Andrey Platonov, çoğunlukla metaforlar, imgelerle örülü bir metin sunuyor okura. Devrimin ilk yıllarındaki büyük altüst oluşu, yeni bir toplumun kuruluşu sırasındaki insanlık hâllerini, basit insanın şaşkınlık uyandıran akıl yürütmesini...
30 Ağustos 2018 13:32
Andrey Platonov (1899-1951) ile geç tanıştık. İlk kez 2007’de Can1 çevrildi Türkçe’ye bildiğim kadarıyla. Sonra da romanları, hikâyeleri Metis Yayınları’ndan peş peşe geldi; okudukça sarsıldım. Sarsıldık desem de yanlış olmaz. Can’dan sonra kendi okuma sıram şöyle: Çevengur (roman, 2010), Mutlu Moskova (roman, 2012), Muhteşem Vahşi Dünya (hikâye, 2014), Dönüş (hikâye, 2009), Çukur (roman, 2017) ve en son mektuplarının yer aldığı Birbirimiz İçin Yaşacağız (2018). Dönüş hariç ötekileri Türkçe’de yayınlanış sırasına göre okumuşum. Bu arada Metis Yayınları’na ve özellikle de külliyatta büyük emeği olan çevirmen Günay Çetao Kızılırmak’a teşekkür edip, mektupları Erdem Erinç’in çevirdiğini belirteyim.
A. Platonov, çoğunlukla metaforlar, imgelerle örülü bir metin sunuyor okura. Devrimin ilk yıllarındaki büyük altüst oluşu, yeni bir toplumun kuruluşu sırasındaki insanlık hâllerini, basit insanın şaşkınlık uyandıran akıl yürütmesini ve tinsel durumunu; öte yandan bürokrasi duvarını, hoşgörüsüzlüğü ve açlık temalarını mizahî olarak ele alıyor. Aslında yeni düzenin oluşmasına ilişkin yapıcı eleştirileri var. Bazen karakterlerinin yaşama ilişkin yoğun felsefî tartışmaları, güldürme ile düşündürme arasında gidip geliyor.
A. Platonov zıplamalı, sıçramalı bir metin kaleme getiriyor; oyunbaz metin diyebiliriz. Şaşırtıcı, çarpıcı. Bazen bu çarpma; yüze gelen sert bir tokat! Yoksul ile merhamet’in kardeşliğini de okuyoruz! Gogol’ün paltosundan çıkmıştır, Bulgakov’dan etkinmiştir de, kendisinin dili, biçemi, yazınsal mantığı, gerçeklik ve zaman algısı çok farklı. Özcesi büyük bir yazar. Ne var ki bu büyük yazar kendi ülkesinde uzun yıllar “yasaklar listesi”nde. Oysa sınıfsız bir toplum düşüncesini benimsemiş bir emekçi, komünist. Mektuplar da onun yaşamının bir çeşit aynası.
“Yazar mektuplarını okurken ister istemez yapıtlarıyla yazarın hayatı arasında bir ilişki olup olmadığını düşünüp sorgularız” diyen Behçet Çelik birkaç ay önce bu sitede “Mektuplar”ı temel alarak Andrey Platonov’un yaşamına ve yapıtına ilişkin kapsamlı, öğretici bir yazı yayınladı2. Yazarın mektuplarından iz sürerek yapıtlarıyla ilişki kurdu Çelik; okunması gereken bir yazı…
Birbirimiz İçin Yaşayacağız tek sözcükle “çile”! Acı, trajedi, dram, kıskançlık, yalnızlık; insana ilişkin olumsuz ne varsa, var! Yasaklama, yasaklanma, kara listeye alınma ve savaş! Öte yandan karısına, oğluna, kızına, torununa beslediği sevgi, özlem. Kuşkusuz mektup olunca özlem de oluyor. Ayrı kalma, zorunluluktan dolayı ayrı kalma. Yoksulluğu da ekleyelim. Stalin’e yazdığı mektuplar aslında ne büyük bir yıkım yazar için. Başka türlü olabilir mi? İkinci mektup on beş yaşındaki oğlu için. Bu anlaşılır, bundan pişman olmamıştır da kendisi için, yazarlığının geleceği için yazdığından olmuştur.
