"Pamuk bireyin belirlediği tarihe ve tarihin belirlediği bireye yeniden dönerek modernleşmeye modern sonrasının çok odaklı açısından bakmakla kalmıyor; tarihi, kurduğu şahsiyetlerin sübjektif değerleri içinde bir kimlik olgusuna dönüştürmeyi başarıyor. VG, Minger adasının ‘tarihi’ni anlatırken tarihin bir benlik olgusu olduğunu yeniden düşünmemizi sağlıyor."
17 Ağustos 2021 15:53
2016 yılının 15 Temmuz gecesi Türkiye’de bir darbe girişimi gerçekleştirildi ve doğallıkla büyük olaylar yaşandı. Ülke o hareketin etkisi altında çalkalanıyor, kimse başka bir şeyle ilgilenemiyordu. Kalkışmanın üstünden bir haftadan biraz fazla geçmişti ki, Orhan Pamuk beni ve eşimi Büyükada’ya akşam yemeğine davet etti.
Buluştuk, dönüş vapuruna kadar bir balıkçı masasında birçok şeyden konuştuk. O arada bir roman yazdığını söyledi; “Osmanlı’da, hayalî bir adada yaşanan veba salgınlarını anlatan bir roman”. Yasemin (eşim), “Aşk var mı?” deyince, “Aşksız roman olur mu, işimiz ne?” diye çok güzel bir cevap verdi. Fakat o günlerde çalışmayı durdurduğunu belirtti: “Hayalime bile gelmeyecek görüntüler televizyon ekranından yansırken benim hayal kurmam zor.”
Aradan çok uzun bir süre geçti ve bu yılın mart ayında Veba Geceleri yayımlandı.
Pamuk’un imzalı kitabını yayınevi bana da göndermişti. Fakat eşimle ben o sıralarda Covid’e yakalanmış, ağır şekilde geçirdiğimiz için hastanede yatıyorduk. Bundan daha garip bir çakışma olabilir miydi? Beş yıl önce yazıldığını duyduğum ve bir salgını anlatan kitap yayınlanıp elime ulaştığında ben evrensel bir salgınla yatağa düşmüştüm. Durumu kendisine yazdığım teşekkür notunda belirttiğim gibi, o sırada benden bu kitap hakkında bir yazı isteyen editörümüz Mustafa Arslantunalı’ya da belirttim. Bu yazı, Arslantunalı’nın istediği yazıdır.
Sadece zamanın garip etkileşimlerini göstermek maksadıyla değil, romanın yazılış tarihiyle de ilgili ve önemli saydığım bir bilgiyi içerdiği için bu anekdotu yazarak başlamak istedim.
Veba Geceleri uzun, geniş, büyük, Orhan Pamuk’un daha önceki romanlarıyla yer yer benzer özellikler gösterip koşutluklar kuran, yer yer onlardan ayrılan ve farklılaşan, güçlü bir roman. Her şeyden önce hayli uzun. Pamuk’un romancılığında alıştığımız hacimli ve katmanlı roman anlayışı bu yapıtında da görülüyor. İnsan ve karakter zenginliği kadar olay örgüsü ve işlenen olayların tarih, toplumbilim gibi farklı bağlam ve alanlara yerleşebilecek nitelikleri romanın gücünü de varsıllığını da artıran bir öğe.
Orhan Pamuk külliyatının önemli bir bölümünü, daha ilk yapıtından başlayarak, tarihi bir öte-anlatı (meta-narrative) olarak kullanan romanlar meydana getirir. Tarih o öte-anlatı hakikatine rağmen bazen romanın belkemiği olur. Kimi yapıtlarda tarih bir roman karakterine dönüşür. Örneğin Sessiz Ev tamamen böyledir. Darvınoğlu tarihçidir, yazar da onunla birlikte tarih yazımı/yapımı üzerine düşünür. Ama Beyaz Kale’de tarih, romanın içine yerleştiği zamandır.
Romanların hiçbirinde Orhan Pamuk’un tarihi gerçek bir olgu şeklinde ele almaması, ‘tarihsel doğru’yla ilgilenmemesi, tarihi, anlatının diğer öğelerini kurmak için bir öğe diye görüp kullanması zaman zaman bu edebiyatın postmodern olarak nitelendirilmesine yol açmıştır ki, tarihyazımı ve tarih felsefesi bakımından doğrudur. O bir yana, Türk romanı geleneğindeki diğer ‘hastalıklarla’ (tarihsel gerçeği doğrulamak, yanlış tarihi düzeltmek, tarihi ideolojik bir yaklaşımın unsuru şeklinde kullanmak) ilgilenmemesi de ayrıca ele alınması gereken bir niteliktir.
Bazı romanlarda ise tarih metne çok uzak, içinde yaşanan zamanın kendiliğinden gerçekliği olarak girer. Masumiyet Müzesi ve Kafamda Bir Tuhaflık bu türden yapıtlardır. O romanlarda tarih kendi ontolojisinden soyutlanır, toplumsallığın bir edeni (agent) niteliğini kazanır. Kent, ilişkiler, nesnelerin düzeni değişmektedir. Onların hepsi tarih fonunda cereyan eder. Doğrudan kurulmayan tarih ilişkisinde öne gelen toplumsal olandır. Bu romanlarda tarih bir zaman olgusudur: zamanı yapan her şey birikir, tarih o bütündür. Bu doğrultuda da tarih bir ‘dolaylı bellek’ kurgusudur. (MM’nin bir müzeye dönüşmesinin üstünde özellikle bu açıdan ayrıca durulması gerekir. Müzede yer alan her nesne bizi tarihe götürür. Çünkü kendileri birer tarih nesnesidir.)
Bu nitelikleriyle Orhan Pamuk ‘tarihsel roman yazarı’ diye nitelendirilse yanlış olmaz. Nitekim Veba Geceleri’nde metnin iç yazarı gibi duran Mina Mengerli, Pamuk’u ‘tarih seven’ olarak nitelendirir. Ama Pamuk’ta ‘tarih’ çok özgül bir anlayışla işlenir.
