada hiç kimse ayrıntıları küçümseyemez. Onlar çünkü günün içinde özel önem taşıyor elbet. Her ayrıntının ayrı bir yeri, belirli bir önemi, temel kabul edilenle arasında, üstünde durulmaya değer birtakım bağları olduğu açık. Sonuçta her tümce bir serüven sayılmalı!
Kuşkusuz uzun öykü ve roman için de yaşantının varlığını ve zamana tanıklığını gündeme getirmek olası. Hem bu iki yayımlanmamış üründen birisi (roman) Cezayir Bağımsızlık Savaşı tanıklığı konusunu ve de Paris’e dolayısıyla Fransa’ya yansımasını ele almakta, öbürü ise (uzun öykü) Vietnam Savaşı önünde duyulacak bir tür sorumluluk duygusunun, Sovyetler Birliği (1964) gerçeği çerçevesinde irdelemekte.
***
Yayımlatma serüveni de en azından yazı yaşamının başlangıç yıllarında başlı başına bir “ürün”e dönüşebilir. Bu alanda, yakın geçmişte Muzaffer Buyrukçu’nun bir öykü kitabının “öykü”sünü anımsıyorum. Sonunda yazar da Papirüs’te (1968, sayı 20) “Bir Kitabın Serüveni” başlığı altında Kavga isimli kitabının öyküsünü ya da öyküye dönüşmüş yayım serüvenini anlatmıştı.
Benim uzun öykümün de başına gelenler biraz öyle oldu. Üstelik sonunda da hiç yayımlanmadı. Onu yayımlatmak için Ankara ve İstanbul’da pek çok yeri dolaştım. Dönemin yazın dünyasının birçok ünlüsünü o nedenle tanıma fırsatı buldum. Memet Fuat, Cevdet Kudret, Attila İlhan, Necati Cumalı!
Sözgelimi öykümü Bilgi Yayınevi’nden geri almak durumunda kaldığım zaman Attila İlhan “Bu hikâyenin ismine hayranım, zaten Türkiye’de değerli eserlerin basılma şansı azdır, André Gide de Proust’un Geçmiş Zaman Peşinde romanını Gallimard Yayınevi adına reddetmişti,” diye cevap vermişti bana. Cevdet Kudret ise öykü netameli bir yerde geçiyor (SSCB) diye sakınca belirtmişti yazdığı mektupta.
Bununla birlikte benim asıl ilk yazma serüvenim Papirüs dergisiyle başladı. Papirüs’te Cemal Süreya ile birlikte Muzaffer Buyrukçu ve Ülkü Tamer vardı. Ben de söz konusu girişimin içinde birçok yazı yazdım. Çeviriler, kitap değerlendirmeleri yayımladım. Cemal’in yerine başyazı yazdığım bile oldu.
Ne ki belli bir konu ve tür üstünde yazı yazmaya beni asıl yönlendiren rahmetli Muzaffer Buyrukçu olmuştur. Bu yolla Soyut’ta Dr. İbrahim Bahar’ın aylık dergisinde ilk denemelerimi (General Franco İspanyası üstüne birkaç yıl arayla değerlendirmeler) yazmaya ve yayımlamaya başladım. 1966-68 yılları arasında.
O dönemde askerlik görevimin kıta hizmetlerini gerçekleştirirken bir de siyasal içerikli iki ayrı kitap çevirdim; siyasal konularda Lenin’den İşçi ve Köylü İttifakı (1970) ile E. Vargas’ın XX. Yüzyıl Kapitalizmi (1968).
***
Süreli yayınlar bence edebiyatta çok önemli bir yere ve işleve sahip. Yazar orada kendisini sürekli bir boy aynası karşısında bulur. Kitaplaşma yolunda ve öncesinde süreli dergiler bir sınav alanı sayılır genç yazarlar için.
Ben daima dergilerde sürekli yazmayı yeğ tuttum. Zaten şiir, öykü ve deneme türü ürünler, süreli yayınlara daha uygun düşmekte. Kısa ve sınırlı oylumlu çalışmalar onlar az yer kaplıyorlar. Ama örneğin bir roman öyle değil. Uzun öykü de öyle değil!
