Vedat Milor: “Avrupa’da sol kendi başarısının kurbanı oldu.”

“Sol ve sağ ayırımı giderek anlam değiştirmeye başladı. Giderek sol daha çok orta sınıf profesyonel, beyaz yakalı kesime hitap eden bir ideoloji olmaya başladı. Buna karşılık mavi yakalılar ise daha korumacı sağ politikaları tercih eder hale geldi. Denklem tamamen değişti. Bu, planlamanın başarısıdır. Solun güçlü olması ve alternatif bir projenin güçlülüğü belki sistemi değiştirmedi ama önemli ekonomik reformlara sebebiyet verdi. Ve bence bu reformlar sonucu sol kendi başarısının kurbanı oldu.”

14 Temmuz 2022 20:00

 

Vedat Milor’un Devleti Geri Getirmek/Türkiye ve Fransa’da Planlama ve Ekonomik Kalkınma Üzerine Karşılaştırmalı Bir Çalışma kitabı California Berkeley Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde hazırlanan bir tez çalışması. Milor’un 1990’da Amerikan Sosyoloji Derneği’nin verdiği “En İyi Tez Ödülü”nü kazandığı doktora tezini tam da dünyanın devletler bazında büyük yenilenmelere girdiği böyle bir dönemde Devleti Geri Getirmek adıyla kapsamlı bir kitap olarak okumak içinden geçtiğimiz sancılı yenilenme dönemini anlayabilmek için önemli. Kitabın odak noktası Vedat Milor’un sorduğu şu soru ile şekilleniyor: “Devlet hangi şartlarda ve koşullarda ekonomik gelişmeyi destekleyen, ileri götüren bir örgüt olarak ortaya çıkıyor?” Vedat Milor ile konuştuk.

***

Aldığınız ekonomi/iktisat eğitimlerinizin ve bu alandaki kariyerinizin merakınız olan gastronomiye etkisi sizce ne ölçüde oldu?

Önce ekonomi, sonra doktora tezimde sosyoloji ve lisans üstü eğitimimde de Amerika’da hukuk okudum. Fakat gastronomi merakımı ekonomi şöyle etkiledi, sosyoloji böyle etkiledi demek yanıltıcı olabilir. Bence önemli olan şey şu: Birincisi damak zevki. İkincisi tecrübe ve koku hafızası çok önemli. Mesela şarap konusunda bilgili olmak çok önemli, çünkü koku her şeyin özelliğini ortaya çıkaran birincil etken. Tecrübe çok önemli, çünkü referans noktaları oluşuyor; damak hafızası oluşuyor. Gastronomi yazarlığı, adı üzerinde, bir yazarlık. Bazı üniversitelerde bu konuda mastır da yapılıyor. Tabii ki akademik kariyeri olan biri daha rahat daha kolay yazıyor. Ve belki de daha da önemli olan okuduklarınız size sistematik ve daha disiplinli bir şekilde düşünme ve kategorize etme yeteneği kazandırıyor. Çünkü bilimde tasnif yapmak çok önemli; düzgün genelleme yapmak, genelleme yaptığınız zaman istisnaların da farkına varmak. Dünyada çok sayıda olgu var. Bu farklı verilere baktığımız zaman bunlara düzen vermek lazım, bunlar arasında neden-sonuç ilişkilerini bulmak lazım. Mukayeselerinizin ayağının yere sağlam basması lazım. O yüzden akademik eğitimler, genellemeleriniz ve çıkardığınız sonuçlar genel ölçüde daha geçerli oluyor, rastgele olmuyor. Gastronomide bunlar dışında merak, sevgi, koku ve damak hafızası geliyor. Bu iki yapının birleşmesi önemli. Bu açıdan bakıldığı zaman zaten Batı ülkelerinde gerek şarap gerek yemek eleştirilerinde önde gelen insanların pek çoğu oldukça yüksek eğitim almış, profesyonel dallardan gelen kişiler.

