"1980’lerden başlayarak 2010 yıllarına uzanan, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış seçme söyleşilerde Ömer Uluç’un pek çok ilginç tespiti yer alıyor. Mesela: 'Ben resmi bir el işi olarak değil bir düşünce, bir buluş işi olarak ele alıyorum, dolayısıyla tehlikeli bir şey olarak biliyorum'. Umut Burnundan Dolaşarak, gerçeğin karanlık yanını reddetmeden umut etmeye çağırıyor bizi."
08 Ekim 2020 19:00
Sözlerin, üzüntülerin, sıkıntıların, serzenişlerin aynı sözler, aynı üzüntüler, aynı sıkıntılar ve serzenişlerle, aynı mekaniklikte, aynı sabırsız ve acil tamamlama duygusuyla karşılık bulduğu zamanlarda; hazır sözlere, hazır düşüncelere verilecek cevapların da ta en başından hazır tutulduğu, şaşırmanıza, bir sözcüğü atlamanıza fırsat tanımadan verdiğiniz eslerin bizzat doldurulduğu zamanlarda direnip direnmemek konusunda tereddüt edebilirsiniz. Birbiriyle konuşmayan, birbirini yansıtan, “taklit eden” insanlar olarak Baudrillard’ın bıraktığı yerden şimdiye bakıp söyleyebileceğimiz, “hiçbir şey göründüğü gibi değil”den ibarettir belki de. Peki direnme konusunda bu tereddütlü anlarda ne yapabilir bir insan? Yönünü bulmasına ne yardımcı olabilir? Kendi “doğrularını”, kendi “hakikatlerini” yaratmaya çalışanlar rehberlik edebilir mi bir insana, silkinmesini sağlayabilir mi?
“Tehlikede olan kişinin öznelliği. Toplumun ve yaşamın büyük yeni güçleri üretme, bilgi-düşünce-duygu üretimine ve dolaşımına biçim veren güçler insan öznelliği üzerinde ağır baskı kuruyor. Onu değiştiriyor, içine alıyor ve düzleştiriyor…. Korumaya çalıştığımız tehlikede olan öznellik nedir? Bu bizim ruhumuz açıkça. Sanatçılar bunun korunmasından çok bunun yok olduğunun ya da olduğunun gösterilmesi ile ilgileniyorlar…. İnsan öznelliği son nefesler gibi, kısa sürebilen başkaldırmalar yapıyor. Çağın sonuna doğru, benzer elbiseler giymiş, aynı boyda sanatçıların bulunduğu sponsor kampları kurulacak.” (s. 113)
1980’lerden başlayarak 2010 yıllarına uzanan, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanan seçme söyleşilerinden oluşan Umut Burnundan Dolaşarak’ta yer alan Ömer Uluç’un bu öngörü-tespiti, bir yanıyla Baudrillard’ın felaketçi tükeniş görüşünü akla getiriyor; bir yanıyla da Guattrari’nin son kitabı Chaosmosis’te, bin yılın sonunu karanlıkta bıraktığını, hava ve su gibi verili olmayıp üretilmesi, ele geçirilmesi, zenginleştirilmesi gerektiğini söylediği öznellik sorununu. Ama belki sanatçı sezişleriyle, belki Türkiye’de yaşıyor ve üretiyor olmanın getirdiği gerilimlerle filozof-sanatçıya dönüştüğü için, Uluç’un söyleşilerinin neredeyse hepsinden çıkarılabilecek aforizmavari cümlelerde bir direncin ifadesini yakalamak zor değil:
“Nedir sanatçı… dışarıdaki kargaşayı, insanın içinde yaşadığı kargaşayı, onun sinirlerini bir çeşit yeniden düzene sokan ve onunla bir şey ortaya çıkaran kişi.”
Yine Guattari’ye, ama Franco Berardi’nin izinden dönecek olursak, dünya kaosu sadece depresyondan, belirsizliklerden, anlamların, söylemlerin, görüntülerin arkasında hiçbir gerçekliğin kalmamasından ibaret değildir, kaos aynı zamanda yaratıma açılan kapıdır. Kaos kaotikleştirse, tutarlılıkları çözüp dağıtsa da felsefenin görevi, düşüncenin doğduğu sonsuzluğun desteğiyle tutarlılık düzlemleri oluşturmaktır.
“Düşünmek için bilgi lazım, kademeler lazım. Birden her şeyi düşünemezsiniz…” (s. 191)
“… Ben Türkiye’yi büyük bir karmaşa olarak görüyorum… Benim oluşturduğum formlar bu kaosun devamlılığına bağlanıyor”.