Tarihin niteliği ve işlevi Pamuk romanlarında başlı başına bir düzen kurar. Pamuk, tarihi mesela Kemal Tahir’in veya Karaosmanoğlu’nun ya da Attila İlhan’ın, hatta Halide Edip’in veya Sevgi Soysal’ın romanlarında ele aldığına benzer/yakın bir eğilimle benimsemez. O türden, yani tarihin tarihselliği ve eşanlamıyla tarihin nesnel gerçekliği bu romanlarda söz konusu değildir. Orhan Pamuk’un anakronik veya zaman-dışı bir tarih kurmacası yarattığı da söylenemeyeceğinden, ‘tarihin tarihselliğinin’ yani tarihin ontolojisinin bu kitaplarda bir referans olduğunu belirtmek yeterlidir.
Nesnellik tarihin gerçeklediği olaylara dönüktür. Örneğin Veba Geceleri’nde anlatılan nesnel olgular yaşanmıştır: II. Abdülhamid polisiye romanları çevirtmiş ve okutarak dinlemiştir. Bu tarihsel bir gerçekliktir. Buna rağmen bu tarihsellik romanda nesnel/ansiklopedik bir bilgi olarak yer almaz, bir gönderme olarak bulunur. Yeri geldiğinde roman kahramanlarının anlatısı içinde kendi gerçekliğiyle ve işleviyle teşekkül eder.
Kısacası tarih, bu romanlarda, dayandıkları muazzam araştırmaya rağmen roman karakterlerinin dolayımı olarak ortaya çıktığı gibi, eşzamanlı olarak onların ‘uzviyetini’ oluşturan bir zemin olarak da gelişir ki, bahsettiğimiz yordam, tarihselliği (historicity) ‘tarihin tamamlanmasından sonra kalan şey’ diye tanımlayan Michael Meyer’in yaklaşımıyla örtüşür.[1] Şunu da ekleyelim: Orhan Pamuk’taki tarih anlayışı karakterin de, yazarın da ‘dışarıdan’ bakarak izlediği bir tarihtir. Yaşanmış, bitmiş, gerçekliğini bu kronoloji üstünden kazanmış tarihle Pamuk’taki karakterlerin herhangi bir ilişkisi yoktur.
Bütün bunlarla birlikte VG’de tarih diğerlerinden ayrışan bazı özgülükler gösteriyor. Her şeyden önce, adı konmasa bile roman çok özgül bir konuyla, ulus-devlet konusuyla ilgili. Bir ulus-devletin kurulması ve sorunları anlatılıyor. Romanın zamanıyla zamanın romanı bu metinde kesişiyor. Bir süreç, o süreci tayin eden tarihe ait olaylar ve nihayet olayların roman şahsiyetlerine olan etkisi (hatta itkisi – ve bu kavram son derecede önem kazanıyor bu anlatıda) işleniyor. Bununla birlikte VG tartışma götürmeyecek şekilde bir politik roman. Ne var ki, ben bu yazıda romanın tarihle olan ilişkisini ele alacağım. Roman-politika ilişkisi, olabilirse başka bir yazının konusu.
Tarih olayları muhayyel bir adada/mekânda cereyan ediyor: Minger adası. Hiçbir roman sadece ele aldığı, işlediği, anlattığı olaylarla sınırlı değildir. Romanları bize aktardıkları hikâyelerin gerçek hayata atıflarıyla okuruz. Ne anlatırsa anlatsın, romanlar gerçek hayata tekabüliyetlerine, insanın reel yaşamında cereyan eden hakikatlerine çeşitli kiplerdeki (metaforik, alegorik, ironik, vb.) referanslarıyla önem ve ‘anlam’ kazanır. VG de bu gerçeği ulus-devlet açısından işliyor. Bu nedenle de romanı bitirdiğimizde ulus-devlet konusunu tekil bir olgu haliyle irdeleyen, çözümleyen bir roman okumuş olarak o konuyu biz de kendi zihnimizde işliyoruz.
Pamuk kadar deneyimli bir romancının bu sonuca didaktik bir tutumla erişmeyeceği, romanın, salt romana ait öğeleri kullanarak o sonuca kendi ontolojisiyle erişeceği muhakkaktır ki, roman-karakter ilişkisiyle ve tarih olgusunun Hegelci bir anlayışa dayanarak ele alınışıyla gerçekleşiyor bu. Sadece tarih değil, roman kahramanlarının karakter özellikleri de aynı muhakemenin yordamında şekilleniyor. Tekil bir bireyin kişisel tercihi olabilecek bir davranış bu romanda tarihin açılımına bağlı bir sonuç olarak gelişiyor. Bu koşul VG’yi, roman-karakter ilişkisinin özgül bir hali olan, roman teorisi bağlamında çok sorgulanan bildungsromankavramına açıyor ve özgül bir belirleyiciye dönüşüyor. Fakat VG’ye tekil bir bildungsroman demek olanaksız. Onu çok farklı şekillerde yoğuran bir metin VG. Önemi burada. Bu niteliğiyle de VG, Hegel-Lukács (ve Jameson) çizgisindeki tarihsel roman sorgulamalarını çok kendisine ait bir noktaya taşıyor.
Bundan önce yayınlanan iki büyük romanla, Masumiyet Müzesi ve Kafamda Bir Tuhaflık’la mukayese edildiğinde VG’nin ayrışan bazı özellikleri olduğunu belirttim. O özellikleri romanı Kar’a hızla yaklaştırıyor. Dolayısıyla VG’nin bir politik roman olduğunu ama politik gelişmelerin romanda bazen metaforik düzlemlerde, bazen sembolik bir yaklaşımla işlendiğini belirtelim ki, her iki unsuru da gene Pamuk romancılığının esaslı kurucu öğeleri arasında saymak gerekir. VG’nin ilginçliğini tarihsel romanken politik, politik romanken tarihsel roman olarak gelişmesinde aramak doğrudur. Tarih-politika kesişimi sadece temporal ve tout court bir ‘durum’ değil. Birbirini üreten, birbirini birer bilinç kategorisi olarak işleyen bir roman VG.
Daha ileri gidelim. Pamuk romancılığının en belirleyici vasıfları metaforlarla ve sembollerle içli dışlı olmasıdır. Bu metaforlar ve semboller zaman zaman daha soyut planlarda işlenir. Bazı durumlarda ise somut bir etkeni bazen gizlemek bazen de berraklaştırmak maksadıyla kurulur. VG, kendisini meydana getiren tüm bu ontolojik ögelerle birlikte ele alındığında ufuk açan, tarihsel roman konusu üstünde yeniden düşünmemize imkân sağlayan, karakter-roman ilişkisini yeniden biçimlendiren ve bilhassa persona’ların kimlik özellikleriyle tarihselliği çok farklı şekilde bütünleştiren, tarih-politika ilişkisini yeniden kurgulayan, ilginç, dinamik, tarihsellikle öte-anlatıyı (meta-narrative) kaynaştırmayı başarmış bir metin. Şimdi bahsettiğim ve VG’yi özgün bir romana dönüştüren bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ve geniş bir parabol çizerek, Pamuk romancılığının bazı özelliklerine değinerek ele alayım.