Kitabın ismi neden “Devlet Yapısını Anlamak” ya da “Devleti Anlamayı Yeniden Sağlamak” değil de Devleti Geri Getirmek?

Devleti Geri Getirmek dedim, çünkü kitabın ana meselesi gelişme sorunu; devlet değil. Ekonomik gelişme nasıl ortaya çıkıyor? Ana unsur olarak ilkin bu anlamda bakmaya çalıştım tezimde. İktisatçıların genel olarak kabul ettikleri ekonomik gelişme ölçütlerini kullandım. İkincisi de belli bir sorunsal içerisinde bu doktora tezimi yazdığım sırada akademide çok önemli bir tartışma başlamıştı. Devlet hangi şartlarda ve koşullarda ekonomik gelişmeyi destekleyen, ileri götüren bir örgüt olarak ortaya çıkıyor? Model olarak da Asya modeli, Japonya veya Kore modeli çok öne çıkarılıyordu. O zamana kadarki literatürlerde ekonomik gelişme konusunda “devleti geri getirme” kavramı bir oyuncu olarak düşünülmemiş. Çünkü ana unsurları hep ya o ülkenin ekonomik bağımlılık düzeyi olmuş, ya dış dünya olmuş, ya dış dünya ile ilişkiler olmuş ya da sınıfsal yapısı olmuş ve çeşitli gelişme literatürlerinde de –neoklasik literatür mesela– bunların hiçbirinde devlet hiç öne çıkmamış. Yani gelişme literatüründe devletin başlı başına bir oyuncu olduğuna dair bir vurgu yapılmamış hiç. İşte bu vurgu yapılmaya başlanmıştı ben çalışmaya başladığımda. Zaten kitabın en çok çalıştığım, çeviride belki de en çok zorlandığım taraflarından biri de, literatür dediğimiz ilgili akademik çalışmaları referans yapıp onları kategorize ettiğim bölümdür. Bu bölümde gelişmeye farklı paradigmalar ve farklı teorilerle nasıl yaklaşıyorlar diye soruyorsunuz ve görüyorsunuz ki devletin rolü ortaya çıkmıyor, araştırılması gereken ciddi bir alan olarak ele alınmıyor; devlet sanki yok gibi, pasif bir şekilde kavramsallaştırılıyor. Devlete rol biçmeyen tüm literatürlere karşılık devleti bir oyuncu olarak gören bir literatür ön plana çıkmaya başlamıştı. Ben de yeni oluşan bu literatür içerisinde kendimi gördüm.

Tam da yeri gelmişken, kitabın alt başlığını da düşünerek elbet, böyle bir çalışmada neden sadece Fransa modeli karşılaştırması, neden Avrupa değil?

Çünkü Fransa’da ciddi bir planlama var. Şunu göstermeye çalıştım; devlet önemli bir oyuncu olduğu an ekonomide kapitalist planlama –sosyalist planlama gibi emredici olmayan ve sadece istatistik projeksiyona da indirgenmeyecek şekilde– gelişmede çok önemli bir rol oynayabiliyor. İki örneği var bunun; biri Avrupa’da Fransa, diğeri Güney Kore. Aslında Güney Kore’yi de karşılaştırmayı düşündüm ama bu sefer çalışma yirmi yıl daha sarkabilirdi. Bir de Türkiye Fransa’yı model almıştı planlama açısından. Fransa örneğinde stratejik kapitalist planlamayı anlatıyorum aslında. Bunun ülkemizde denenip niçin başarılı olmadığını anlatırken devletin rolü, devlet yapısı öne çıkıyor. Yani devlet yapısındaki genellemeleri sorguluyorum. Devlet her zaman kapitalist sınıfın aracıdır ya da devlet emperyalizmin aracıdır ya da devlet her zaman bir parazittir veya devlet her zaman kalkınmaya öncülük eden bir kuruluştur… Bütün bu genellemelerde bir gerçek payı var elbet, fakat çok boyutlu olan bir yapı için çok indirgemeci geldi bana bu görüşler. Bu yüzden temelde devleti geri getirmek, devletin hangi tarihsel ve sosyal şartlarda gelişimini olumlu yönde etkileyen bir araç olduğunu anlamaya çalışmak ve bunun ülkemizde niye olmadığını anlatmaya çalışmak temel kaygımdı.

