Vegan beslenme tarzını benimsemek ve sürdürmek için üç temel sebebimiz var: Sağlık ve mutluluğumuz için, gezegenimizin bekası için, vicdan ve iç huzurumuz için...
06 Eylül 2018 15:00
İkinci Dünya Savaşı sonundan günümüze uzanan 70 küsur yıllık dönemi kapsayan bilimsel araştırmaların ezici çoğunluğu, sırf bitkisel temelli (ve işlenmemiş) gıdalarla beslenme biçiminin insan sağlığı açısından en doğru yol olduğunu net biçimde ortaya koyuyor. Yaygın medyada hemen hemen hiç dile getirilmese de, bu artık tartışma götürmez bir bilimsel gerçeklik olarak ortaya çıkmış durumda.
Biyomedikal araştırmalar tarihinde beslenme, hayat tarzı ve hastalık ilişkisi konusunda insanlarla yapılmış en kapsamlı araştırma “Çin Araştırması” adıyla biliniyor. 1983’ten beri, yani 35 yıldır kesintisiz sürdürülmekte olan, ABD’de Cornell Üniversitesi, Britanya’da Oxford Üniversitesi ve Çin’de Önleyici Tıp Akademisi tarafından ortaklaşa yürütülen Çin Araştırması, epidemiyoloji ve halk sağlığı alanlarında kelimenin tam anlamıyla “devrim” denebilecek sonuçlar ortaya koydu.
Sağlık konusunda yeryüzünde şimdiye kadar yürütülen en büyük araştırma bu. Başta kanser olmak üzere bilumum kalp ve damar hastalıkları, bağışıklık sistemi hastalıkları, şeker (diyabet), obezite, kemik, böbrek, beyin ve yaşlılıkla ilişkilendirilen çeşitli müzmin hastalık ve rahatsızlıkların, beslenme biçimleriyle neredeyse birebir ilişkili olduğunu açıkça gösteriyor: Araştırma, çeşitli beslenme faktörleri ile hastalıklar arasında sekiz binden fazla istatistiksel bakımdan anlamlı ilişki bulmuş!
Araştırmada beslenme biçimimizle hastalıklarımız arasındaki sayısız bağlantı hep aynı bulguya işaret ediyor: En çok hayvansal gıda (et, süt, peynir, yoğurt, yumurta vb) ile beslenen insanlar, en çok kronik hastalığa yakalananlar oluyor. En çok bitki temelli gıdalarla beslenen insanlarınsa hep en sağlıklı çıktığı, kronik hastalıklara pek yakalanmadığı görülüyor!
“Çin Araştırması”nı yürüten ekibin başında bulunan biyokimya profesörü Colin Campbell, daha önce laboratuvarda hayvanlar üzerinde yaptığı araştırmalarda hayvansal proteinin hastalıklar üzerinde son derece etkili olduğunu ortaya koyan birçok bilimsel yayın yapmıştı. Hayvansal protein o kadar etkiliydi ki, yalnızca tüketilen protein miktarının değiştirilmesi ile kanserli hücrenin büyümesi ya da küçülmesi mümkün olabiliyordu. Elektrik düğmesini çevirir gibi!
Profesör Campbell, ilk döneminde laboratuvarda gerçekleştirdiği hayvan araştırmalarından sonra, Çin’de (ve sonra Tayvan’da da) gerçekleştirilmekte olan bu devasa insan araştırmalarından çıkan etkileyici sonuçlarla da yetinmemiş. Bir üçüncü aşama olarak, dünyadaki diğer akademisyenlerin, doktor ve klinik araştırmacıların yayınlarını da incelemiş. Araştırmacıların bulguları, Dr. Campbell’ın deyişiyle, dünyada “son 50 yılın en heyecan verici bulguları” arasında yer almakta imiş.
Üç noktada özetlersek: a) laboratuvarda hayvanlar üzerine yapılan araştırmaların bulguları; b) Çin’de insan toplulukları üzerinde sürdürülen büyük araştırmanın bulguları; c) uluslararası âlemde II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yapılan akademik ve bilimsel araştırmalarla meta analizlerin bulguları birbirini tutuyor!
