“Umut sanki fabrika ayarlarımızda var olan bir şey”

“Kurgu ve gerçekliği pek de birbirine tezat görmüyorum. Hepimiz çoklu gerçekliklerle yaşıyoruz. Bu çoklu gerçekliklerin hangisi gerçek, hangisi kurmaca, kim bilebilir? Kurmacalara ihtiyaç duyuyoruz. Kurmacalardan sığınaklar, duvarlar örüyoruz. Keza gerçekliklerden de öyle…”

Klinik psikolog Tuğçe Isıyel ile yeni çıkan kitabı Parçalı Bulutlu üzerine sohbet ettik. Isıyel’in 2020 başında, pandemi henüz kendini tam anlamıyla hissettirmemişken yayımladığı ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık’ın ardından ikinci kitabı bu. Bu iki senede yazarın hayatında çok şey değişmiş; pandemi sürecini Bozcaada’da geçirmeyi tercih eden Isıyel’in kelimelerine adanın tuzu, poyrazı, kokusu sinmiş. Hepimizin mecburen kendine dönmek zorunda kaldığı pandemi sürecinde daha büyük bir yalıtılmışlığı seçerek bir adaya gitmiş, kendine içeriden dışarıya doğru bakmış. Zannediyorum ki yalnızlığa, bağlara, bağlanmaya ve kök salmaya, sevmeye, bırakmaya, durmaya, dinlemeye dair çok gerçek soru ve tespitler barındıran bu kitap da başka bir yerde yazılamazdı. Bu kitaptaki Isıyel hem bir psikoterapist hem bir dost gibi: Kitaptaki denemeleri okurken kimi zaman sevdiğim bir arkadaşımla dertleşiyor, kimi zamansa terapistimin çözümlemelerini dinliyor gibi hissettim. Isıyel ile bu son derece gerçek, içtenlikli ve çıplak kitabına dair konuştuk. Umarım sizler için de benim için olduğu kadar ufuk açıcı olur.

***

Merhaba Tuğçe! Sana hepimizin muhtemelen hayatı boyunca en sık karşılaştığı soruyu sorarak başlamak istiyorum. Ancak mevzubahis sorunun günlük konuşmada ya da bir terapi seansında sorulması arasında çok fark olduğunu zaman içinde öğrendim, ben ikinci biçimiyle sormak arzusundayım. Bir terapist olarak normalde bu soruyu danışanlarına her seansın başında dillendiren sensin ama bu kez ben sana soruyorum: Nasılsın?

Ne güzel bir soruyla başladık Eylül! Ve oldukça da samimi. Çok teşekkür ederim. Aklıma ister istemez Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım” şiiri geldi. Ne muazzam bir metindir o! Neyse, sorudan kaçmaya çalışmayayım. Ben nasılım? Kitabımın ismi sanki bu sıralar ruh halim için bir yazgı tayin etti bana ve ben de aynı öyle hissediyorum; parçalı bulutlu. Şehre yeniden adapte olma çabaları, şehirde bazı şeyleri bıraktığım yerde bulamamanın hüznü, şehrin kontrol edilemez değişim ve yozlaşma süreci, yaşanan birtakım kayıplar ve beraberinde yeni başlangıçlarla birlikte daha iyi olacağım umudunu taşıyorum diyeyim.

Kasım ayında yayımlanan yeni kitabın Parçalı Bulutlu’yu okurken “Bu kitap ancak bir adada yazılabilirdi” diye düşündüm, hatta madem Edip Cansever dedin, tabağı boş göndermeyeyim; kendisinin “İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” dizeleri geldi aklıma. Ben “kitaplar da yazıldıkları yerin toprağından bitiyor, ona göre şekil alıyorlar” diye düşünürüm hep. Sen de kitapta adada olmak durumunu uzun uzun anlatıyorsun. “Ada, konumu itibariyle dışarıdan ayrılmışlık, kendiyle sınırlanmışlık özelliği taşır. (…) Bir adada parçalanmışlık, bölünmüşlük hissetmezsiniz çoğu zaman, yapbozun parçalarından biri olarak duyumsarsınız kendinizi” cümlelerin mesela. Kitabının adayla ilişkisine dair neler söyleyebilirsin?