Orhan Pamuk aralarda farklı kitaplar çıkarsa da uzun romanlarını uzun, geniş fasılalarla yayınlıyor. Hacim olarak son büyük romanı Kafamda Bir Tuhaflık ile Veba Geceleri arasında yedi yıl var. Arada, 2016 yılında Kırmızı Saçlı Kadın’ı okura ulaştırdı. Daha kısa ama yoğun bir kitaptı. Orhan Pamuk’ta her zaman görülen farklı mitolojik öykülere göndermelerin berrak şekilde izlendiği, Sofokles’in Oedipus öyküsüyle Firdevsî’nin Rüstem ve Zöhrap öykülerini çağrıştıran, onlardan el almış, onlardan hareket etmiş, ayrıca başka sembollerle yüklü çok zengin bir novella idi. Bu ve diğer birçok bakımdan ilginç ve özgül bir anlatıydı.[2]
Veba Geceleri’nden önceki iki ‘büyük’ roman ise Orhan Pamuk’un şimdi kırk yılı bulan romancılık çabasındaki farklı yataklarla ilişkiliydi. Bugün birçok bakımdan (adıyla kurulmuş müzeden başlayarak) klasik niteliği kazanmış Masumiyet Müzesi bir aşk romanıydı. Ama Türkiye’nin 1950-75 arasını anlatıyor ve çözümlüyordu. Ardından gelen Kafamda Bir Tuhaflık, bu defa Bozacı Mevlut’un aşkını dile getiriyordu. Yazar gene katmanlı aşk öyküleri kurguluyor, o arada okuyucuyu 1970-2010’lar arasındaki İstanbul’da dolaştırıyordu. Masumiyet Müzesi’ndeki varsıl semtlerin (Nişantaşı) yerini bu defa İstanbul’un ‘periferisi’ almıştı. Roman, gecekondulaşmayla başlayan kent göçerlerinin öyküsünü küçük burjuvalaşmaya geçişleriyle işliyordu. Her düzeyde kazananlar ve kaybedenler vardı. Büyük bir âşık olan Mevlut mülkiyet ilişkilerinde o derecede başarılı değildi. Çok zengin, çok boyutlu, sosyal tarihi içinden kavradığı kadar da toponomik bir romandı KBT.
Türk romanı özünde sosyal bir romandır. Fakat çok az metinde sosyal tarih mekânın değişimi üstünden verilir. Mekân, romanımızda neredeyse hiç yoktur. Pamuk’un romanı ise uzama yayılır, onun değişimi romandaki gerçekliğin değişimini getirir, en azından onunla at başı gider. Pamuk bu romanında Masumiyet Müzesi’ndeki tutumunu büsbütün değiştirip kitabı bir fabl olmaktan çıkaracak şekilde hem somut bir kronolojiyle hem de roman kişileriyle bütünleştirmiştir. Bu yordam gerçekliğin sorunsallaştırılmasına ve roman-gerçeklik ilişkisinin yeniden kurgulamasına denk gelir. Nesnel gerçekliğe bu türden bir atıf, mekânın doğrudan rol üstlenişiyle bir araya gelince, roman iç gerilimleri bakımından bambaşka bir yere taşınıyor.
Veba Geceleri’nin bu iki romanla kesişen özellikleri var. Birbirine koşut aşk öyküleri gene mevcut. Buna karşılık VG diğer iki roman ölçüsünde bir aşk romanı değil. Nefis aşk anlatıları olsa bile ve tıpkı KBT’ta olduğunca, Kolağası Kâmil’in sevgilisi/eşi Zeynep vebadan üstelik hamileyken ölse bile romanın ağırlık merkezini aşk belirlemiyor. Ele alacağım diğer meseleler öne çıkıyor.
İkinci bir noktaya değineyim. Daha ilk kitaplarından, yani Sessiz Ev’den başlayarak Pamuk ‘tutkuların’, daha da doğru bir sözcükle saplantıların romancısı oldu. Kara Kitap bu gerçeğin tipik örneğidir. O kitapta daha parçalı ve tüm romana yayılmış şekilde cereyan eden saplantılar daha sonraki romanlarda, özellikle MM’de ve KBT’ta doruğa çıkar. Aşklar iki romanda da saplantıdır. Tutku çok daha kısa bir anlatı olan KSK’da da belirgindir. Kaldı ki, saplantı MM’de patolojik bir keyfiyet kazanır. Karakterler saplantıları üstünden gelişir. Öylece de saplantı bir yapıntı (fiction) unsuru olmaktan çıkıp romanın asli unsuru olur.
Veba Geceleri’nin çok-katmanlı bir roman olduğunu belirtmiştim. Romanın üç kurgu kesimden oluştuğunu söylemek mümkün. 1901 yılında muhayyel Minger adasındaki veba salgınını kendisine ait dekor ve ilişkiler içinde anlatan roman başka bir planda geç Osmanlı dönemi toplum ve zihniyet kurucularının öyküsü olarak okunabilir. Gerçekten de roman daha ilk sayfalarında salgını bilimsel bilgi ve deneyimle kontrol altına almak isteyenlerle gelenekçiler (buna ‘mütevekkiller’ de diyebiliriz) yani dinsel anlayışla hareket edenler arasındaki çatışmayla açılır. O arada ilginç bir husus göze çarpar: Abdülhamid, bir ‘nasihat heyeti’ni Çin’e Boxer ayaklanması nedeniyle göndermektedir. (Bu heyete başkanlık eden Hasan Enver Paşa’nın iki kızından biri Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım, diğeri şair Oktay Rifat’ın annesi Münevver Hanımdır. Gene heyette Bülent Ecevit’in büyükbabası, müderris [dersiam] Mustafa Şükrü Efendi de bulunmaktadır.) Üç olay hızla gelişir. Önce İzmir’den gemiye binen ve Minger’de inen Bonkowski Paşa katledilir. İkincisi, V. Murat’ın kızı Pakize Sultan’ın kocası Dr. Nuri Paşa acele verilen görevle Çin’e giderken Minger’e geri döner. Üçüncü olay vebanın Minger’de hızla yayılmaya başlamasıdır. Roman bu kurguyla açılır.