İşlenmemiş tam besinler ve bitki temelli beslenme, dünyanın bütün toplumlarında insanların başının belası olan müzmin (kronik) hastalıkları önlemekte, iyileştirmekte ve genel olarak da optimal sağlığı gerçekleştirmekte belirleyici rol oynuyor.
Dünyada beslenme ve sağlık bağlantısını sistematik ve bilimsel olarak ele alan en kapsamlı kitaplarından biri, hatta birincisi sayılan “Çin Araştırması” (The China Study) adlı eserin orijinali 750’nin üzerinde bilimsel referans içeriyor!
Buna karşılık, başta ABD olmak üzere bütün dünyada, ana akım medyada olsun, akademik âlemde olsun, bu konuda muazzam denebilecek bir bilgi eksikliğinin ve kafa karışıklığının hüküm sürdüğü görülüyor. Sebebini tahmin etmek için kâhin olmak gerekmiyor elbette.
Lakin, sağlık ve hele kamu sağlığı üzerindeki enformasyonun “bilgi toplumları”nda kimler tarafından nasıl kontrol edildiği, bu bilginin dağıtımının nasıl yapıldığı, kelimenin her iki anlamıyla da “can alıcı” önem taşıyan bir konu olmakla birlikte, bu yazının kapsamını aşacağı için şimdilik bu kadarını söylemekle yetinelim.[1]
Binlerce yıllık kadim doğal-şifa anlayışı ile 21'inci yüzyılın somut bilim anlayışını tarihte belki de ilk kez birleştirmeyi başaran araştırmalar da günümüzde birbiri peşi sıra yayımlanmaya devam ediyor. Bunlar, bitki temelli beslenmenin sağlık ve mutluluk açısından elzem olduğunu –nöroloji ve algıbilim alanlarındaki yeni bulgulardan da yararlanarak– açıkça gösteriyor.[2]
Aynı biçimde, endüstriyel gıda, ilaç ve tıp sistemlerinde büyük bir yozlaşma ve çöküş yaşandığını içten içe ve derinden hisseden, ama gayet güçlü ve karmaşık siyasî ve ekonomik mekanizmaların engellemesi yüzünden bunu bir türlü teşhis edemeyen çoğu insanın nihayet başkaldırmaya başlaması sonucunda dünyanın birçok ülkesinde yükselen bir vegan harekete tanık oluyoruz. Kalp ve damar hastalıklarının, kanserin, şeker hastalığının –hatta obezitenin bile– veraset yoluyla (genetik yoldan) kendilerine intikal ettiğini sanan insanlar, artık bu “hâb-ı gaflet”ten uyanıp, kendilerine asıl miras bırakılanın kültürel bir şey, yani ana babalarının yeme-içme alışkanlıkları olduğunu yeni yeni anlamaya başlıyorlar.[3]
Bu konuda son zamanlarda yapılmış en çarpıcı ve kapsamlı bir araştırmanın sonuçlarını ele alan bir yazım, 1 Haziran 2018 tarihinde hem Açık Radyo’da okundu hem de Açık Radyo web sitesinde yayınlandı.
“Kıymalı Kıyamet: Gezegen Burger Olmamak İçin Etliye Sütlüye Karışmamanın Artık Tam Zamanı” başlıklı bu yazıyı (birkaç küçük değişiklikle) aşağıya alıyorum:
“Bayanlar, baylar ve sevgili çocuklar! Lûtfen cep telefonlarınızın kapalı, emniyet kemerlerinizin bağlı olduğunu bir kez daha kontrol edin, koltuğunuzu dik, masanızı kapalı konuma getirin ve kokpit hoparlörlerine kulak verin.
Gezegen geminizin kaptan pilotu adına vekaleten vakanüvisiniz konuşuyor:
Sayın gezegen yolcuları: Canlılar âleminin yakın geleceğini pek yakından ilgilendiren ve uzun zamandan beri sabırsızlıkla beklenen dev araştırmanın nihayet yayınlanmış olduğunu kaptan pilotunuz namına bildirmekten gurur duyuyoruz.