Devlet dediğimizde, tarihsel-kurumsal-kamusal faktörleriyle ne derece sağlıklı, işleyişi düzgün bir yapıdan bahsedebiliriz?

Burada konuyu ikiye ayırmak gerekir. Meşru bir siyasi otoritenin gerekliği ve bu gerekliliğin her zaman fiiliyatta başarılı olup olmadığı. Liberteryanizmin çıkmazlarından biliyoruz; hiyerarşik bir toplum içerisinde yaşamaya başladığımız andan itibaren insanlar arasındaki ilişkileri gerek güçsüzleri korumak için gerek her isteyenin her şeyi yapmasından doğacak ağır maliyetleri önlemek için – kolektif yaşam içerisinde toplumsal özel mülkiyetler ve bunların korunması ortaya çıkıyor, çünkü bir otorite gerekiyor. Bu otorite aynı zamanda public good dediğimiz, herkesin gerekliliğini kabul ettiği fakat özel sektörün kendi başına yeterli ölçüde kâr etme şansı düşük olduğu için yatırım yapmadığı alanlarda da aktif olmak zorunda. Eğitim gibi, sağlık gibi, temiz hava gibi. Bu otorite meşru olup bir konsensüse dayandığı zaman, –Rousseau’cu bir deyimle social contract’ta yazılı olmasa bile– toplum daha mutlu bir toplum oluyor. Ama işte bu gereklilik her zaman yerine gelmiyor. Bazen görüyoruz ki, bu yapı sorunları çözmek yerine, tam tersine yangına körükle giderek kanayan yaraların daha derinleşmesine yol açıyor. Toplum daha da anarşik, daha kaotik, güçlünün güçsüzü ezdiği, kamusal alanlarda –sağlık, eğitim gibi– gerekli insanlara ulaştırılmadığı, bu alanların bile spekülatif amaçlara yönelik olarak kullanılıp eşitsizliğin artırıldığı bir sistemin ana oyuncusu da olabiliyor. Ülkemizde de özellikle 2015 itibariyle gördük tüm bunları. Mesela en son yapılan, kitabımın önsözünde de kısaca bahsettiğim kur garantisi çok küçük bir kesimin lehine, fakat tüm toplumun aleyhine yeni maliyetler ekliyor. Hukuk sisteminin de bozulması, bırakalım kamu kaynaklarını düzenli kullanmayı, bu kaynakların bozulmasına kılıf hazırlayan bir sistem yaratıyor. Devletler için otoritenin gerekliliği başka, nasıl işlediği başka bir şey. Gerekli mi, evet gerekli ama bu her zaman olması gerektiği gibi mi işliyor, hayır işlemiyor. Bazen sorunları daha da derinleştirebiliyor.

Dünyada devlet yapılanmalarına baktığımızda sol devlet yapılanmaları kendini göstermek istese de eninde sonunda merkez sağ yapılanmaları mevzu bahis diyerek kitabın temel vurguları kapsamında öne çıkardığınız tarihsel-kurumsal faktörler, güç-iktidar bloklarının oluşması konusunda istenen noktaya gelindi mi, hangi noktalarda sapmalar oldu ve neden?

