K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazı yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar...
Evelyn Waugh
Adi Bedenler
çev. Gözde Kavak
Everest Yayınları
Ocak 2023
224 s.
"20. yüzyıl Avrupa yazınının en uç beylerinden Evelyn Waugh’un Adi Bedenler romanı, kaleme aldığı ve ekmek teknesi olarak gördüğü hatıraları gümrüğe takılıp gümrük memurlarınca yakılan, başına gelen trajikomik hadiseler sonucu nişanlısı Nina ile bir türlü evlenemeyen, nevi şahsına münhasır Adam Fenwick-Symes’ın başından geçenleri odağına alıyor. Yazar, Adam Fenwick-Symes’ın tam ortasında bulunduğu bu renkli fotoğrafa “Bright Young People” topluluğunu ve topluluğun kırılgan ilişkilerini, İngiliz sosyetesini ve sosyetenin iki dünya savaşı arasındaki hâl-i pürmelâlini de dahil ediyor: Trajediyle komedinin ustaca harmanlandığı, telefon konuşmalarının ve dedikoduların hem söylemde hem de kurguda önemli roller üstlendiği bir dünya, Adi Bedenler’de tasvir edilen. Waugh, yıllar sonra, ölümünden iki yıl önce yazdığı bir önsözde Adi Bedenler’in hiç hesapta olmayan bir kitap olduğundan bahseder. Kitabın kahramanı Adam Symes da hiç hesapta olmayan bir kaderin eline düşmüş biri olarak duruyor karşımızda; az sonra tam yanımızda bitecek, aşina bir yüz."
Hasan Turgut
Araziyi Düzleştirmek: Gülten Akın Şiirinde Ortaklığın İnşası
Metis Yayınları
Ocak 2023
216 s.
Hasan Turgut Gülten Akın’ın şiiri üstüne bu kapsamlı incelemesine, ortadan, “aktivizm dönemi” olarak düşünülebilecek orta döneminden başlıyor ve “keşif dönemi” denebilecek ilk dönemi ile “melez dönem” denebilecek son dönemini bu ortaya referansla anlamlandırmaya çalışıyor. “Dönemsel arayışların yön vermesiyle aldığı formlar değişse de daima acil ve meşru bir talep olarak gündeme taşınan eşitlik, gücünü artırır ve bu gücünü muhafaza etmeyi sürdürür. Buradan bakıldığında, Akın şiiri, herkes ve her şey için eşitlik kurmaya çalışan bir sistem uğruna verilen mücadelenin ve bu mücadeleye eşlik eden kaçınılmaz zorlukların izdüşümüne dönüşmektedir,” diyen Turgut, Gülten Akın’ın şiirindeki eşitlik ve ortaklık arayışını Bruno Latour’un aktör-ağ teorisi ve Kojin Karatani’nin izonomi kavramından yola çıkarak okuyor. Şairin ana güzergâhlarının yanı sıra sapaklarını da dikkate alan kitap ortaklık alanı olarak ilk bölümde şehre, ikinci bölümde doğaya, üçüncü bölümde anneliğe, dördüncü bölümde kanona ve zeyil bölümünde ise özel olarak Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’na odaklanıyor. (Arka kapak)
Claudio Magris
Bir Başka Deniz
çev. İbrahim Yasin Güler
YKY
Ocak 2023
80 s.
“Şimdi etrafında denizden başka bir şey yok. Artık birkaç ay önce her şeyin gerçekleştiği Pirano ve Salvore’nin Adriyatik’i yok… fakat okyanus var, monoton ve sonsuz. Karanlıkta büyük dalgalar, beyaz bir serpinti, karanlığa dalan bir kuşun kanadı…”
Saatlerdir güvertede duruyor Enrico, çünkü değişmeyen şeylerden hiç sıkılmıyor. Öncelikle askerden kaçmak için bindiği bu gemide bir çatı katındaki sohbetlerin, okuduklarının, geride kalmış bir dostun anısının üzerine düşünüyor. Gemi Güney Amerika’ya doğru ilerlerken dalgaların boğuk sesi adeta Enrico’nun belleğinin derinlerinde kırılıyor.