Yeni Dergi, Soyut, Papirüs, Türk Dil Kurumu’nun aylık yayın organı Türk Dili sonra Düşün, Günümüzde Kitaplar. Varlık, Milliyet-Sanat, Adam-Sanat, Kitaplık, Cogito, Gösteri, Sanat Dünyamız, Virgül, Sözcükler, yazılarımın yer aldığı beli başlı dergiler… Doğal olarak başkaları da yok değil.
***
Öncelikle şunu söylemeliyim, söylemekle yükümlüyüm, yazarlık söz konusuysa tek bir amacım var o da yazmak, yazmak ve yazmak! Yoksa ülkemi kötülemek, onun tarihine karşı konuşmak pahasına Nobel almak değil! Geçmişi iyi biliyorum sözgelimi Cezayir doğumlu olduğu halde Cezayir’in bağımsızlığı tartışma konusuyken susan Camus’ye karşı ülkesi Fransa’ya direnen Sartre aynı Nobel’i reddetmişti.
Dolayısıyla böyle bir hedefin beklenebilecek değişik özellikleri yok. Yazmak ve yazılanı gün ışığına çıkarmak yani yayınlatabilmek! Başka bir deyişle zamanın elinden yaşanmışı çekip almak ve böylece bir anlamda onu kurtarmak! Zamandan çalıp geleceğe emanet etmek!
Düşünmeli bir kez Kadirli-Karatepe’de Hititler aynı metni neden hem Hitit hem de Fenike diliyle yazdırmak gereği duymuşlardı? Ta ki geleceğe kalabilsinler diye!
Böyle bir tavırda insanın ölümlülüğe karşı savaşımı gizli. Her bireyin yaşadığı “İnsan Serüveni”nin kendisine ilişkin sınırlı bölümünü gelecek kuşaklara ve zamana bırakması. Bir anlamda varsa eğer mezar taşı üstündeki birkaç sözcüğün biraz daha uzun ve ayrıntılı biçimi.
Her zaman yazılanın doğrudan kendisi de “kronolojik yazma düzlemi” üstünde belirli bir bireysel değişimi yenilik istemini/beklentisini yansıtmış olmaz mı? Bu nedenle yazma düzlemi üstündeki konumlanma aslında bir sonuçtur, “yazmak eylemi”nin şu ya da bu biçimdeki doğal ve zorunlu sonucu! Yoksa asla tek başına bir hedef değil.
***
Yakın ve uzak geçmişte 1968, 1971, 1975 ve 1980’lerde yani kırk yıl, en yakını da yirmi sekiz yıl önce yazma serüvenimi dışa yansıtan tabloya başlı başına sert renkler egemendi. Bu tarihlerin dördü de yazıyla anlatım özgürlüğü ve adalet anlayışı arasındaki ince ilişkiyi ortaya koyar.
Birinci Vatan (Ankara) gazetesinde dış siyasa yorumları yazdığım dönemde, İstanbul’da yayımlanan Che Guvera’nın Gerilla Günlüğü kitabı (kitabın çevirmeni Seçkin Selvi de soruşturmaya uğramıştı) nedeniyle Latin Amerika’daki siyasal koşulları irdeleyen bir değerlendirme yazısıydı, 142’den dava açılmıştı. Gazetenin yazı işleri müdürüyle birlikte yargılandık. Aklandık. Bununla birlikte savcı dosyayı Yargıtay’a göndermekten geri durmadı. Ancak orada da bir oy farkla mahkemenin aldığı aklanma kararı onaylandı. Karşı oy notunun sahibi Abdullah Başıbüyük kısa bir süre sonra Adalet Bakanı oldu.
12 Mart (1971) ve 12 Eylül (1980) üstünde durmayacağım. Onlara iki özel kitap ayırdım. Biri Uzun Gecenin Tutsakları (2001) öbürü Karşı Günlük! On yıl arayla kendini gösteren bu iki dönemin cezaevi notlarını (günlükler) her sabah erkenden ve her gece geç saatte yani koğuş halkı uyanmadan ya da uyuduktan sonra yazıyordum. Sessizliğin soluğunu dinlerken.