Parçalı Bulutlu için topyekûn bir “ada kitabı” diyemeyiz ama adanın havasından, suyundan, insanından epeyce beslendiğini söyleyebiliriz.

Pandemi birçoğumuzun hayatında olduğu gibi bende de bir kırılma yarattı. Ve ben tası tarağı toplayıp çocukluğumdan beri bende çok özel bir yeri olan Bozcaada’ya taşındım. Şehir tehlikeli ve hastalık dolu, ada ise güvenli bir sığınak gibi geliyordu o zamanlar. Hayatımın en güzel ilk ada kışını geçirdim diyebilirim orada. Birçok düşünme sürecinden geçtim, çok fazla kendimle ve doğayla baş başa kaldım, dolayısıyla bu yazma sürecimi ister istemez etkiledi. Ada yeni bir düşünme biçimi sundu bana. Bütünden kopuk ama bütüne bağlı. Hem denizin ortasında ama bir o kadar da hayatın kıyısında… Mahrumiyetler içinde ama yetinecek şeylerle dolu... Doğa-insan ikilemini bir kenara bırakma, ikisinin iç içe olduğunu anlama fırsatı sundu bana. Böylelikle bazı kavramları yeniden düşünmeme yol açtı; sabır, teslimiyet, tek başınalık, vs. doğa bunların hâkimiyetinde ve mükemmellikten çok uzak. İnsan ise mükemmel olanı ararken kendisine, kendi doğasına yabancılaşıyor. Konudan uzaklaştım belki ama soruların bunları çağrıştırdı.

Bildiğim kadarıyla bu kışı adada değil, İstanbul’da geçireceksin. Kitabın çıkışıyla İstanbul’a dönüşün arasında bir bağlantı var mı? Pratik sebeplerin ötesinde, kitapla beraber ada günlerine topyekûn bakma şansı bulup veda etmeye karar verdiğini söyleyebilir miyiz diye sormak istiyorum aslında.

Veda diyemeyiz ama adayla ilişkimin dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu iyi bir şey; oraya ya da herhangi bir yere yapışıp kalmak istemezdim doğrusu. Bir yerin içimde akışkanlık kazanmasını önemsiyorum. Akışkan bir ilişki kurmak istiyorum, katı sınırları olan boğucu bir ilişki değil. Çünkü o zaman kayboluyorsun, beslendiğin şey seni yutmaya ve tüketmeye başlıyor, bir hapishane işlevi görüyor. İlişkilerde de öyle değil midir? Beslendiğin şeyin bir süre sonra seni zehirleyen şeye dönüşmesi çok acı. Esneklik kaybolursa bunlar kaçınılmaz sonuçlar oluyor. Dolayısıyla ya İstanbul ya ada gibi bir ikilemden uzak tutmaya çalışıyorum kendimi. İkisinden de beslendiğim şeyler var ve onları korumak istiyorum. Birini idealize edip diğerini aşağıda tutmak istemiyorum.

Kitaptaki ana izleklerden birinin “onarmak” olduğunu düşünüyorum, dikkatli bakınca tüm metinlerde onarmaya dair bir şeyler bulmak mümkün. Onarmayı merkezine alan bu kitap senin kendini onarmana yaradı mı peki? Ya da bir kendini onarma itkisiyle mi başladın yazmaya?

Ben yazma eyleminin yazarın kendisini onarma itkisiyle çok bağlantılı olduğunu düşünürüm. Bunu yazmayı idealize eden bir yerden asla söylemiyorum ama doğal sonuç buymuş gibi geliyor. Yazar belki kendisini onarmak niyetiyle oturmaz yazı masasına ama yazı onu illaki birtakım kuyulara, dehlizlere sokar, çıkarır, onu bir şeylerle yüzleştirir ya da bir şeylerden korkup kaçmasına yol açar. Onu kendi içindeki ötekilerle, ötekilerin fikirleriyle tanıştırır. Yazmak bir tür süblimasyon süreci yani. Derdi olmayan niye yazsın ki? Derdin varsa da onu yazarak dönüştürebilirsin; çünkü yazdıkça, yani içindeki şeyi dile döküp sembolleştirdikçe artık başka türlü bakabilirsin. Bu bağlamda onarmaya bir tür dönüştürme süreci diyebiliriz belki. Ve şimdi soruna gelecek olursam, yazdığım konulardan hareketle içimde dönüştürdüğüm epey şey oldu diyebilirim. Kendimi daha önce düşünmediğim meseleler üzerine yazar bulurken aslında o meselelerin içimde ne kadar da dallanıp budaklanmış olduğunu ve dışarıya atılmayı beklediklerini gördüm. Bu bağlamda elbette epey onarıcı oldu.