Kâh gemideki insanlarla sohbet ediyor Enrico, kâh yazacak çok şeyi olmasına rağmen iki kelimeyi bir araya zor getirdiği mektuplar kaleme alıyor, kâh hayvanları önüne katıp çobanlık yapıyor. Bir şekilde, yaşadığı anın sınırlarında kalmayı başarıyor. Çünkü bir arkadaşının ayrılırken ona dediği gibi, şimdiki zamanda var olmayı biliyor Enrico.
Bol ödüllü yazar Claudio Magris Bir Başka Deniz kitabında gidişleri, kalamayışları, dönüşleri ve yaşamayı neredeyse imkânsız kılacak bir yaşam sevgisini şiirsel bir dille gözler önüne seriyor. (arka kapaktan)
Vedat Milor
Buyurun Ziyafete
İletişim Yayınları
Ocak 2023
295 s.
Bu elinizdeki kitap nedir?
Kitap, görünüşte, benim restoranlar, yemek ve şarap üzerine yazdığım yazılardan oluşuyor. Ancak bu sizi yanıltmasın. Bu sadece “seçme yazılar”ımdan oluşan alelade bir kitap değil; aslında restoran eleştirmenliğinin ne olduğunu ortaya koymaya gayret eden bir çalışma. Bunu da, 20 senedir farklı mecralarda restoranlar üzerine yazılar kaleme alan benim özelimde yapmaya çalışıyor. Ama kitabın tüm bu teorik yapısını oluşturan ve onu alelade bir “seçme yazılar” kimliğinden kurtaran ben değilim. Dürüst olmak gerekirse, bu benim tek başıma altından kalkabileceğim bir proje olamazdı. Yazdığım her yazıyı tek tek okuyan, bunları farklı temalar altında kategorize eden ve uzun bir söyleşiyle okuyucuyu o yazılara hazırlayan biri var: Arkadaşım Besim Hatinoğlu. Kitabın elinizde tuttuğunuz şekliyle ortaya çıkışı da onun sorduğu temel bir soruya dayanıyor: Gastronomik bir otoritenin taşıması gereken özellikler nelerdir?
İşte bu sorunun yani “gastronomik otorite” kavramının kitaptaki tüm bölümleri ve temaları birleştiren bir üst tema olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda ne yapılması gerektiğini düşünürken, otobiyografik öğeler taşıyan bir yazının bu üst temaya katkı sağlayacağına karar verdik. Zira bugünkü yemek tercihlerimizin nasıl şekillendiğinin cevabını, belki de diğer birçok şeyde olduğu gibi, ailede ve yetiştirilme tarzımızda bulabiliriz. Söyleşi kısmında Besim ile gastronomik otorite kavramını hayat hikâyem ve daha önce hiçbir yerde bahsetmediğim ilginç anekdotlar ışığında ele aldık. Son kısımsa Besim’in farklı temalar altında topladığı yazılarımdan oluşuyor.
Restoran eleştirmenliğine 20 yıl önce başladığımı söylemiştim. Geçen bu 20 senede ülkenin hemen her yerine gittim. Birçok yeri defalarca ziyaret ettim. Bu süre içinde ülke mutfağının giderek daha kötüye gittiğini düşünüyorum. Bunun sebebinin hayli kompleks olduğu sanılabilir. Oysa Türkiye’nin gidişatına paralel bir durum söz konusu. Ülkenin tüm kurumlarının çöktüğü ve yozlaştığı bir ortamda, restoran sektörünün bundan bağımsız kalması düşünülemezdi. Kötüye giden sosyo-ekonomik koşullar restoranların iyi malzeme tedarikinde zorlanmasına, maliyetleri düşürmek için emek-yoğun yemeklerden kaçınmasına yol açıyor. Artık her şeyi kısa yollardan yapmaya çalışıyoruz. Ve ülke mutfağına dair eskiden de var olan sosyal ve kültürel bir paradoksla karşı karşıyayız: Lezzetin olduğu, iyi yemeklerin yenildiği lokantalarda uzun süre oturamıyorsunuz. Oturamıyorsunuz, çünkü yemeğe eşlik edecek içkiler sunulmuyor. Öte yandan, iyi içkilerin sunulduğu yerlerdeyse yemeklerin daha zayıf olduğunu, lezzetin göz ardı edildiğini görüyorsunuz. Bunu söylediğimde insanların ya dinsel nedenlerle karşı çıktığına ya da kültürel bir determinizmle yaklaştığına (“Biz böyleyiz, Ortadoğu değişmez!”) tanıklık ettim. İyi yemeği, içkiyle sunan, lezzeti göz ardı etmeyen Nazende, Alaf, Manzara (Söğüt) gibi restoranlar var ama bahsettiğim paradoks ülkenin evrensel anlamda gastronomik bir cazibe merkezi haline gelmesine engel oluyor.