Bu konu tezimde de öne çıkardığım bir konu. Sol yapılanmalar aslında özellikle Avrupa’da kendi başarılarının kurbanı oldu. Kapitalizmin reforma ihtiyacı vardı ve Fransa’da planlamanın güçlü olması, kapitalist kesim tarafından kabul edilmesi solun güçlü olmasından kaynaklandı. Türkiye’de solun güçlü olmaması yüzünden hiçbir zaman bu reform gerçekleşmedi mesela. Sonuç olarak iş kesimi Türkiye’de devlete bağlı olmaya, rant elde ederek yaşamını sürdürmeye devam etti. Bağımsız olarak kendini gösteren, uluslararası piyasaya yönelik, uluslararası rekabeti öne çıkaran, dinamik bir iş dünyası genel olarak öne çıkmadı bu yüzden. Fransa’da da ortaya çıkmayacaktı bu fakat sol güçlüydü, komünist parti güçlüydü, işçi sınıfı güçlüydü. Bu yüzden özellikle kapitalist sınıf bölündü ve bu bölünmede planlamacılar iş kesiminin daha ileri dinamik olanlarıyla sendikaları bir araya getirdiler. Daha çok öne çıkan sektörler daha yüksek teknolojili çalışma sahalarını, ücretlerin yüksek olduğu sektörleri desteklediler. Bunu başardıktan sonra onlara da gerek kalmadı, çünkü ekonomi de uluslararasılaştı, globalleşti. İleri kapitalist ülkelere baktığımızda, –Fransa, Belçika gibi– ekonomik gelişme hükümranlığın aleyhine gelişti. Mesela Kuzey Kore hükümranlığın çok güçlü olduğu bir ülke; dışarıya bağımlı değil ama ekonomik gelişme düzeyi son derece sınırlı. Buna karşılık kapitalist planlamanın başarılı olduğu –küçük ya da orta nüfuslu ülkelerde– hükümranlığın bu anlamda çok az manevra alanları var fakat uluslararası iş bölümünde önemli bir güce de sahipler. Sonunda bu anlamda baktığınızda sol ve sağ ayırımı giderek anlam değiştirmeye başladı. Giderek sol daha çok orta sınıf profesyonel, beyaz yakalı kesime hitap eden bir ideoloji olmaya başladı. Buna karşılık mavi yakalılar ise daha korumacı sağ politikaları tercih eder hale geldi. Denklem tamamen değişti. Bu, planlamanın başarısıdır. Solun güçlü olması ve alternatif bir projenin güçlülüğü belki sistemi değiştirmedi ama önemli ekonomik reformlara sebebiyet verdi. Ve bence bu reformlar sonucu sol kendi başarısının kurbanı oldu. Bu kitabın öne çıkardığı en önemli nokta. Bizde olmadı bütün bunlar, çünkü alternatif projeler hiçbir zaman yeteri kadar güçlü değildi ve çok kolay bir şekilde ezilebilip ortadan kaldırıldı. Fransa’da toplumun her kesimi tüm toplumu kapsayan bir konsensüs etrafında birleşebildi ve kapitalist sistem kendi kendini yenileyebilip global aşamaya geçebildi ve bu sayede Fransa güçlü bir oyuncu oldu.

Kitabın temaları kapsamında merkezî planlama hakkında da okuru bilgilendiriyorsunuz. Merkezî planlama nedir? Buna karşılık kapitalist planlama devletler nezdinde neden daha çok benimsendi?