A. Platonov, Stalin’in hışımına uğramış bir yazar, şâir. Aslında “bizde” şâirliği de hiç bilinmiyor. Türkçe yayınlanmış tek şiirini bulamadım. Belki bir yerlerde vardır. Cevat Çapan’ın Şiir Atlası’nda3 yok. (İçindekileri taradım, gözden kaçırmış olabilirim!) Belki daha sonra Cumhuriyet Kitap’taki köşesinde yayınladı. Doğrusu anımsamıyorum. Benzer şekilde Attilâ Tokatlı’nın hazırladığı Sovyet Şairleri Antolojisi’de4, Ataol Behramoğlu’nun hazırladığı Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi’nde5 de yer almıyor. Ne var ki K. Zelinski 1970’de kaleme aldığı Sovyet Edebiyatı adlı incelemesinde şöyle diyor: “İlk şiirleri 1920’lerde yayınlanmaya başlamış ama adını ancak 1930’larda ve savaş sırasında duyurmuştur. Ünü yıldan yıla artmıştır. Bugün Platonov ünlü bir şairdir.”6 (Mektuplarından da şiir yazmış olduğunu öğrenmiş olduk.) Benzer şekilde oyun yazarı ama, yine bildiğim kadarıyla Türkçe’ye çevrilen, oynanan bir oyuna da yok.
Aslında A. Platonov’un adına çok önce yukarıda alıntı yaptığım Sovyet Edebiyat’ında rastlamışım ama; “ünlü” olmadığı için, kuşkusuz Türkçe’de tek bir satırı olmadığı için, doğal olarak fark etmemişim! Üstelik alıntıladığım yer: “Hikâyelerinden pek çoğu İngilizceye ve başka dillere çevrilmiştir. Hemingway, Platonov’un kendi üzerinde büyük etkisi olduğu ve ondan çok şey öğrendiğini söylerdi. Hayatın yaraladığı insana karşı duyulan merhamet, Platonov’da, binlerce saz ve sesin yankılandığı bir senfoni olur…”7 diye sürüyor.
Yine o yıllarda Lukács’ın Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı8 adlı kitabının (çevirisinin) üçüncü basımı yayınlanıyor bizde. Bendeki o basım. Ama sanırım, birkaç yıl sonra, seksenlerde okudum. 1956 yılında kaleme aldığı kitabında Lukács, henüz Soyvetler’in hışmına uğramamış, Platonov’un bir hikâyesinden (“Ölümsüzler”) kısaca söz ediyor. O yıllarda Platonov, Sovyetler’de bir çeşit “yasaklı”. Bu hikâye Türkçe’deki yayınlanan iki hikâye kitabında da yer almıyor. Belki de başlık farklıdır.
Aziz Çalışlar’ın hazırladığı Türk ve Dünya Edebiyatçıları’nda9 Platonov maddesi var. Bu ansiklopedik çalışmanın özünü, Demokratik Almanya’da hazırlanan bir yapıt oluşturuyordu. Yabancı maddeleri onlar yazmıştı: “1925’lerde Gorki’nin övdüğü, öte yandan yergisel özelliği dolayısıyla çeşitli karşıt eleştirilere yol açan bir dizi dikkat çekici hikâye ortaya koydu. Platonov’un hikâyelerinde günlük durumlar yer alır; kahramanları genellikle, anlamlı yaşam sürmek isteyen, ancak bu arada birçok bürokratik ve düşüncesiz davranış yüzünden çatışmaya giren tekniker ve demiryolculardır. Platonov eğretilime dolu, özlü ve psikolojik derinlikli bir canlandırma tarzı içinde, ethik değerlerin tartışılması amacıyla emek temasını işler…”
O zaman da, ki bu ansiklopedik çalışma içindeydim ve dizgisini de okumuş olmalıyım, yine Platonov’u fark etmem olanaksızdı. Gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor. Romanlarından pek söz edilmiyor, çünkü romanları doğru düzgün uzun yıllar yayınlanmıyor. Hatta Sovyetler dağıldıktan sonra da sansür görüyor. Bunları da Behçet Çelik yazısında ayrıntılı olarak ele alıyor.