Bu sözlerde ve dediğim gibi söyleşilerin neredeyse hepsinde felsefi bir kuram, bir umut ilkesi bir sanatçının kendi güzergâhında, kendi seçimlerinde, vazgeçtiklerinde, hatta çelişkilerinde somutluk kazanıyor. Tıpkı Mayıs 1982’de Jale Erzen’le yaptığı söyleşide, “Ben resmi bir el işi olarak değil bir düşünce, bir buluş işi olarak ele alıyorum, dolayısıyla tehlikeli bir şey olarak biliyorum” ifadelerinin, Deleuze ve Guattari’nin felsefe nedir sorusuna verdikleri (“kavramlar yaratmaktır”) basit karşılığı akla getirmesi gibi. Resim bir düşünce, bir buluş işidir.
Resim bir düşünce, bir buluş işidir diyor Uluç. Düşünce de meşhur Umut İlkesi’nin yazarı Ernst Bloch’a göre, sınırları aşmak demektir. İnsandaki nihai arzu, yaşanan anın ona, onun da yaşanana ana ait olması derecesinde, gerçekten var olmaktır. “İnsan en nihayet kendisi olarak Şimdi ve Burada olmak ister, ertelemeden ve uzağa ötelemeden” diyen Bloch’un tasarısı, 60’lardan itibaren bir grup sanatçıyla birlikte peşinde olduğu estetik anlayışı, soyutla ilişkisini, “kendinin” ve resminin geçirdiği süreçleri, yaklaşıp uzaklaştığı akımları, akademiye bakışını tekrar tekrar hiç bıkmadan anlatan Ömer Uluç’un “öz yaşam öyküsüne” bir bakış açısından tam oturuyor. Mesela 1965’te Londra’da resme ilişkin yeni bir “karşılaşmanın” kendisi için nasıl bir depresyon nedeni, nasıl sert bir dönüşüm, ama üslubu açısından yeni bir başlangıç olduğunu anlatırken, umut etmeyi bir yanıyla “korkuyu öğrenmekle”, “korkuya karşı verilen emekle”, henüz gerçekleşmemiş Mümkün’e dönük beklenti/niyet/yönelimle açan Bloch’a karşılık veriyor sanki. Ya da “… Türkiye, Paris, New York fark etmez… Hayat durmadan sizi kıymaya çalışıyor. Jiletler atıyor… Bugüne kadar çok jilet yedim. Bu yüzden belki de eserlerimde büyük bir kaosun benim tarafımdan düzene sokulma enerjisi var…” derken sanata sorduğu soruları yaşama sorduklarından ayırmadığı ortaya çıkıyor. Kimi zaman söyleşilmeyip “sorgulandığını” düşünseniz de, köklere değil kendi kendini yaratmaya inandığını söyleyen, Freud’u yalanlarcasına sanatın sağladığı hafif narkozla yetinmeyip yaşamın sıkıntılarından uzaklaşmadığı anlaşılan Ömer Uluç’un güzergâhı, umut etmeyi öğretiyor insana. Umut, her zaman bir fırsatın doğabileceğine, bu gerçeklik tasarımında düş kırıklığına ya da boyun eğmeye yer olmadığına götüren mümkündür. Yalnızca umut, insanları içe dönük hedefe yönelten ne varsa onların aslında dışa dönük müttefikleri olduğunu bilir.
Yıllara ayrılan söyleşilerde ne zaman yeri gelse hep bir kritik anı yaşadığına vurgu yapılan Türkiye’den, Türkiye’lerden bugüne yansıyan, artık pek çok şeyin bittiği, çoktandır çölleşmiş bir gerçekliğe teslim olduğumuz. Ama hep yeni bir başlangıç yapan Şimdi ve Burada gibi ütopik bir kategoriyi içselleştirmiş olduğu anlaşılan Uluç’un sanatçı heyecanı ve kapasiteleri insana aşılayabilecekleriyle yine de bir rehber oluyor:
“Ben devamlı ertesi günü yaşayan bir insanım. Bitmiyor yani bitmez… Ertesi günde en bariz duygu, coşkudur. Coşku duyarsınız ve nihayet hiçbir şeyin gerçekten önemli olmadığı ispatlanmış olur… Sinmemektir ertesi günü atlatmanın tek çaresi. Üstüne gidin. Hapı yok bu işin” (s. 243).
