K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazı yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar...
Brenda Lozano
Cadılar
çev. Nergis Gürcihan
Notos Yayınları
Ocak 2023
208 s.
"Öldürülen Paloma’nın adı başta Gaspar’dır. Şifacılığı terk edip gece hayatını seçerek Paloma’ya dönüşse de iyileştirmenin yollarını Feliciana’ya öğretir. Feliciana özel gücü Dil’i keşfederek eskiden sadece erkeklere ait olan şifacılık dünyasında kendi yerini kazanmaya başlar. Önyargılarla, küçümsemeyle doldurulmuş Cadı kelimesini kadının kötü karaktere dönüştürüldüğü ve avlanmaya değer görüldüğü bir dünyadan çekip çıkararak ona iyileştiren, koruyan anlamlarını geri kazandırır. Paloma’nın cinayetini araştırmaya gelen gazeteci Zoé’ye hikâyesini anlatmadan önce Zoé’nin kendi hikâyesini duymak ister.
Çağdaş Meksika edebiyatının en güçlü kalemlerinden biri olan Brenda Lozano Cadılar’da farklı kökenlere ve koşullara sahip iki kadının hikâyesini iç içe geçirerek Meksika geleneklerini, şifayı, şiddeti anlatırken kadın olmanın bin bir biçimini ele alıyor." (arka kapak)
Hafif kitaplarla ve hafif kahramanlarla epey içli dışlı iki okur olarak yola çıkmıştık, neredeyse on yıl olmuştur, değil mi?
Popüler edebiyat evrenine yakından bakmayı istemiştik. Bu evreni oluşturan farklı yıldız sistemlerinin nasıl işlediklerini görsek, alt türlerin birbirlerine hem benzemeyen ama hem de birçok ortaklık taşıyan uzlaşımlarını şöyle bir elden geçirsek demiştik. Bu uzlaşımlar içinde cinsiyet ilişkilerinin nasıl kurulduğunu merak ediyorduk. Başlangıçtaki soru, buydu: Farklı türlerin “işlemesini” sağlayan temel dinamikler içinde cinsiyet ilişkileri nerede duruyor?
Yalnızca metinler değil, türlerin kendileri de cinsiyete göre ayrışmış gibi görünüyordu; aşk romanları kadınlar, bilimkurgu erkekler için! Bir yandan da bu ayrışmaların sabit şeyler olmadığını görüyorduk hem yazarlar hem de okurlar açısından. Doris Lessing Şikeste’yi yazdığında diyelim, türün temel uzlaşımlarını nasıl değiştirmişti? Böyle olunca, ona hâlâ bilimkurgu denebilir miydi? Bir anlamda, “Zenci elf olur mu, o zaman ona elf denir mi?” sorusu! Bu soruya, “Saçmalamayın, Drizzt Do’urden kapkaraydı,” dediğimde, “O Afrikalı bir zenci değildi,” cevabını alıp oturmuştum. Demek ki deri rengi siyah (ya da Mystique gibi mavi!) olabiliyordu ama “zenci”lik kabul edilemezdi!
Benim kurcalamayı en çok istediğim şeylerden biri buydu sanırım: Kurucu uzlaşımlar ne kadar değiştirilebilir?
İkincisi de okurun bu uzlaşımlardaki etkisi nedir? Popüler edebiyat okuru bu bakımdan “yüksek edebiyat” okurundan daha güçlü olabilir mi? Çünkü bu türlerde okurlarla yazarlar arasındaki etkileşimin özel dinamikleri var, bazıları basbayağı cemaatler gibi çalışır (fantastik edebiyatta bazı metinler ve bazı yazarlar etrafında oluşan ve neredeyse birer “kült” gibi işleyen çevreleri düşün!), pek çoğu için zaten piyasa dinamikleri işler ve okur/tüketici talebi işin rengini belirleyebilir (Grinin Elli Tonu’nun yazılma hikâyesindeki gibi).
Üçüncüsü, uzlaşımlardı, okur talebiydi, endüstrinin ihtiyaçlarıydı derken, edebiyatın kahramanı olan yazarın, popüler edebiyata geldiğinde süngüsü düşer mi yoksa başka tür bir yıldızlaşma hikâyesi mi vardır orada? Tuhaf biçimde, aşk romanlarının kadın yazarları soluklaşırken, Philip Reeve yahut Terry Pratchett gibi yazarlar, kült lideri muamelesi gördüler mesela. Yalnızca okurların cinsiyeti ve yaşı ile ilgili bir şey midir bu?
Uzun lafın kısası, popüler edebiyatın cinsiyeti çok heye- canlı, çok zengin ve tabii çok da eğlenceli bir alan açıyor- du önümüzde. Biz de biraz bunun hevesiyle harekete geçmiştik.
(Aksu Bora, Sunuş'tan)
“Harvard öğrencisi Will Andrews, şehir hayatını bırakıp 'Vahşi Batı'ya, Kansas’taki Butcher’s Crossing kasabasına gelir. Batı, Andrews için rivayetler ve hayallerden oluşan bir yerdir; burada daha önce tanımadığı büyük, dönüştürücü tecrübeler yaşayacağını, kitaplarda okuduğu saf doğayla karşılaşacağını ummaktadır. Bu hayallerin peşinde, bufalo avcısı Miller’ın ekibine katılır. Ancak dört kişilik ekibin daha önce keşfedilmemiş bir vadide başlattığı av büyük bir kıyıma dönüştükçe ekip üyeleri hem birbirlerine hem de kendilerine yabancılaşacak, yolculukları amansız doğa şartları karşısında bir ölüm kalım mücadelesine dönüşecektir.
John Williams Kasap Geçidi'nde modern Amerika’nın temel mitlerinden birini, insanın açgözlülüğü ve doğayla ilişkisi üzerine şiddet dolu bir hikâye aracılığıyla sorguluyor.” (arka kapaktan)
“Her şeyden önce uzak hatıralarım vardı benim, onu önce rüyalarımda yaşadım, sonra yıllar içinde sözcüklerimi buldum, gerçeğimi buldum, bulduğum anda tüm anılarım hikâyelere dönüşmeye başladı. Hangisi gerçek, hangisi hayal artık bilemiyordum. Kâh unuttum kâh hatırladım. Unutulmaya yüz tutan tüm hikâyelerimi derin sulara batırdım, göklere saldım, üzerine topraklar attım. Böylece kaybettiğimi sandım ya da kaybettiğimi umdum.
O gece kendi içime uzandım, orada uzun süre sere serpe yattım.
Ve nakış işlercesine kendimi yeniden yarattım. Kıymetli bir cevher çıkarırcasına, zahmetle, kanımla, canımla içimden çekip çıkardım. İşte anlatılmaya değer yegâne hikâyem de bu oldu.”