Platonov, yapıtlarının yayını için, yaşamda kalmak için Stalin’e mektup yazıyor. “İlerisi İçin” adlı hikâyesi, onu yasaklar listesine, rejim karşıtı listesine, anarşistler listesine koydurmuş. Daha önce birçok yetkiliye, yazara (Gorki de dâhil) başvurmuş ama sonuç alamayınca:
“… her biri gerçek birer Bolşevik olan en iyi yoldaşlarımın ideolojik yardımları sonucunda, ben de önceden yazmış olduğum eserleri sanatsal anlamda içten içe reddettim; politik anlamda da reddedilmeyi hak eden eserler onlar, ortadan kaldırılmayı ya da gün yüzü görmemeyi hak ediyorlar”10 diyor ve sonra mektubunu şöyle bitiriyor:
“Bu mektupla umarım biraz olsun ‘İlerisi İçin’in çirkinliğini azaltabilmişimdir, ancak istediğim bu rezaletin sorumlusu olan benim, yani öykünün yazarının hatasının telafisi için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olduğunun anlaşılmasıdır.
“Size yazdığım bu mektubu okuduktan sonra, sosyalizmin inşasına gerçek yaklaşımımı ortaya koyacak birkaç şeyi daha sözlerime eklemeyi istedim. Ancak bunu yapmaya devrime faydalı bir birey olduğumda hakkım olacağını düşünüyorum.
“Size karşı derin bir saygı besleyen,”11
Kim bilir ne büyük bir çâresizlik sonucu kaleme alınmış bir mektup. Henüz otuzlu yıllar da olsa, Stalin ve yönetimi henüz “sertleşmemiş” de olsa, yazar için bence sonrasında “pişman olunacak” bir eylem. Platonov’un Stalin’i ve yönetimi tam anlamıyla benimsediğini söyleyebilir miyiz, pek sanmıyorum. Ama ne yapsın, öyle bir sıkışmış ki, işte bu sıkışmayı mektuplarda okuyoruz; kötü bir tanım ama bir çeşit “yaltaklanma”, bir çeşit “yalvarma”! Bir yazarın kendi dünya görüşünden bile olsa, bir lider’e böylesine bir mektup yazması sonrasında pişmanlığı getirir, bence...
Bizde de örneği var. Nâzım Hikmet de Sabahattin Ali de Mustafa Kemal’e mektup yazıyor. Ya da yazmak zorunda kalıyor, bırakılıyor. Sabahattin Ali’ninki yeni “bulundu”.12 Nâzım Hikmet’in Erkin gemisinde tutukluyken yazdığı mektubu bir türlü yerine ulaşmamış.13 Nâzım Hikmet kendisine yapılan büyük haksızlığın giderilmesini istiyor. Ama bence o mektup, ömrü boyunca pişmanlık duygusunu yaşatmıştır. Her ne kadar Kurtuluş Savaşı’nı gönülden desteklese de, her ne kadar modern, yeni bir toplumun kuruluşunu desteklese de. Nâzım Hikmet komünistliğini her zaman söylemiş; otuzların mahkemesinde bile! Zâten TKP’li. Hatta daha da iyi olacağım, demiştir. Mustafa Kemal komünizm, sol karşıtıdır; o döneminde de sonrasında da sol nefes alamamış, işçi hakları, sendikal mücadele falan söz konusu olamamıştır. Komünizm, sosyalizm, sol bir umacıdır, hâlâ da öyle ya! Kuvvetler ayrılığından söz etmek ise olanaksızdır. Kuşkusuz dönemin siyâsî meseleleri, bakış açısına göre farklı değerlendirilebilir.
Ne var ki Nâzım Hikmet’in mektubunda “Türk inkılâbına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum” demesi hatta iki kez tekrarlaması bence pek olacak mesele değil, bu da bir çâresizlik. Ayrıca bence Nâzım Hikmet, Kemalist ve Atatürkçü olsa dâhi böyle ifâde kullanmamalı, hatta lider’e bir mektup yazmamalıydı! Belki yalvarmıyor, içine düştüğü büyük haksızlıktan dolayı âdalet istiyor ama… Kuşkusuz insanın tinsel hâlleri koşullara göre değişebilir, bu tür işler yapabilir.