Hayvancılık ve tarım endüstrisinin gezegen üzerindeki tahribatı hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma ve analiz, Science dergisinin 1 Haziran 2018 tarihli sayısında yayınlandı. (J.Poore, T.Nemecek, “Reducing Food’s Environmental Impacts through Producers and Consumers”)
Çok özetle, gezegen üzerindeki çevresel etki ve tahribatını azaltmamızın en önemli tek yolu, etten ve mandıra ürünleri (süt, yumurta, peynir vb) tüketmekten vazgeçmek.
Yeni araştırma açıkça şunu gösteriyor: Et ve süt ürünleri tüketiminden vazgeçmek suretiyle dünya yüzündeki çiftlik ve tarım alanları kullanımı yüzde 75’in üzerinde bir oranda azaltılabiliyor. Bu alan, ABD, Çin, AB ve Avustralya’nın toplamından daha fazla. Yani Kuzey Amerika, Asya, Avrupa ve Okyanusya kıtalarının büyük bir bölümünde hayvancılık ve tarımı durdurmak ve dünyayı beslemek mümkün!
Yalnız mümkün de değil, şart! Muazzam genişlikte yaban hayatını barındıran toprakların tarıma ayrılarak kaybedilmesi (yani yeryüzünde tüm hayatın yalnızca on binde birini -%0.01- oluşturan insanın, yabandaki memeli hayvanlarının yüzde 83’ünü yoketmiş olması!)[4], içine girmiş bulunduğumuz Altıncı Büyük Yokoluş sürecinin[5] temel sebebi olarak gösteriliyor.
Yeni analiz gösteriyor ki, et yemek ve süt mamulleri ile yumurta tüketmekle yalnızca yüzde 18 oranında kalori, yüzde 37 oranında da protein sağlıyoruz, ama tarım alanlarının yüzde 83’ü gibi muazzam bir bölümünü işgal altında tutuyoruz! Bununla da kalmıyoruz üstelik: Küresel ısınmaya yol açarak dünyayı kasıp kavuran sera gazı salımlarının yüzde 60’ını da üretmiş oluyoruz.
Science dergisinde yayımlanan araştırma dünyadaki 190 ülkenin 119’unda 40 bin çiftliğin verilerini derlemiş, yeyip içtiğimiz tüm gıdanın yüzde 90’ını temsil eden 40 gıda ürününün bulgularını ele almış. Bu gıdaların arazi kullanımı, iklim değişikliğine yol açan karbon salımları, temiz su kullanımı, su kirlenmesi (ötrofikasyon), ve hava kirlenmesi (asidifikasyon) bakımlarından gezegendeki tüm izlerini ele almış!
Peki –Lenin gibi soracak olursak– ne yapmalı?
Araştırma ekibinin başı Oxford Üniversitesi Profesörü Joseph Poore şöyle diyor: “Yeryüzü gezegeni üzerindeki etkimizi azaltmanın en büyük tek yolu, muhtemelen, vegan beslenme biçimini benimsemekten geçiyor.”[6]
Basit ve çarpıcı bir “çözüm” bu. Çünkü, mesele –dünyanın önündeki en büyük tehdit olmasına rağmen– yalnızca sera gazlarından ibaret değil. Araştırmacı Poore, küresel ısınmanın dışında dört önemli sebebi daha oracıkta sıralayıveriyor:
“Sera gazlarından başka, küresel asidifikasyon, ötrofikasyon, toprak kullanımı ve su kullanımı da var... Tarım, sayısız çevre sorununun hepsinin ortasından geçen bir sektör. Gerçekten, bu yıkımın büyük kısmından sorumlu olan, hayvan ürünleri. Hayvansal ürünlerin tüketiminden vazgeçmek, sürdürülebilir et ve mandıra ürünleri satın almaya çabalamaktan çok daha büyük çevresel faydalar sağlar.”[7]
Ne var ki, tarım ve hayvancılık endüstrisinin çevre tahribatını kesmenin hiç de kolay olmadığı açık: Dünyada faaliyet gösteren yarım milyardan fazla çiftlikten bahsediyoruz. Ayrıca her yıl en az yarım trilyon dolar (500 milyar!) devlet desteği gören çok güçlü bir endüstriden söz ediliyor. Poore’un söylediğine göre muhtemelen, resmen açıklanan miktarlardan çok daha büyük paralar dönüyor.