Türkiye gibi çatışması, karşıtlığı bol bir ülkede yaşamdan ayrılmaz bir direnişi, çatışmayla gelen bir direnişi sürekli olarak beslediği görülüyor sanatçının. Çatışma ne kadar büyükse, onu ortadan kaldırmak için o kadar büyük bir “arzuyla”, içsel bir direnme gücüyle hareket edilir. Yaşıyor olmak duyumsanır bir şey değildir, duyumsamak için kendi dışına çıkmalıdır insan. O zaman yaşam bir itki, bir tazyik olarak hissedilir. Umut Burnundan Dolaşarak’ta bir felsefe kitabının çözmeye çalıştıkları, bir sanatçının yaşamöyküsünde ete kemiğe bürünüyor sanki:
“… Yani, çok ressam olan adamlar var, durmadan kendilerini tekrar ediyorlar. Bu iki şeyden geliyor: Bir, fazla ressam olduklarından, bir de düşünce gibi, ölüm gibi sorunlara fazla önem vermemekten.” (s. 81).
“60’ların ortasında, mekanik bir biçimde, büyük bir karalama arzusuyla, özel hayatımdaki felaketleri uzaklaştırmak için, belki de batıl itikatlarla desenler çiziyordum” s. (98).
Zihnin gücünü geliştirmek sebatlı ve dayanıklı kılmış sanatçıyı, çatışmayı bir bütün içinde idrak etmiş her zaman.
“Ben bir sanatçının resim düşüncesi ile beraber başka şeyleri de düşünmesinden, yani felsefi ve şiirsel taraflarının da olmasından yanayım.” (s. 286)
“Sanat yapmak ikinci bir kişilik yaratmaktır. Yaratıcı sanatçı bu yeni kişiliği kuran ve sonuna kadar bu iki kişilik arasındaki farkı yaşayan adamdır” (s. 31)
Bu sözleri de, sanatçıyı, hiçbir şeyin önüne geçemeyeceği kadar umutlu ve hayranlık duyan küçük bir çocuk, aynı zamanda inançsız kül yutmaz bir ihtiyar ama bilhassa ve bilhassa fazlasıyla hisseden, delicesine hisseden bir duyarlılık delisi olarak tarif eden Albert Cohen’le yansılamak isterim.
Neonlu 80’ler: İran-Irak Savaşı, Ahu Tuğba, Boğaz’da Tanker, Folkland Savaşı, Aerobik resimleri.
“İçinde yaşadığımız güncel ortamda binlerce renkli fotoğrafla belki dünyanın en renkli basını ile karşı karşıyayız. Sürekli bunlarla bombardıman ediliyoruz” (s. 72).
90’ların heyecanı, hız, hareket ve Türkiye’nin değişmeyen dertleri: “Sanatçının belli bir dönemi bittiği zaman, söyleyeceği söz de bitmiş oluyor” (s. 78).
Ve bir son vuruş, Tuluhan Tekelioğlu soruyor: “Kimlerin duvarlarında eserlerinizin asla bulunmasını istemezsiniz? Ömer Uluç:
“Kenan Evren, Süleyman Demirel ve son zamanlarda başbakanımız Bülent Ecevit.” (s.109)
Bu cevap bana, o kadar sert olmasa da, Fransa’nın yetiştirdiği yeni kuşak yazarlardan Edouard Louis’nin son yılların politik tarihini kendi ve babasının bedeni üzerinden anlattığı Qui a tué mon pere (Babamı Kim Öldürdü) romanını hatırlattı. Can Yayınları tarafından bu ay basılacak olan kitapta, geçirdiği bir iş kazası yüzünden yürüme ve nefes alma güçlüğü çeken babasını, bu durumun çocukken onda ve ailesinde yarattığı sosyal-ekonomik sıkıntıları küçük aile hikâyeleri, anekdotlar şeklinde nakleden yazar, politikacıları kişisel olarak hedef alır: bu baba bütün hayatı bir sömürü ve baskı dünyası tarafından çalınan bir işçi, dolayısıyla “politik bir bedendir”, politik tarihi itham eden bir bedendir. Bunun sorumlusu Hollande’dır, Valls’tır, El Kohmri’dir, Hirsch’tir, Sarkozy’dir, Macron’dur, Bertrand’dır, Chirac’tır. Baba, kelimenin tam anlamıyla çalışmaktan helak olmuştur. Uluç’a bağlarsak:
“… Sanatçı politik sorunları, kamusal alan sanatını önemsemek zorunda… Sanatçı doğrucu olmak zorunda değildir. Çelişkilerden de uzak değildir. Zaten de politiktir.” (s. 343).