1975’e gelince dört yüz sözcüklük bir dış siyaset yorumunun neden olduğu dava, kim derdi ki çağdaş bir hukuk uygulaması örneğine dönüşecek! Hem de bir şah örnek! “Kapitülasyonlar Türkiye’si” başlıklı yazım için yazıldığı zaman gibi açılan davası da olağan koşullarda ve mahkemelerde başlamış, 12 Eylül’ün ardından sıkıyönetim mahkemelerine devredilmişti. Bir yıl ve bir yılın altındaki cezalar dönemin getirdiği kısıtlamayla Yargıtay’a da gidemediği için bu yazı sonuçta yazarına bir yıllık cezaya mal oldu.
Böylece hem uygulanmamış hem de uygulanmış bir yıllık cezaya. Dolayısıyla demokrasinin beş yıldan beş yıla “seçeneksiz oy” kullanmak demek olduğu ülkelerde düşünce ve yazı özgürlüğüyle hukukun sık sık çatışması kuşkusuz bir rastlantı sayılmaz.
***
Burada soruyu dile getiren diğer temel disiplinlerin biraz daha açıklığa kavuşturulmasında yarar var.
Kuşkusuz yazarlık donanımının hukuk gibi, felsefe gibi, tarih gibi, beşeri bilgiler gibi dallardan çok yararlandığını/yararlanabileceğini vurgulamak isabetli olur. Bu arada öncelikle güçlü bir yazar olan Samet Ağaoğlu’nun temelde yatan hukukçuluğunu nasıl unutabiliriz.
Öte yandan Paul Nizan gibi sınıf arkadaşı Sartre da Paris’te Ecole Normale Supérieure’de beşeri bilgiler okumuştu.
Bu arada mühendislik eğitimi almış olan kimi ünlü yazarlarınsa yapıtlarında bütünüyle kendilerine özgü, yadsınamayacak belirli bir yöntem ve değişik bir ayrıntı dikkati sergiledikleri gözlenmekte. Ayrıca son kertede düzenli bir çalışma disiplini.
Dostoyevski’nin Cenevre’de yaşadığı sırada tüm yokluklara ve yoksunluklara karşın Budala’yı nasıl tutkulu bir düzen içinde yazdığını kendi Günlükler’i bize öğretiyor. Kaldı ki karısının yıllar sonra yayınlanmış notları da bu çalışma biçimi hakkında daha ayrıntılı bilgiler vermekte.
Sonra Herman Broch ve Ludwig Wittgenstein. Biri tekstil mühendisi öbürü makine. Uyurgezerler’in (roman üçlüsü) yazarı Broch otuzlu yılların başında Viyana Üniversitesi’nde kırkından sonra matematik ve felsefe eğitimi gördü. Tractatus’ün yazarıysa o da matematik ve felsefe üstünde yoğunlaştı.
Böylece bu iki kalem insan deneyimini biyolojiden metafiziğe tüm boyutları içinde yaşamı bütünüyle kavrayarak yapıtlarına yansıttılar.
Oğuz Atay’ın matematik bir bütün sergilercesine ayrıntıya verdiği özel önem ve de ayrıntının ağır bastığı bir yaşantıyı sürekli kayda geçirmesi, kendisiyle verdiği savaşı yansıtırcasına kurgusal kişilerinin iç dünyasındaki boğuşmayı dile getirmeye çalışması bu yolda alışılmışın bile dışına çıkan değişik anlatım biçimi de kuşkusuz dikkat çekici.
Zaten teknik eğitim almış bir yazarın benimseyeceği yöntem belki de çoğu kez ön koşulsuz bir arayış değil midir? Böylece o anlatım araçlarını da, yazış yöntemlerini de, bakış açılarını da sürekli tartışır, kendisine özgü, çözümleyici bir yol arar. Sonuçta bir bakıma aşırıya kaçmış görünse de iç içe geçmeli ve sıkı istifli metinler çıkar ortaya.
“Söyleyin bana nedir bu dünyanın en korkunç suçluluğu eğer tanıklıktan kaçmak değilse?” –Camus
Bir konuşma:
“Arada bir aşağı yukarı herkesin gösterebileceği cesarete sahip olmak yeterli değildir. Gerekli olan her günün istediği cesareti gösterebilmek! Çünkü söz konusu olan yenmek değil, teslim olmamaktır!” (isimsiz)