Benzer bir şey Sabahatin Ali’de de var o da bir ihbar sonucu haksız yere hapse atılır. Bir taşlaması yüzünden Cumhurbaşkanı’na hâkaret ettiği söylenir, mahkeme de cezayı keser. Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektupta suçsuz olduğunu ifâde eder. Bunun ayrıntılarını Asım Bezirci’nin kitabında bulabilirsiniz.14 Mektubunda şöyle diyor Sabahattin Ali: “Şimdilik kendi sözlerim ve teminatımdan başka müeyyidesi (yaptırımı) olmayan bu iddiam inanılacak kuvvette görülmediği takdirde yine size müracaat ediyor ve affımı rica ediyorum. Eninde sonunda hakkımı ispat edeceğimi bilmesem böyle bir ricada bulunmazdım. Beni affedecek kadar büyük ve iyi kalpli olduğunuzdan eminim. Ellerinizden öperim efendim.”
Yine bir mektup ve ellerden öpmek bir yazarın yapmak zorunda kaldığı şeyler diye düşünüyorum. Çâresizlikten, içine düşülen haksızlığı ortadan kaldırmak için, o anki tinsel durumla yapılmış eylemler. Sabahattin Ali’nin çilesi bununla da bitmiyor. Özcesi, bu mektup bir işe yaramıyor, hapis yatıyor, onuncu yıl affından dolayı serbest kalıyor, öğretmenliğe dönmek için dilekçe veriyor, “müdürler encümeni” olumlu görüş bildirse de bakan kendisinden bir daha böyle şeyler yapmayacağının kanıtını istiyor. Yâni yaz diyor; Atatürk’ü övücü bir şey yaz, diyor açıkçası. (Yine Asım Bezirci’nin kitabında bunun da ayrıntılarını bulmak olanaklı.)
Sabahattin Ali de “Benim Aşkım” adlı bir şiir yazıyor. “Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye./ Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.” Gibisinden dizeler. O da Kemalist, Atatürkçü bile olsa, bu şiiri de yazmamalıydı; ama bazen çâresizlik, zor durumda kalma insana istemediği, sonrasında pişman olacak şeyler yaptırır. Bildiğim kadarıyla sonrasında bir tek şiir yayınlar bir daha şiir yayınlamaz (yazmaz). Bu şiiri de kitaplarına almaz!
Neyse mesele yalnız Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali ile bitmiyor. Liste çok. Sovyetler’de de çoktu. Platonov’un ikinci bir mektubu var Stalin’e, bu pekâla anlaşılabilir, kimseyi de pek rahatsız etmez. On beş yaşında –çok açık olmayan, sanki sudan sebeplerle– tutuklanan oğlu için. On beş yaşındaki çocuğun nedenleri “açık” olsa ne olacak! Oğluyla görüşmesi de yasak. Yine birçok yol deneyip, ilgililere yazıp, sonuç alamayınca yolu diktatöre yazmakta buluyor, yıl 1938:
“Eğer ki ona kefil olmam sebebiyle onu salıverip beni cezaevine göndermeniz mümkün değilse, kefaletle serbest bırakılmasını sağlamanızı rica ederim.
“İosif Vissaryonoviç, ben ve oğlumun annesi derin acımızı anlayıp hafifletmenizi diliyoruz.
“Size inanan ve güvenen,”15
Evet, oğlu bir yıl kadar sonra serbest kalacak ama verem hastası da olacak; sonrasında çok genç yaşlarda, yirmili yaşlarının başında ölecek. Kendisi de oğlundan aldığı mikrop sonucu veremden ölecek. Bu mektubundan sanırım hiç pişman olmamıştır. Yaşamı sansürle geçen, durmadan yayınlama zorluğuyla karşılaşan ve ha bire parasızlık çeken büyük yazar Platonov’un ikinci mektubu, bir babanın derin feryadı….