İkinci kurgu kesimi Minger’de cereyan eden olaylardır. Burada da iç içe geçen halkalar bellidir. Baş aktör bu defa ada valisi Sami Paşa’dır. Paşa kuşkucu ve dikkatli bir Abdülhamid dönemi yöneticisidir. Kısa sürede vebaya karşı geliştirilen bilimsel yaklaşıma direnen tarikat çevresiyle ve liderleriyle çatışır. Karantinayı uygulamakta başarılı olamaz. İstanbul kendisini değiştirme yönünde bir uygulamaya geçer.
Kesimin ikinci büyük olayı Dr. Nuri Paşa ve eşi V. Murat’ın kızı Pakize Sultan’ın yaveri Kolağası Kâmil’in devreye girmesidir. Kolağası önce postaneyi basarak İstanbul’dan gelen talimat telgraflarının karantina uygulamalarını engellediği düşüncesiyle telgraf trafiğini keser. Ardından Karantina Neferleri’nin başına geçip tarikat yandaşlarıyla çatışmaya girer, adanın bağımsızlığını ilan eder. Kâmil Cumhurbaşkanı olmuştur.
Üçüncü kesim olayların tersine dönmesidir. Çünkü Kâmil ve çok sevdiği eşi ölecek, Şeyh Hamdullah yanlıları isyan çıkarıp yönetimi ele alıp karantinayı kaldıracak, salgın hızla artınca bu defa Şeyh ölecektir. Taraftarları şimdi yönetimden çekilmeye, işin başına yeniden Dr. Nuri’nin gelmesine, o arada Pakize Sultan’ın Kraliçe olmasına karar verir. Salgın sıkı sıkıya uygulanan kurallarla önlenir. Bu iki kesimin Pamuk’un Kar romanını anımsatan ve çağrıştıran sahneler içerdiğini saptayalım.
Son bölüm ise kişisel tarih anlatılarıdır. Dr. Nuri ve Kraliçe Pakize Sultan adalılar tarafından yönetimdeki ‘yabancılar’ olarak görülür. Salgın yönetiminde etkili olan ‘ada yerlisi’ ve Mingerce bilen Mazhar Efendi doktorla kraliçeyi Çin’e gönderecektir. 25 yıl orada kaldıktan sonra çift Londra’ya geçecektir.
Romanı asıl manasında roman yapan ayrıntılarına elbette yer vermediğim bu özet dahi anlatımın ve olay zincirinin sembolik anlamlar taşıdığını kuşkuya yer bırakmayacak bir açıklıkla gösteriyor. Romanın kritik yanını da özellikle bu niteliği meydana getiriyor. Pamuk ‘sembolik’ bir roman yazmış demenin olanağı yok. Tersine, Pamuk, bütün romanlarında görüldüğü gibi, roman gerçekliğini öne çıkarmak için, romanın bir tahayyül ve kurgu süreci olduğunu, bir yapıntı olduğunu vurgulamak maksadıyla bazı öğeleri romana yerleştirmiş. Bunlar Beyaz Kale’den bu yana süreklilik arz eden, Pamuk romancılığının kendine özgü dinamikleri.
Gene de VG’nin ‘sembol’ demesek bile referans düzeyinde geliştirdiği çok önemli iki dinamik var: Türkiye’deki geç Osmanlı dönemi modernleşmesinin temel dürtüleri ve siyasal modernleşmenin ‘ulus-devlet’ kurma evresindeki bükleri. Bu açıdan bakınca VG’nin hareket noktasının Türkiye olduğunu söylemek gerek. Kendisine has özellikler taşıyan küçük bir adada cereyan eden olaylar birçok düzeyde 19. yüzyıl sonundan başlayarak Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nde cereyan eden büyük dönüşümlerle koşutluklar gösteriyor. Ama sadece Türkiye’de değil. 19. yüzyıl sonunda asker-bürokrasi-aydınlar ittifakıyla ulus-devlet kurma sürecini yaşamış tüm toplumlarda yaşandı benzeri olaylar. Bu saptama romanın evrensel bir düzeye yerleşmesini sağlayan en önemli özelliklerinden biridir. Roman kişilerine temel özelliklerini kazandıran düşünsel açılım da gene aynı koşuldan kökleniyor ki, VG’nin asıl başarısı burada: Zaman-tarihsel olaylarla karakterlerin ontolojik özelliklerinin kesişmesi.
Veba Geceleri’nin bir bütün olarak yani tiplerin ontolojik konumlanışları, güncel zaman içinde şekillenen ve değişimler gösteren karakter özellikleri, büyük kurguyla sağladıkları diyalektik ilişki bakımından Hegelci bir tarihsellikle biçimlendiği söylenebilir. Üstelik bu ilişki tek odaklı değil. Çoklu bir perspektifle gelişiyor.
Öne sürdüğüm görüşü temellendirmek için önce Hegelci felsefenin çok tanınan ussal olan gerçek, gerçek olan ussaldır görüşünü anımsatalım. Her ne kadar VG’de, benim sıralamamla bilhassa ikinci kesimde, karakterler eylemleri içinde hareket ederken kendilerini ‘romantik’ bir duyarlılıkla özdeşleştiriyorsa da ve bu gerçek, anlatının en önemli öğelerinden birisiyse de, eylem-karakter ilişkisinin tamı tamına Hegelci önerme doğrultusunda geliştiği besbellidir. Karakterler ussal olanı gerçek, gerçek olanı da ussal kılmak çabasındadır. Buradaki ussallık herhangi bir entelektüel ön-tercihi gerektirmez. Ussal olduğuna inanılan ideanın peşinde olmak, gerçekliği ‘eylemektir’.