Araştırmayı yapan bilim insanları, çözümler faslında et ve süt ürünlerinin etiketleri üzerine çevresel tahribatı yazma zorunluluğu koymanın, sürdürülebilir ve sağlıklı gıda ürünlerine devlet desteği (sübvansiyon) sağlamanın, bir de et ve mandra ürünlerini vergilendirmenin gerekli olduğunu önemle belirtiyorlar.[8]
Ayrıca araştırmacılar, balık çiftliklerinin korkunç boyutlardaki tahribatı ve serbest gezen inek efsaneleri üzerinde de açıklamalar getiriyorlar. Bununla birlikte, bu kısa “anons” seansını burada bitirmek yararlı olacak galiba.
Sayın gezegen yolcuları; bayanlar, baylar ve sevgili çocuklar!
İniş sırasında da kemerlerinizi bağlı bulundurmanız, inişe geçtiğimiz şu sırada dışarıdaki alacakaranlık havadan ruhen etkilenmemek için pencereleri örtülü tutmanız önemle rica olunur. Lütfen kabin ışıkları tekrar yanıncaya kadar yerinizden kalkmayınız ve cep telefonlarınızı açmayınız. Gezegen Havayolları’nı tercih ettiğiniz için teşekkür eder ve ...
Hepinize iyi inişler dileriz!”
Yine bu konuda daha birkaç hafta önce yayımlanan çok taze bir makalede de gezegenin geleceğine ilişkin hayli çarpıcı bilimsel tespitlere yer verilmekteydi. Açık Radyo’da 28 Ağustos 2018 salı günü tamamı okunan, aynı gün de Açık Radyo web sitesinde yayınlanan “Dünya Gezegenine Elveda Derken” başlıklı yazı, Chris Hedges’in imzasını taşıyordu. Bir bölümünü aşağıda alıntılayalım:
ABD’de Rochester Üniversitesi astrofizik profesörlerinden ve Yıldızların Işığı: Yabancı Dünyalar ve Yeryüzünün Kaderi (Light of the Stars - Alien Worlds and the Fate of the Earth) başlıklı kitabın yazarı olan Adam Frank, kendisiyle bu konuda mülakat yapan yazar Chris Hedges’a gezegenin geleceğine ilişkin matematik modellerin üç yörünge içerdiğini söylüyor:
“Birincisi, insan nüfusunun belki yüzde 70’ini yok edecek bir kitlesel yok oluş ve ardından huzursuz, kaygılı bir istikrar sürecine giriş. İkinci yörünge, toptan çöküş ve yok oluş. Üçüncüsüyse, biyosferi korumak ve onu sadece insanlar için değil aynı zamanda gezegenin sağlığı için de daha çeşitlendirilmiş ve daha üretken hâle getirmek üzere insan toplumunun dramatik bir yeniden şekillendirilmesi (konfigürasyonu). Bu konfigürasyon bizim fosil yakıt tüketimini durdurmamızı, bitki-temelli bir beslenme biçimini benimsememizi, hayvancılık tarımı endüstrisini hepten ortadan kaldırmamızı ve aynı zamanda çölleri yeşertip, yağmur ormanlarını geri kazanmamızı içerir.”[9]
(https://www.truthdig.com/articles/saying-goodbye-to-planet-earth/ ; Türkçesi için: http://acikradyo.com.tr/makale-yorum-analiz/dunya-gezegenine-elveda-derken - vurgular: ÖM)
Bu meseleler üzerinde yıllardır kafa patlatan düşünür, yazar ve aktivist Chris Hedges bir başka makalesinde de durumu şöyle özetliyordu:
“Türlerin yok olması, tatlı suların kirlenmesi, okyanusların ölü bölgelerle dolması ve doğal ortamların mahvolması olgularının ana sebebi hayvansal tarım olunca, ekosistemin ölüm sarmalı da gitgide belirginleşince, vegan olmak, gezegeni ve canlı türlerini kurtarmak için derhal girişebileceğimiz en önemli ve doğrudan değişim eylemidir. ...