Bu yozlaşmada teknolojik gelişmelerin, özellikle sosyal medyanın rolünü de hafife almamak lazım. Artık spot ışıklarının yemeklere değil, aşçılara çevrildiği bir dünyada yaşıyoruz. Ve artık ünlü aşçılar mutfaklarında geçirdikleri zamandan çok daha fazlasını sosyal etkinliklerde geçiriyorlar. Vaziyet bu olunca, büyüklü küçüklü, hangi spesifik alanda olursa olsun bağımsız yemek otoritelerinin öneminin arttığını düşünüyorum. Yemeğin giderek pahalı hale geldiği bir ortamda, iyi yemeği bulmak için gerekli rehberliği nasıl sağlayabiliriz? Her şeyin başında, insanlara ilham verecek bir yaklaşımı nasıl inşa edebiliriz? Besim’in başlangıçta sorduğu sorunun aslında buna yanıt aradığını söyleyebilirim. (Vedat Milor, Önsözden)
Emanuele Coccia
Metamorfozlar
çev. Alara Çakmakçı
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Ocak 2023
216 s.
Emmanuel Coccia türlü çevresel felaketle kuşatıldığımız, muhtemelen daha da fazlasının kapımızda olduğu bir çağda canlı varlıkların ve gezegenin varoluşunu metamorfoz üzerinden okuyarak insan merkezli bir ekoloji fikrine karşı çıkıyor. Hiçbir canlının yaşamının kendi doğumuyla başlamadığını, hikâyenin bundan çok daha eski olduğunu, yeryüzü üzerindeki her varlığın bir ve aynı yaşamı paylaştıklarını anlatıyor.
Biricik zannettiğimiz yaşamımızı yeryüzündeki canlı cansız her şeyle paylaştığımız gibi, bize ait olduğunu düşündüğümüz bedenimiz de bizlere, bizden öncekiler tarafından bahşedilmiş. Metamorfozun hiçbir zaman sona ermeyeceğini kabul edersek, doğumu bir başlangıç, ölümüyse son gibi görmek imkânsızlaşıyor.
İnsan ve insan dışı varlıklar arasındaki hayali ve tehlikeli ayrımı ortadan kaldıran Metamorfozlar insanı, kendi kendini yerleştirdiği ayrıcalıklı konumundan indirerek yaşama ve varoluşa dair şaşırtıcı bir perspektif sunuyor. Edebiyattan felsefeye, entomolojiden botaniğe uzanan kitap, disiplinlerarası yaklaşımı ve şiirsel diliyle bizi metamorfoz üzerine düşünmeye, yaşama dair bildiğimiz şeyleri sorgulamaya çağırıyor. (arka kapaktan)
Sarah Chaney
çev. Dilek Kadıoğlu
'Normal'in Tarihi:
200 Yıldır Aradığımız Normal İnsanlar (ve Neden Var Olmadıkları Üzerine)
İrene Kitap
Ocak 2023
336 s.
On dokuzuncu yüzyıldan önce “normal” kelimesi neredeyse hiçbir şekilde insanlarla bağlantılı değildi. Normal, bir matematik terimiydi: İnsanlar değil, matematikteki “doğrular” normal olurdu.