Tutumun nedeni bizzat Hegel’de gizlidir. Tarih Felsefesi’nde özgürlüğün bir ‘son’a bağlı olduğunu belirtir, bunun insanın en sonda erişeceği konum olduğunu ve tinin kendisini dünyada temellendirdiğinde özgürleşeceğini açıkça yazar.[3] Belirttiğine göre tarih insanın sonul/nihai özgürleşmesiyle ilgilidir. Tarihsel süreç nesnel tarihle insan bilincinin öznel gelişimi arasındaki ilişkidir. Bir adım daha ileri gidelim. Tarih, tinin (spirit) kendisini ve kendisine ait kavramı keşfettiği süreçtir.[4]
İlgililerin yakından bildiği bu saptamaların Pamuk’un romanındaki karakterler bakımından hayati derecede önemli olduğunu öne sürmek gerek. Roman karakterlerinin iki önemli özelliği var. Birincisi özgürleşmeleri. Söz konusu özgürleşme sadece kendi sübjektif tarihleriyle gelişmiyor. Doğrudan tarihsel gelişmelere bağlı olarak özgürleşiyorlar. ‘Ülkeleri’, toplumları özgürleştiğinde onlar da özgürleşecekler. Bu tipik bir Hegelci 19. yüzyıl muhakemesidir. Bireysel özgürlük ancak toplumun özgürleşmesiyle kabildir ki, o da tarihin ‘ilerlemesi’, kendi sonuna doğru gelişmesidir. Romandaki tarih, öteki nedenler bir yana, karakterlerinin özgürleşmesi için bir araç. Kişiler/tinlerini tıpkı Hegel’in söylediği gibi, nesnel tarihle insan bilincinin öznel gelişimi arasındaki ilişkide tayin eder ve kendilerini kuşatan ‘dar hendese’den kurtularak şahsiyetlerini bulurlar.[5] Bu tüm karakterler için derece derece geçerlidir. Kişiler tarihsel olaylara iştirakleri ölçüsünde özgürleşirler.
Kolağası Kâmil, Vali, Dr. Nuri, Pakize Sultan’ın karakterlerinin olayların içinde açılması sadece basit bir fail-fiil ilişkisi değildir. Böyle olmadığını belirten en önemli işaret Vali’nin ‘darbe’yle birlikte gösterdiği değişimdir. Öncesinde de, sonrasında da aynı görevde bulunan bu bürokratın darbe ertesindeki karakteri Hegelci bir özgürleşmenin işaretidir. Tarih onlara birer kişilik kazandırmıştır. Durum Pakize Sultan’da daha da berraktır. Pakize Sultan tarihin ‘evrimiyle’ kendi sonuna doğru ilerleyecek ve dönüşecektir.
VG’de saptanan bu gerçek Hegel’in başka bir saptamasıyla da örtüşür: Akıl-tarih ilişkisi. Hegel’e göre tarihte saklı olan bir us mevcuttur. Hatta tersinden söyleyelim: Us tarihte gizlidir. Tarih usu gizler. Bu usun ne olduğu tarih, tarihin bütünlüğü, tamamlandığında anlaşılır.[6] Özünde esoterik, hatta mistik bir görüş de barındıran bu değerlendirme Hegel’in meşhur Minerva’nın Baykuşu metaforuyla iç içedir ama oraya varmadan ele alırsak, romandaki tarihsel planın bütünüyle bu ussallıkla ilişkili olduğunu vurgulamak mümkün. Basite indirgemeden belirtirsek, kitabın temel tarihsel fiili Minger adasının bağımsızlaşması, o yoldan özgürleşmesidir. Bu hamle bilinçli, kurgulanmış bir edimle mi başlar sorusunun yanıtı yaptığımız çözümlemenin kritik noktasını meydana getiriyor. Cevap ilk bakışta hayırdır. Kâmil postaneyi basmış, ardından çıkan olaylarda hiç o maksatla hazırlanmamış bir bayrağı balkondan Minger (‘ulusal’) bayrağı olarak sallamış ve ada bağımsızlaşmıştır. Ortada adanın özgürleştirilmesi için hazırlanmış, düşünülmüş bir plan yoktur.
Fiil olarak bakılırsa rastlantısaldır bu gelişme ama öyle değildir. Usunu kendi içinde barındırır. Kâmil’in, Vali’nin, Dr. Nâzım’ın, Pakize Sultan’ın arayışları ve edimleri tarihin içinde biçimlendiği kadar onu biçimlendirir. Arkalarındaki ‘bilinç tarihi’ onlara bu hamleyi yapma olanağını vermiştir. Kâmil, Michelet’nin çok iyi bilinen Fransız İhtilali Tarihi’ni okumaktadır. Dr. Nuri 19. yüzyılın devrimlerine ve elitist devrim hareketlerine yön verecek pozitivist bilginin bilinçlendirdiği, o nedenle de kendi tutumunda katı bir doktordur. Pakize Sultan saray içi politik olaylarla a priori bilinçlenmiştir ve arkada sürekli olarak işleyen, her şeyi kontrol eden, her şeye güç yettiren, tam anlamıyla Hobbescu bir Leviathan işlemektedir ve sahibi Sultan Abdülhamid’dir. Evet, tarih usu gizler. Us tüm bunların toplamıdır. Gizlediği o us (tüm bu koşullar) tarihin bütünlüğü tamamlandığında ortaya çıkar ki, biz, şimdi a posteriori romanı okuyarak söz konusu o usu belirliyoruz. Olaylar bir anlamda kurucu Kraliçe’nin (Pakize Sultan) ve eşinin ülkeyi terk etmesiyle tamamlanır. Bu hal gerçekten bir doruğa tekabül eder: Ulus-devlet kendi mantığını eksiksiz, kusursuz şekilde gerçeklemiştir. Tarih tamamlanmıştır!
Pamuk’un romanı tarihin tamamlanışı, tamamlanarak özgürleşmesi, özgürleşmenin bireyde meydana gelen biçimi bakımından Hegelci sonculuğa denk geliyor. Hegel’in vurguladığı çizginin mutlak idealizmini ayrıca işaret etmek gerek ki, 19. yüzyılda yaşanan siyasal dönüşümlerin en önemli hazırlayıcısı odur. İdealizm Hegel için sonlu dünyanın aklın bir yansıması oluşuyla başlar. Tek gerçek de budur, yani o yansımadır. Ama bu yansıma (reflection) aynı zamanda sonlu dünyanın muhakeme edilmesidir, düşünülmesidir. Kısacası, düşünülen (zorlayarak, kurgulanan diyelim) dünya gerçektir. Bu bir öznellik sorunudur. İnsan sınırlı varlıktır (limited being), dünyaya gelir, konar ve gider. Kendisini sınırsız bir varlık kabul eder. O zaman sonlu varlık bağıl bir değişken olacaktır. Bu koşullarda gerçek (truth), düşünceler ve dış realiteler arasında bir karşılıklılık (correspondance) değil, bir bütünlüktür (coherence).[7] Hegelci mutlak idealizmin bu gerçekliğini anlamadan 19. yüzyıldaki toplumsal hareketleri kavramak olanaksızdır. Tasavvur edilen (reflection) dünya gerçek olduğuna göre, tasarlanan dünya gerçek olacaktır. 19. yüzyıl asker ve elitlerinin dünyayı kavrayışını tanımlayan daha açıklayıcı bir perspektif bulunamaz.