Bu kitabını ilk kitabın olan Ya Hiç Karşılaşmasaydık’a (Doğan Kitap, Ocak 2020) göre biraz daha melankolik bulduğumu söylemem lazım. İlk kitaba göre çok daha kişisel ve çıplak metinler okuyoruz; dışarıdan içeriye değil, daha çok içeriden dışarıya bakıyor gibisin. İlk kitapta danışanlarının öykülerinin sendeki aksine bakıyorduk sanki, burada ise psikoterapi koltuğunda oturan sen gibisin. Öyle mi sahi?

Öyle mi acaba? Öyle geldiyse o koltukta biraz da ben oturayım öyleyse! Şaka bir yana, Ya Hiç Karşılaşmasaydık psikoterapist gözlüklerimle ve özellikle ikili ilişkileri anlamaya çalıştığım bir dönemde yazdığım metinlerden oluşuyordu. En azından merkezde en çok psikoloji ve ilişkiler vardı. Parçalı Bulutlu ise terapist kimliğimi biraz daha arkaya aldığım, yaşamı merkeze koyduğum, daha sivil metinlerden ve dolayısıyla daha çıplak, kalemimi daha özgür bıraktığım metinlerden oluşuyor. Kalemi daha özgür bırakınca da sanıyorum zaman zaman bir iç dökme duygusu verebiliyor. Sanırım okurla böyle bir yakınlığa ihtiyaç duydum.

İstanbul’u terk etme kararı sanki bir köklerinden kopmak, adaya gidip oraya yerleşmek ise kendini yeniden köklenmesi için suya bırakmak olmuş gibi sanki. Suda köklenmeyi bekleyen bitkileri hem biraz hüzünlü hem de umutlu bulurum. Bir ara dönem, bir geçiş, bir bekleme, bir kendinle kalma hali… Böyle miydi gerçekten? Ve eğer böyleyse, yazım sürecini nasıl etkiledi bu ruh hali?

Röportaj mı yapıyoruz, psikoterapi seansı mı belli değil! Çok güzel yakalamışsın bu kısmı. Aslında İstanbul’u terk etmedim, İstanbul’la bir mesafe koydum arama. Buna da “ada mesafesi” dedim. İstanbul’a, İstanbul’daki kendime adadan bakmak istedim. Evet, bu bir ara alandı, bir deri değiştirme süreciydi ve her deri değiştirme gibi sancılı tarafları oldu, olmaya da devam ediyor. Düşünecek daha başka konularım oldu. Bu konular yazım sürecimi elbette etkiledi. Didaktik bir yerden değil de daha çok bir deneyimin parçası olduğum bir yerden yazmaya başladım.

Hem pandemide hem de adada yaşarken bir bütünün parçası olma halini çok hissetmiştim. Bu bir yandan korkutucu, bir yandan rahatlatıcı. Birbirimize hem çok bağlıyız hem de biriciğiz. Parçalı Bulutlu’daki yazılar hep bu hisle yazıldı.

Parçalı Bulutlu’nun ilk kitabından ayrıştığı bu gibi noktaların yanı sıra, çok benzeştiği yerler de var. Bence bunların başında “şeyler”le kurduğun ilişki ve onlar üzerinden yazdıkların geliyor. Şeylere (nesnelere, bitkilere, hayvanlara) bakıp geçmişlerine dair fikir üretmeyi yahut şeylerden gelecek hayalleri devşirmeyi çok sevdiğini söyleyebiliriz sanırım, her iki kitapta da pek çok yazının çıkış noktasında bu “şeyler” bulunuyor. Bunun yazma pratiğinin değil, yaşama pratiğinin bir parçası olduğunu seziyorum – yani yazmıyor olsan da şeylerle ilişkin böyle olurdu, ya da yazmazken de böyleydi gibime geliyor. Bu bakma ve düşünme biçimin senin hayatı deneyimlemeni nasıl etkiliyor ve şeylerle ilişkilenmene dair bize ne söyleyebilirsin?