Merkezî planlama Sovyet tipi planlama. Sovyetler’de özel sektör ortadan kaldırıldığı için emredici bir planlama hâkimdi ve bu yüzden merkezî planlama Sovyet tipi yönetim planında başarısız oldu. Kitabın konusu asıl olarak stratejik yönlendirici olan kapitalist planlama bu yüzden. Stratejik planlamada önemli olan gelişimi yine özel sektörle sağlamanız. Fakat yatırımları katma değeri yüksek alanlara yönlendirmeniz gerekiyor. Ücretler de yüksek oluyor elbette ki ve giderek güçlü bir orta sınıf ortaya çıkıyor. Bunu Fransa nasıl yaptı, Türkiye niye yapamadı? Burada önemli olan iki unsur var: Birincisi devletin güçlü bir devlet olması. İkincisi devlet-özel sektör ilişkileri ve bunun bir denge üzerine kurulu olması. Fransa’da olma sebebinin birincisi, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist sınıf çok ciddi bir prestij kaybına uğramıştı Nazilerle işbirliği yaptıkları için. Burjuvazi ikiye bölünmüş ve böylelikle reformist kanat ortaya çıkmış, sistem içerisinde kendini kabul ettirmeyi başarmıştı. İkincisi, tarihsel nedenlerle devlet zaten güçlü bir yapı. Yani özel sektör üzerinde etkisi var ve aynı zamanda orada çok önemli olan gelişmeci bir teknokrasinin ortaya çıkması var. Bu ancak belli tarihsel şartlarda ortaya çıkabilecek bir şey; Almanya, Japonya ve Fransa’da olduğu gibi. Buna paralel olarak planlama teşkilatı küçük ama çok güçlüydü. Devletin merkezine –küçük olduğu için aslında güçlü olan bu teşkilata– en iyi okullardan mezun olanlar alınıyor, ilerde hepsi özel sektöre geçip CEO olabiliyor ve bu sayede mobilize halde diğer güçlü aktörleri yaratabiliyorlardı. Devlet dendiği zaman bürokrasinin kendi içinde konumu ve hükümetten bağımsız olması, ayrı bir gücü olması çok önemliydi. Türkiye’de bu niye olmadı? İmparatorluk yıkıldıktan sonra ulus-devlete geçerken yeteri kadar kurumsallaşma olamamış ve hiçbir zaman bürokrasi ne hükümetten bağımsız olabilmiş ne de iş kesiminden bağımsız olabilmiş. İki alanda da güçlenememiş yani ve bir denge yaratılamamış. Bürokrasi tahterevalli gibi iki uç arasında gidip gelmiş. Ya iş kesiminin sözcüsü olmuş ya da hükümetin emir kulu olmuş. Buna rağmen Türkiye’de bir çekirdek oluşturulmaya çalışılmış aslında. Planlamanın ilk yıllarında, Tinbergen’in ülkemize geldiği yıllarda gelişmeci bir teknokrasi oluşuyor, fakat Fransa’da kendisine müttefik bulan böyle oluşumlar Türkiye’de boşlukta kaldığı için ilerleme sağlanamıyor. Bu yüzden bizde planlamacılar boşlukta kalarak toplum içerisinde ne işçiler tarafından, ne işveren kesiminde ne de siyasette destek alamıyorlar. Sonunda giderek siyasileşen ilk planlamacılar ayrılarak çoğu Dünya Bankası’na gidiyor, geri kalanlar bildiğimiz sıradan bürokrat olarak çalışıyorlar. Teşkilat büyüyor bir yandan aslında, fakat büyüdükçe gücü azalıyor ve bağımsız bir teknokrasi gelişemiyor. Daha çok başkasının verdiği kararları onaylayan bir kuruluş haline geliyor. Bu farkları anlatırken makro faktörler; büyük dengeler, tarihsel oluşumlar/nedenler, mezo faktörler; daha çok sınıfsal yapı devletin niteliği, kurumsallaşma, bağımsız bir teknokrasinin olup olmaması ve mikro faktörler; bazı tesadüfler, kimlerin işin başında olduğu meselelerini birbirinden ayırarak hepsini tartışmaya çalıştım kitapta.

Hangi tarihsel dönemi, süreci anlatıyor olursanız olun Sanayi Devrimi kendine yer buluyor kitap boyunca. Sanayi Devrimi devletleri düştükleri ekonomik, siyasi, sosyal, stratejik buhranlardan –kitabın ismine de atıf yapacak olursak– ne derece geri getirebildi?