Hegelci idealizmin 19. yüzyılda ilerlemeci bir mantıkla ele alınan ve düşünülen ulus-devletlerin kökenini oluşturduğunu bir daha belirtmek gereksizse de aynı hareketin özellikle Comte’çu pozitivizmden türediğini yeniden belirtmekte yarar var. Hegelci idealizm Marks, Engels ve Bakunin tarafından aşılmıştı. Toplumu bir organizma olarak gören pozitivizm öte yandan aynı mantığa sahip Hegelci idealarla yukarıda ele aldığımız çerçeve içinde bütünleşiyordu. Hayek’in açıkça gösterdiği bu durumun özellikle ulus-devlet kurucuları bakımından bir gerçek olduğu su götürmez.[8] (Yılmaz bir Pozitivist olan Tevfik Fikret’in Hüsn-ü An şiirinde estetik kurgusunu Hegel’e atfen sorguladığını anımsayalım.) Nitekim Lukács’ın ulus-devletin hem bir zihinsel kurgu hem de bir roman gerçekliği olarak teşekkülünü ele alırken Hegel’le hesaplaşması ilginçtir. Oraya geçmeden önce VG’deki roman karakterlerinin, bilhassa ‘askerlerin’ daha idealist, romantik ve Hegelyen, doktorların daha Pozitivist ve serinkanlı olduğunu vurgulayalım. Gene de romanda tarih ve ona bağlı tüm kurgular (ki, hepsi politiktir) Hegelci bir idealizm ve sonculuk anlayışı içinde gelişmektedir.
Hegel’le ilişkisi özellikle Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında belli olan Lukács’ın roman konusundaki değerlendirmeleri Türkiye’de bir dönem çok tartışılmıştır.[9] Romanlardaki sınıf bilinci, kişilik gelişimi, gerçeklik konuları da uzun süre Lukács’a atıfsız ele alınmamıştır. VG bize yeniden Lukács’a dönme olanağı veriyorsa da, onu aşan özellikler geliştirmesiyle de temayüz ediyor.
Lukács, Tarihsel Roman[10] başlıklı, çok irdelenmiş kitabında daha önce, pre-Marxist döneminde yazdığı Roman Kuramı[11] isimli kitabıyla çelişen görüşler öne sürer. İki kitap arasındaki fark Lukács’ın Hegel’le hesaplaşmasıdır. Hegel, Goethe’nin Wilhelm Meister’ın Çıraklık Yılları adlı romanına getirdiği yorumlardan hareket eder. Hegel, Meister’ı ‘romantik sanat formunun’ yozlaşmış paradigması olarak nitelendirir. Nedeni, tinin bir ideale içerilmesini gerçekleştirmekteki aczidir. Roman bir çıraklığın provasını yapmaktadır: ‘Bireyin şimdinin gerçekliklerine dönük eğitiminin çıraklığı’. Bu, ‘dünyanın düzyazısıdır (prose). Dünya ise sonluluğun ve değişkenliğin (mutability), görelilikle iç içe geçmişliğin, ihtiyacın baskısındaki dünyadır. Baskı, dış etkilerden, yasalardan, siyasal kurumlardan, sivil ilişkilerden kaynaklanacaktır.[12]
Lukács özellikle Roman Kuramı’nda bu anlayışı ters yüz etmek çabasındadır. Hegel’in sonluluk kavramına karşı bir bütünlük oluşturma gayretine girmiştir. Romandaki sonluluğu insan yaşamının bütünlüğünü yansıtma kapasitesi olarak nitelendirir. Romanlardaki ucuz sonluluklar biyografiyle aşılmalıdır. Özünde bildungsroman’dan söz açmaktadır: O anlayış içindeki birey ideal olanı yaşama deneyimiyle yönlendirilecek ve toplumsal gerçeklikle uzlaşacaktır.[13]
Yukarıdaki yorum çerçevesini kısmen kendisinden aldığım Ian Duncan yazısında[14] saptamalarını sürdürür ve Lukács’ın 20 yıl sonra yayınladığı, Tarihsel Roman isimli kitabında görüşlerini ‘geliştirdiğini’ belirtir. Lukács, sonradan sayısız değerlendirmenin vurguladığı üzere tarihsel romanı Walter Scott’tan hareket ederek irdeler ve onun uluslaşmayla ilişkisini özellikle vurgular. Tarihsel roman ulus-devletlerin tarihleriyle koşuttur. İmparatorlukların despotik ve monarşik yapılarına karşı ulus-devletler 19. yüzyıldan itibaren kitleleri ayağa kaldıran, ilerici ve kucaklayıcı, yeni ruhlar getiren hamlelerdir. Bu gerçek farklı mecralarda da çok tartıştığım ve Franco Moretti tarafından kapsamlı şekilde ele alınan bildungsroman anlayışını fersah fersah aşar.[15] Balzac ve Tolstoy, burada ayrıntısına giremeyeceğimiz şekilde, bu anlayışın çok farklı boyutlarıdır.
Lukács’ın zamanında bizde de çok ele alınan karakter-tip ikilemi bu fona yaslanır. ‘Tarihin tiniyle’ bütünleşen, onu kendi bünyesinde temsil eden ve o yoldan da tarihi gerçekleyen roman kişisi bireydir. Bu nitelikleri taşımayan kişi de karton bir tip olur. Bu çok ‘gelenekselleşmiş’ ve fazla basitleştirilmiş tanım özünde doğrudur ama yetersizdir. Mesele yukarıda belirttiğimiz sınırlar ve koşullar içinde cereyan eder. Tarih Lukács’ta da tinsel ve sonlu olanla ilişkilidir. Bu meyanda da ister Roman Kuramı’nda olsun isterse Tarihsel Roman’da, Hegel, Lukács’ın ‘üstünde dolaşan hayalet’tir.
Solda Hegel'in Schlesinger tarafından 1831'de yapılan portresi. Sağda Georg Lukács.