“Ekolojik çöküş ve yokoluştan kendimizi kurtarabilmek amacıyla radikal değişimleri gerçekleştirebilmek için şunun şurasında en iyi ihtimalle birkaç yılımız kaldı. Vegan beslenen bir insan her gün 4165 litre su, 9 kilogram CO2 eşdeğeri, üç metrekareye yakın ormanlık arazi, 20 kilo tahıl tasarruf ediyor ve her gün, duyguları olan bir canlıyı ölümden kurtarıyor. İleride bizi nelerin beklediğini biliyorsak eğer, veganlıktan başka hiçbir seçeneğimiz olmadığını görürüz.”
Üçüncü olarak “ahlakî şizofreni” diyebileceğimiz bir meseleye de kısaca değinelim isterseniz: İki hukuk felsefecisi akademisyen, Gary Francione ve Anna Charlton “vicdanî rehber” niteliğindeki küçük kitapları İnsan Neden Vegan Olur’da şöyle yazıyorlar:
“... Bir yandan bazı hayvanları ailemizin birer üyesi olarak görürken, bir yandan da başka hayvanların etine çatal saplamak [...] bir yandan şiddeti, acıyı, işkenceyi ve ölümü gündelik hayatımızın bir parçası haline getirmişken, bir yandan da barışı savunuyormuş gibi yapmak...”[10]
Francione ile Charlton, Hayvanları Savunmak[11] adlı kitaplarında da milyonlarca yıllık tarihsel bir muhasebeye girişiyorlar:
“Zamanın başlangıcından beri toplamda yaklaşık 110 milyar insanın yeryüzünde yaşayıp hayata veda etmiş olduğu tahmin ediliyor. Oysa günümüz insanı, bundan çok daha fazla sayıda insan-dışı hayvanı her yıl öldürüyor. Bu rakam üzerinde bir saniye durup düşününce, ortaya şaşkınlık verici bir sonuç çıktığı görülüyor: İnsan dışındaki hayvanlara karşı eşi benzeri görülmemiş bir şiddet uyguluyoruz. Öldürülen hayvanların büyük çoğunluğu, yani yaklaşık 60 milyardan fazla kara hayvanı ve en az bir trilyon deniz hayvanı her yıl yiyecek için öldürülüyor. Ayrıca, her yıl milyarlarca hayvan tıbbi deneyler, eğlence, spor gibi gerekçelerle katlediliyor.
“Bir nokta billur gibi açık ve tartışma götürmez: Bu fecî ve her yanımızı kuşatmış hayvan sömürüsünün yakın gelecekte sona ereceği filan yok [...]
“Nasıl insanların zincire vurulup köleleştirilmesini reddediyorsak, insan dışındaki hayvanları da mülkümüz olarak gördüğümüz bu statüyü de reddetmeliyiz [...]
“Onlara ‘insanca’ muamele yaptığımız sürece hayvanları kullanmanın ahlaken kabul edilebilir olduğu fikrine dayanan hayvan refahı pozisyonunu açık ve net bir şekilde reddetmeliyiz.
“Bir sosyal sorun olarak hayvan sömürüsünü lağvedip kaldırmak için, hayvan sömürüsünü kendi bireysel hayatlarımızdan çekip çıkarmalıyız. Bu da demek oluyor ki, hayvanların ahlaken önemli olduğunu düşünüyorsak, vegan olmamız gerekir...”
Sonuçta, vicdanî sorumluluğun zaman içinde insanlarda giderek ağır basmaya başladığı görülüyor. Özellikle Batı ülkelerinin bir kısmında, örneğin Almanya’da ve vegan nüfusu son 10 yılda yüzde 300’lük bir artış gösteren (hele son bir senede daha da hızla arttığı görülen) Britanya’da veganlığın hızlı bir şekilde yükselmekte olması umut verici.[12]
Türkiye’de son zamanlarda çeşitli şehir ve kasabalarda yapılan vegan şenliklerine, konferanslarına katılım ve ilgide büyük yoğunluk gözlenmesi de ayrıca kayda değer tabii.
Yazıyı bitirirken meseleyi özetlersek, vegan (bitki temelli) beslenme tarzını benimsemek ve sürdürmek için üç temel sebebimiz olduğu söylenebilir:
1) Sağlık ve mutluluğumuz için;
2) Gezegenimizin bekası için;
3) Vicdan ve iç huzurumuz için...
Hâlâ ikna edici olamadıysak, eh ne yapalım, sağlık olsun!