Tuğçe Isıyel

Bu bir oyun hali aslında. Bir imge geliyor zihnime ve onun çağrışımlarının peşinden giderek onunla oynaşmaya başlıyorum. Yukardan, kenardan, aşağıdan o şeye bakmaya başlıyorum. Dış dünyadaki nesnelerin iç dünyamda konumlandıkları yeri görmek, algılamak, idrak etmek. Sonra bir yapboz gibi bunları yeniden eğip bükmek. Yerlerini, onlara atfettiğim anlamları değiştirmek. Yazarken de bunu yapıyorum sanırım, bu yüzden yazmak benim için bir oyun hali, yaşamı sıradanlıktan kurtaran bir geçiş alanı.

Her iki kitapta da gördüğüm bir diğer ortak nokta ise sanatla kurduğun ilişki oldu, özellikle edebiyat ve müzikle. Öyle ki, bu kitaba eşlik eden bir Spotify listesi bile var ve ilk kitapta olduğu gibi burada da sık sık şiirlere, romanlara atıflar yapıyorsun. Bir sosyal bilimci olarak edebiyatın ve özellikle kurgunun hayatındaki yerini merak ediyorum. Kurgu mu gerçeklikten beslenir, yoksa zaman zaman bu ilişki terse döner ve kurgu gerçekliği biçimlendirir mi mesela sence? Kitabındaki bazı atıflar bana bu soruyu düşündürdü. Yani bir şeyi deneyimlerken aklımıza düşen dize veya cümle, o deneyimi de dönüştürüyor sanki. Sen de burada diyalektik bir ilişki olduğunu düşünüyor musun?

Çok güzel bir soru! Kesinlikle ben de öyle düşünüyorum. Kurgu ve gerçekliği pek de birbirine tezat görmüyorum. Hepimiz çoklu gerçekliklerle yaşıyoruz. Bu çoklu gerçekliklerin hangisi gerçek, hangisi kurmaca, kim bilebilir? Kurmacalara ihtiyaç duyuyoruz. Kurmacalardan sığınaklar, duvarlar örüyoruz. Keza gerçekliklerden de öyle…

Ben kurgusal bir metin okuduğumda, örneğin bir romanla hemhal olduğumda onun bende yarattığı duyguyla bir deneme kaleme alabiliyorum.

Sen de biliyorsun ki, bir metin hiçbir zaman salt o metinden oluşmuyor. Yazarın beslendiği, deneyimlediği, bünyesine kattığı, geçmişin sandığına tıkıştırdığı birçok şeyden de oluşuyor. Şiir, müzik, sanat, belki bir travma, belki bir yolculuk… Metinlerin arka bahçelerinde dolaşmayı çok seviyorum, bu yüzden metinlere psikanalitik bir duyarlılıkla yaklaşmak hoşuma gidiyor. Zaten o duyarlılıkla bir metne baktığınızda gerçek ve kurmacanın sınırları da birbirine karışabiliyor.

Kitabının en aklımda kalan kısımlarından biriyle bitirmek istiyorum. “Mesleğimin ilk yıllarında umudu tükenmiş insanların kapımı çaldığını düşünürken, sonrasında aslında kapıyı çalmalarını sağlayan şeyin tam tersine umut olduğunu anladım. Bir şeylerin değişebileceğine dair, yaşama dair duydukları umut. Umudunuz tükenmişse psikoterapi koltuğuna neden oturasınız ki...” diye yazmışsın, bayıldım buna. Bu kitap da melankolik ve yer yer hüzünlü olsa da bir “umudu yeşertme” kitabı sanki. Öyle mi?

Böyle düşünülmesi, okura bunun kalması beni çok mutlu eder, hele umuda bu denli ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde. Ben insan canlısının onarma kapasitesinin olağanüstü olduğunu görüyorum ve düşünüyorum. Umut sanki fabrika ayarlarımızda var olan bir şey; onu yeşertmek insanın iradesine, yaşama tutunma gücüne kalıyor sanki. Bu güç kimi zaman bir kitaptan, bir dosttan, doğadan, sanattan alınabiliyor. Ruhsal bağışıklığımız ancak yeşertilen umutlarla yüksek tutulabiliyor. Parçalı Bulutlu bir nebze bile buna hizmet ediyorsa ne mutlu!