Fotoğraf: Sadık Karamustafa
Bir insan olarak sanatçının güçlenmesi, özgürleşmesi, bir direniş göstermesi de doğrudan politik bir sonuçtur.
Buraya kadar, bir ressamla yapılan söyleşilerden oluşan bir kitabın, iyileştirici bir kitabın “psikoloji rehberi” olarak okunabileceğine dair ipuçları vermeye çalıştım. Uluç’un kendi ağzından yaptığı sosyal, politik, kültürel tespit-yorumlarını kendi kişisel tarihinizle paralel bir okuma imkânı tanıdığı için küçük bir tarih kitabına da dönüşüyor Umut Burnundan Dolaşarak. Yılların, olayların arasında, konuşulanların, konuşulmayanların, konuşulabilirdi dediklerinizin arasında kendi kuşağınızın izini sürmek gibi. Boyalardan size sıçrayanlar gibi.
“… Burada doğmuşsunuz bir kere. Bunu değiştiremeyiz. Ben gençken, din ve dinsellik asla gündemde değildi. Bugün ise tam tersi… Türkiye cereyanda bir ülke, bizler de cereyanda kalmış insanlarız. Bu karmaşada bir hareket var…” (s. 236).
Konuşmalar o dönemlere sayısız geri dönüşler yaptırıyor size, üstelik Vivet Kanetti’ye kulak verirsek:
“…soru sormasını, bir konuyu irdelemesini bilen, düşünen ve düşündürtebilen bir dönemin gazetecilerine, entelektüellerine, sanatçı ve şairlerine de bir saygı”.
Hem kendi elindekilerin hem de içerisinde bulunduğu gerçekliğin farkındalığıyla sebat etmek, bu gerçekliğin karanlık yüzünü kabul etmek, bu gerçeklik pahasına değil bu gerçeklik içinde eylemek; benim baktığım yerden Umut Burnundan Dolaşarak’ta gördüklerim. Ama o dönemleri yaşayanlar, ucundan bucağından hatırlayanlar, benim gibi bir imgeden yola çıkıp bir sürü hadiseyi birbirine ekleyenler başka başka şeyler de bulacaktır. Az şey mi şimdi şu satırları okumak:
“… Biz hepimiz azınlığız. Üstelik biz azınlık olmak istemedik, azınlık gibi yaşamak zorunda kaldık… isteyerek, seçilmiş bir şey değil… Giderek azınlıkta olduğumuzu gördük. Çoğunluğum diye çıkıyorsun, yavaş yavaş anlıyorsun ki, azınlıksın, hatta teksin… Son azınlık halin ölüm…” (s. 229)
“Herkes dünyayı bir yerinden açmak istiyor. Bunu yapan insan devrimcidir” derken teşvik edici tarafıyla, “… köklere inanmıyorum. Kendi kendini yaratma özgürlüğüne inanıyorum” derken sınırsızlığıyla, yaşarken ve üretirken olaylarda umut imgeleri aramasıyla şimdiye yansıttığı ışığından bugün de faydalandığımız Ömer Uluç’la Umut Burnundan Dolaşarak insana gerçekten arkadaş oluyor. İnsanların, hareket, düzen ve yapabilirliklerindeki değişmezlik sebebiyle eski çağların aslında bize çok yakın olduğunu, kimsenin başkalarının başarmak konusunda umudunu yitirmemesi gerektiğini, insanların her zaman aynı kalan bir düzene doğduklarını, yaşadıklarını ve öldüklerini söyleyen Machiavelli’ye ses veriyor. Eylemenin ve düşüncenin ışıltısıyla sırtlanılmış bir yaşam, hiç de kolay olmamış bir yaşam çatışmaya, direnmeye ve umut etmeye çağırıyor.
•
DEĞİNİLEN KİTAPLAR
Édouard Louis, Babamı Kim Öldürdü?, çev. Ayberk Erkay, Can Yayınları, 2020.
Ernst Bloch, Umut İlkesi, Cilt 1, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları , 2007.
Franco “Biffo” Berardi, Gelecekten Sonra, çev. Osman Şişman, Sinem Özer, Otonom Yayınları, 2014.
GİRİŞ RESMİ
Ömer Uluç Paris'teki atölyesinde. Fotoğraf: Ahmet Sel