Kapitalizm tanımı gereği eşitsiz bir gelişme sürecidir. Sanayi Devrimi ve kapitalizmin gelişmesi çok uzun bir süreç. İnsanlar tarımdan koparılıyor ve bir işsiz ordusu yaratılıyor ki, yeni gelişen sanayide istihdam yaratılsın. Bu çok buhranlı ve çok uzun süren, –18. yüzyılın başında başlayan ve sosyal devletin ortaya çıkması, sosyal güvenlik ağının kurulması ile 19. yüzyılın sonuna tekabül eden– bir süreç. Bu süreç Türkiye’de çok kısa bir zaman aralığına sığdırıldı, geç gelişmiş bir ülke olduğumuzdan dolayı. 20-30 yıl gibi kısa bir süre zarfında birçok faktör bir araya geldi ve insanlar tarımdan koparıldı. Bizde ani bir deprem gibi cereyan etti süreç yani. Bu nedenle Batıya göre çok daha şiddetli buhranlar yaşadık. Bunun sadece ekonomiye değil, kültüre, kimlik arayışına da etkileri büyük oldu. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde çok iyi yakaladığı şekilde kültürel ikilemler, kafa karışıklığı, kimlik krizleri ortaya çıktı.

Kaynak dağılımı konusu var bir de ve bunun sosyal boyutları. Özellikle bu tip çalkantıları ortadan kaldırmak konusunda özel sektör kendi başına hareket ettiği zaman yetersiz kalıyor. Daha fazla eğitime ihtiyaç var, sağlık yatırımlarına, sektörel olarak daha fazla istihdama, katma değeri daha yüksek yatırımlara ihtiyaç var. Dolayısıyla kapitalist planlama bu arayışlara cevap verip bir ölçüde bu çalkantıları aza indirgemeyi ve uzun dönemde büyüme ve gelişmeyi birlikte sağlamaya çalışan bir sistem. Fransa’da bu büyük ölçüde oldu. Ücretlerin gelişmesine baktığımızda gerçekten üretkenlik artışı sadece kapitalistlere gitmiyor, işçilere de gidiyor. Çünkü onlar da planlamaya katılıyor ve bu anlamda devletle özel sektör dengesi kurabiliyor. Zaten planlama ancak güçlü bir devlet olduğu zaman, özel sektörle ilerlemeci/gelişmeci bürokrasi arasında bir denge kurulduğu zaman faydalı olabiliyor. Türkiye’de de buna çalıştı ilk planlamacılar fakat yapılamadı. O dönemde farklı ülkelerin benzer sorunlara verdiği cevaplara baktığımızda da kurumsal yapının farklı olmasından dolayı bazı ülkelerin daha başarılı olduğunu görüyorsunuz. Planlama bu kurumsal yapılanmaların mihenk taşıydı.

Kapitalist planlamada istikrarlı ve düzenli bir devlet yapısı nasıl oluşuyor, bunun cevaplarını verdiniz. Bu cevaplarınıza istinaden Türkiye’de bundan sonra bu yapı kurulabilir mi?

Savaşlarla birlikte tarihsel koşullar ve sonradan gelen yapılanmalar çok önemli. Bizde de Kurtuluş Savaşı itibariyle önemli kurumsallaşmalar oluyor elbet. Kurumsallaşmanın kalıcı olması için tarihsel koşullar var belki ama yeterli olmuyor maalesef. Yeterli olması için oyunun kuralları üzerine anlaşmak gerek çünkü. Oyun dediğimiz, demokrasi oyunu. Osmanlı merkeziyetçi bir yapı ama çokuluslu kültür olduğu için farklı etnik kültürel grupların hakları, imtiyazları korunmuş. Fakat çokuluslu bir imparatorluktan ulus-devlete geçerken çok ciddi eksikleri oluşuyor ve bu anlamda oyunun kuralları üzerine anlaşan bir şekilde kurumsallaşma, demokrasi olamıyor hiçbir zaman. Bunun yerine kazananın her şeyi aldığı bir sistem, çoğunluğun hegemonyası ortaya çıkıyor. Hiçbir şekilde oyunun kuralları üzerine anlaşan bir konsensüs oluşmuyor. Adeta kolonyal bir dönemin sonu gibi ekonomik, sosyal ve politik düzeyde çok ciddi bir kriz yaşıyoruz şu sıralar. Rantiye olarak gelişen iş kesiminin uzun zamandır dinamik olmayan yapısına karşılık toplumdaki algı ne? Onlara karşı bir denge var mı yok mu? Ben olmadığını düşünüyorum, çünkü muhalefet daha çok birkaç kişi üzerine yoğunlaşıyor. Oyunun kurallarının değişeceğine dair çok fazla bir belirti göremiyorum. Toplumsal bağlamda muhalefetin daha güçlü bir şekilde ortaya çıkıp sadece buzdağının üstünü değil, altını da görebilmesi ve buna göre hareket etmesi çok büyük bir fark yaratabilir. Kurumlar tamamen çökmüş durumda. Hepsi bir nevi paralize olmuş şekilde, hareket edemiyorlar. Aslında yeniden yapılanma için elverişli bir durum bu. Ekonomide, istihdam yaratmada, uluslararası ticarete açık bir şekilde oyunun kuralları üzerine anlaşıp yapısal dönüşümler yapmak gerekiyor. Ciddi bir demokratikleşme gerekiyor. Hukukun üstünlüğünün herkese eşit uygulanması gerekiyor. Fakat tüm bunların oluşabilmesi için uygun koşulların henüz oluşmadığını düşünüyorum.