Kritik olan nokta ulus-devletlerin inşasıdır. Bu tarihsel yenilik bildugsroman’ı, Duncan’ın belirttiği gibi aşmış, onun kaotik yapısını dönüştürmüştür. Lukács’ın tezindeki belkemiği budur. Ulus-devletin inşası tarihin Hegelci sona doğru yürüyüşünde bir evredir ve daima özgürleşme bağlamında ele alınmıştır. Bu gelişmenin bir başka çarpıcı öğesi, Fransız Devriminden güç alsa bile, Aydınlanmanın kaotik yapısını taşıyan bildungsroman’ı kategorik olmasa da sistematik bir noktaya çekmesidir. Goethe’den Stendhal’e, oradan Tolstoy’a erişen çizgiyi bu muhakemeyle değerlendirmek gerekir. (O arada, Dostoyevski’deki tarihsellik başlı başına bir öğedir diyelim. Tolstoy’un çok daha güçlü mimarilere sahip romanına mukabil dağınıklıklar içeren Dostoyevski romanı bireylik ilişkileri, birey-tarih konumlanışı bakımından çok daha karmaşıktır.)
Scott’ta çok gevşek görünen birey benliğiyle toplum benliğinin bütünleşmesi ardından gelen Balzac’ta ve onu izleyen çizgideki romanda artık tamamlanır. Tesadüfe değil, daima kadere inanan Balzac’ta her şey daha örtüktür. Stendhal’de bildungsroman bütün zenginliği ve genişliğiyle görülür. Ama yazar artık her zaman başa baş giden ve çekişen Kırmızı ve Siyah’ta olsun, Parma Manastırı’nda olsun, zamanın olmasa da toplumun ruhunu bireyde kristalleştirme faaliyetindedir. (Balzac’ın Parma Manastırı için yazdığı eleştiri unutulacak gibi değildir ama bu bağlamda yarım kalmış Lucien Leuwen romanı da özellikle anımsanmalıdır.) Balzac’ta görülen mutlak bir metafizik kurma çabası Stendhal’de izlenen bireysel enerjiyle toplumsal/tarihsel enerjinin bütünleştirilmesi, Flaubert’de artık kahraman olmayan kahramana (tam olmasa da anti-hero) dönüşürken, tarihselliğin romanda oynadığı Hegelci rolün sınırlarını da çizmiştir.
Minger adasının kahramanları bu kanavaya oturuyor. VG tek bir kahramanın romanı değil. Tekil bir şahsiyetin macerasına dayanan bir bildungsroman da okumuyoruz. Fakat personaların hepsi teker teker bir gelişme yaşıyor ve kitap bu kişisel tarihlerin anlatımı. Bu kişilerde Julien Sorel’i veya Roskolnikov’u aramadığımız malum. Buna rağmen karakterler Hegelci bir oluşumu gerek teker teker gerekse bir bütün olarak doğruluyorlar. Kolağası Kâmil başlı başına bir kişilik olarak sivrilirken, Pakize Sultan’ın bir dönem yükseldikten sonra devre dışı kalması aristokrasi/burjuvazi/ulus-devlet dinamiklerini tabaka tabaka okurun önüne açıyor.
Roman Minger’de ulus-devlet diyeceğimiz politik yapının kurulmasıyla Lukács’ın getirdiği yorum ve yargıları doğrularken kendi iç dinamiklerini pekiştiriyor, karakterlerine tarihsel derinliklerini kazandırıyor. Üstelik bu tarihin temsiller üstünden gelişen bir yanı da var. Şeyh ve çevresi, Pakize Sultan ve kocası yerlerini ulusçuluğa ve yükselen burjuvaziye bırakırken tarihsel özgürleşmenin, zeitroman (zaman romanı) bağlamında çok ciddi örneklerini oluşturuyorlar. Başlayana kadar romandaki tüm karakterlere sinmiş durgunluğun bağımsızlığın ertesinde büyük bir devinime dönüşmesi her şeyi açıklayan, önemli bir anahtardır.
Romanın ikinci perspektifini ulus-devletin eleştirisi hazırlıyor. Ulusçuluğun kendi iç tarihinde görülen tüm çarpıklıklar, tüm sekter tutumlar VG’de de cereyan ediyor. Neticede Türkçede daha önce yazılmamış bir romanla karşı karşıyayız. Sosyal bir romandır dediğimiz Türk romanı ulus-devlet konusunu bu şekilde ne ele aldı ne de işledi. Bu romansa Cumhuriyet sonrası dönemin tarihsel-toplumsal bir yorumunu içeriyor. Daha doğrusu, neredeyse Stendhal’in “roman sokakta dolaştırılan bir aynadır” sözünü anımsatırcasına sadece bir ayna tutuyor tarihe. Ama sadece Türkiye değil burada ele alınan. Romanı evrensel kılan en önemli özelliği olarak, Pamuk ulus-devlet paradigmasını kendinde sonlu bir gerçeklik olarak ‘okuyor’.
Ulus-devletin ortaya çıkmasıyla bütünleşen karakterlerin dönüşümü ve onların sınıfsal geçmişleriyle ulus-devletin örtüşmesi romanı etkili ve verimli bir diyalektik gerginliğe taşıyor. Her ulus-devlet modernleşmenin bir aşamasıdır. Modernleşmenin irdelenmediği bir ulus devlet yorumu olanaksızdır. VG, biçimlenişinin tarihini nesnel bir gerçeklik olarak serimlerken, ulus-devleti kuran iç dinamiklerin kendilerini ifade etmesine olanak sağlıyor. Tarih birikiminin gösterdiği doğruluğu yadsımak söz konusu olamaz. O kadar ki, Pakize Sultan’ın Minger kraliçeliğinden ayrıldıktan sonra iki emperyal ülkede (Çin ve İngiltere) yaşamını geçirmesi nasıl rastlantı değilse, 1908 öncesi dinamiklerin romandaki meta-anlatıyı örmesi de o kadar rastlantı değil.