Son olarak, dünyada pandemi sonrasında büyük değişimler, yenilenmeler olmakta. Dünya yenilenebilecek mi gerçekten?

İlk göstergeler olumsuz. Globalizasyondan sonra deglobalizasyon aşamasındayız. Arz zincirleri kırılmış durumda. Gıda ve enerji fiyatları yükselmeye devam edecek. Hem ülkelerin içinde hem de ülkeler arası eşitsizlikler artıyor. Gerek Covid gerek ABD’nin Çin’e uyguladığı yüksek vergilendirme tarifeleri ve gerekse Rusya-Ukrayna savaşı bahsettiğim eşitsizlikleri arttırıyor. En son Davos Konferansı’na baktığımızda yönetici sınıfın hiçbir şey öğrenmediğini görüyorsunuz. Sadece ve sadece suçlama peşinde olup, sorumluluğu kabul etmeme yönünde adımlar atıyorlar. Az gelişmiş ülkelere aşı gitmiyor hâlâ mesela. Çünkü patentler özel ve aşıyı üreten şirketler direniyor aşıları fakir ülkelere bedava vermemekte. Buralarda müdahale edilebilir. Fonlar kurulup gelişmekte olan ülkelere aktarılabilir. Aslında her zamankinden daha fazla planlamaya ihtiyacı var dünyanın şu sıralar. Eğitimde de büyük eşitsizlikler ortaya çıktı. Eğitim alamayan büyük bir kesim oluştu. Bu tipte bir eşitsizlik ancak on sene zarfında gösterecek etkisini. Bunlar gündemde bile değil şu an maalesef. Rusya-Ukrayna savaşı da tüm bunlara tuz biber ekti. İlerisi için çok ümitli değilim fakat yine de özellikle Türkiye için bir parantez açmak isterim dünya geneline bakıldığında, o da şu: Bizde şöyle enteresan bir durum var son yirmi seneye rağmen; Türkiye insan sermayesi konusunda güçlü bir ülke. Türkiye’de henüz özel sektör kalifiye elemanları, üniversite mezunlarını çekemiyor ama buna rağmen okuyan insan fazlalığı var ve bunların birçoğu yurtdışına çıkıyor. ‘80 ve ‘90’larda Kore ve Tayvan bu haldeydi. Fakat şimdi buradaki insanlar şimdi kendi ülkelerinde çok iyi kazançlarla işler bulabiliyorlar. Türkiye’de niye olmasın böyle bir şey? Bu kalifiye insanları geri çekebiliriz. Bu yetişmiş insan gücü Kemalizmin de en önemli meselesiydi. Yenilenme gerekiyor, çaba gerekiyor. Yine planlamayla risk sermayesi dediğimiz rekabetçi ortam sağlanabilir. Dünyada bunun örnekleri var. Bu potansiyeli tekrar yakalayabilir miyiz? İlerleyen günlerde hep birlikte göreceğiz.

•