Burada son olarak bir kere daha romanda doğrudan yer alan devlet konusuna değinelim. İlk kesimde devlet Abdülhamid bağlamında boğucu ve karanlık bir makine olarak işliyor. Varlığını yokluğuyla kanıtlıyor. Uzak Osmanlı devleti oradadır, o küçük adadır. İkinci kesimdeyse o devlet yerini otoriter, her şeyin kendisinde başlayıp bittiği bir organizmaya bırakır. Bağımsızlaşmak devleti ortadan kaldırmadığı gibi etkinliğini çok daha dinamik bir noktaya taşıyarak artırmıştır. Artık ‘sistemikleşen’ (‘sistematikleşen’ değil) bir devlet söz konusudur. Kendi yönetim düzenini kurmaktadır. Üstelik bu düzenle ve işleyişle roman kahramanları bambaşka bir dünyaya ve onunla tümleşen bir davranış kipine geçmektedir. VG’nin kendi maksadını gerçekleyen en önemli özelliklerinden biri bu idealar dünyasını belli bir pratikle bütünleştirmesi, hem ideaları hem pratikleri roman kişilerinin psikolojilerine ve davranış kiplerine yansıtmasıdır.
Mikrokozmosun makrokozmosla ilişkisini saptayan, bireysel tarihle toplumsal tarihin etkileşimini ortaya koyan roman bu dinamikleriyle başka bir özelliğini daha vurguluyor: Nesnelliğin ve öznelliğin hiçbirinin diğeri lehine terk edilmemesi. Bunun nedeni Lacoue-Labarthe’ın ve Jean-Luc Nancy’nin geliştirdiği kavramın, edebi mutlak’ın (literary absolute) romanı örmesi.[16] Her ne kadar iki felsefecinin kitabı Alman Romantisizmi üstünden gelişen edebi kuramı ele alıyor ve edebi mutlak kavramını kısmen farklı bir konuma oturtuyorsa da, Pamuk romanını tarihin veya bireyin tekilliğinde değil, yazınsallığın öte-anlatısında kurguluyor. Sonuç olarak ortaya politik platformu tarihsellikle, tarih platformunu da siyasalla bütünleştiren bir roman çıkıyor. Roman kişileri de bu ara katta gelişiyor ki, edebi mutlağın temel anlamı budur.
Büyük ölçüde kronolojik tarihin veya tarih kronolojisinin ele alındığı, çok değerli roman birikimimizde Pamuk bireyin belirlediği tarihe ve tarihin belirlediği bireye yeniden dönerek modernleşmeye modern sonrasının çok odaklı açısından bakmakla kalmıyor; tarihi, kurduğu şahsiyetlerin sübjektif değerleri içinde bir kimlik olgusuna dönüştürmeyi başarıyor. VG, Minger adasının ‘tarihi’ni anlatırken tarihin bir benlik olgusu olduğunu yeniden düşünmemizi sağlıyor. Fakat hiç kuşku yok ki, bu roman son zamanlarda yazılmış en ciddi politik romanlardan biridir.
Bireyin dramatizasyonunda somutlaşan ama devletle ötesini irdeleyen bu politika ilişkisi ise ancak bir başka yazının konusu olacak kadar zengindir.
•
NOTLAR:
[1] Michael Meyer, ‘The Emergence of Modern Jewish Historiography: Motives and Motifs’. History and Theory: 27, s. 160-75.
[2] Bu konudaki görüşlerimi şu yazıda ele almıştım: Hasan Bülent Kahraman, ‘Çağcıl Bir Tragedya: Kırmızı Saçlı Kadın’, Sabah Kitap, 16 Şubat 2016. https://www.sabah.com.tr/yazarlar/kitap/kahraman/2016/02/12/cagcil-bir-tragedya-kirmizi-sacli-kadin
[3] G.W.F.Hegel, Lectures on the Philosophy of World History, çev., Hugh Barr Nisbet, Cambridge: Cambridge University Press, 1975, s. 62-63.
[4] Agy, s. 63.
[5] Bu görüş Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin temelidir. Bkz., 1821 [1967]. The philosophy of right, T. M. Knox (ed.), London, New York: Oxford University Press, 1967, s. 13-15.
[6] Agy.
[7] G.W.F. Hegel, Phenomenology of Spirit, çev. A.V. Miller, Oxford: Oxford University Press, 1977.
[8] Bkz., F.A.Hayek, ‘Comte and Hegel’, Studies on the Abuse and Decline of Reason. Texts and Documents. Collected Works of F.A.Hayek, V. XIII. Ed., B. Caldwell, London: Routledge, 2010, s. 285-304.
[9] 1970’lerdeki yaygın Lukács okumaları o tarihte çevrilen üç kitapla sınırlıydı. Bunlar, Avrupa Gerçekçiliği, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı ve Birey ve Toplum isimli yapıtlardı. İlk iki kitabı çok değerli bir kuruluş olan Payel, son kitabı kısa ömürlü Günebakan Yayınevi basmıştı. Lukács’ın diğer önemli yapıtları, özellikle Tarih ve Sınıf Bilinci, Tarihsel Romanve Roman Kuramı çok uzun yıllar sonra çevrildi. Tarih ve Sınıf Bilinci hakkında sonradan yazdığı A Defense for History and Class Consciousness bildiğim kadarıyla hâlâTürkçeleştirilmedi. 1980’lerde Payel Yayınevi’ne her iki kitabı da çevirmek için başvurduğumu fakat kabul etmediklerini kişisel bir anı olarak kaydedeyim.
[10] György Lukács, The Historical Novel, çev. Hannah Mitchell and Stanley Mitchell, Lincoln: University of Nebraska Press, 1983. (Türkçesi, Tarihsel Roman, çev. İsmail Doğan, Ankara: Epos Yayınları, 2018.)
[11] György Lukács, Theory of the Novel: A Historico-Philosophical Essay on the Forms of Great Epic Literature, çev. Anna Bostock, Cambridge: MIT Press, 1971. (Türkçesi, Roman Kuramı, çev. Cem Soydemir, İstanbul: Metis, 2014.)
[12] G.W.F.Gegel, Aesthetics, V.2. çev. T.M.N. KNox, Oxford: Oxford University Press, 1975, s. 593.
[13] G. Lukács, Theory of the Novel, s. 133.
[14] Ian Duncan, “History and the Novel After Lukács”, Novel: A Forum on Fiction, 50:3, 2017, s. 388-396.
[15] Franco Moretti, The Way of the World: Bildungsroman in European Culture, çev. A. Sbragia, London: Verso, yeni baskı, 2000.
[16] Philippe Lacoue-Labarthe-Jean-Luc Nancy, The Literary Absolute: The Theory of Literature in German Romanticism, çev., P.Barnard-C. Lester, Albany: State University of New York Press, 1988.