1830’lardan itibaren ise, istatistiğin Batı dünyasında yaygınlaşması insanlığın her bir parçasını ölçme fikrini beraberinde getirdi, buna da normal bilimi denildi. Bebeklerin kilosundan ideal kadın bedenine, zekâdan akıl sağlığına kadar her şeyin bir ortalaması, bir normali vardı artık. Elbette bu, sömürgeci Batılı beyaz erkeğin normaliydi: Örneğin Kongo Havzası’nın karanlık ve nemli bataklıklarından çıkan buharla dolu havasında insanlar cüceleşip pigmelere, vahşileşip yamyamlara dönüşüyordu; bu yüzden Batılılardan daha aşağıydılar. Ya da sokak köşelerinde kadınları gözetleyen istatistikçi Francis Galton’ın yarım kalmış güzellik haritasına göre İngiliz kadınların en güzelleri Londra’da, en iticileri ise Aberdeen’de yaşıyordu.
Fakat bu son derece ırkçı, öjenik yanlısı, homofobik ve feminizm karşıtı normal fikri öylesine güç kazanmıştı ki normali sorgulamaya başlamamız neredeyse iki yüz yıl aldı. Tarihçi Sarah Chaney ‘Normal’in Tarihi’nde işte bu sorgulamanın kökenine iniyor ve okurunu, çarpıtılmış gerçeklerle dolu bir tarih yolculuğuna çıkarıyor. (arka kapaktan)
Thomas Pynchon
Vineland
cevap. Berkan M. Şimşek
İthaki Yayınları
Ocak 2023
512 s.
"Thomas Pynchon yalnızca yazdıklarıyla değil, münzevi yaşam tarzıyla da yirminci yüzyılın en büyük edebiyat figürlerinden. Paranoya, ırkçılık, kolonyalizm, komplo teorileri, eşzamanlılık ve entropi gibi çeşitli konularda verdiği postmodernist eserlerle edebiyat tarihini değiştirmekle kalmayıp kendinden sonra gelen yazarları da derinden etkilemiş bir kalem.
Pynchon’dan Vineland ise yazarın kariyerinde uzun bir aradan sonra 1990 yılında yayımlandı ve bu mizahi, sivri dilli siyasi romanın değeri ancak yıllar içinde tam olarak anlaşıldı.
Reagan Ekonomisi günleri, 1984 yılı, Kaliforniya. Zoyd Wheeler engelli maaşını almak için bu yıl da herkesin gözü önünde bir delilik yapmak zorundadır. Derken eski bir tanıdığı ortaya çıkar ve Zoyd, annesiyle hiç tanışmamış kızı Prairie’yle evinden kovulur. Tüm bu keşmekeşin kilit ismi olan eski eşi, militan sinemacı Frenesi Gates ise hâlâ kayıplardadır.
Thomas Pynchon’ın Vineland’i Devlet Baba’yla aşk nefret ilişkisi yaşayan radikallerin, ekonominin çarklarının ezdiği masumların, amansız ninjaların ve yaşarken ölenlerin romanı." (arka kapaktan)
Melda Yaman
Yaşamı Üretmek: Bütüncül Bir Feminist Teoriye Doğru
Dipnot Yayınları
Ocak 2023
344 s.
Bütüncül bir teori çerçevesinde toplumsal yeniden üretim anlayışı, mevcut krizi sadece ekonomik terimlerle değil toplumun tüm boyutlarıyla yeniden üretiminin genel bir krizi olarak anlamamızı sağlıyor. Bugün, toplumsal yeniden üretimin birer parçası olan ucuz ve doğal gıda, karşılanabilir ve uygun kiralık ev, kamusal kreş ve yaşlı bakım kurumları, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti, hijyenik ped ve çocuk bezi vb. talepler, feminist talepler olarak öne çıkıyor. Gelgelelim, bu talepler sınıf mücadelesinin de birer parçasını oluşturuyor. Feminist hareketle sınıf mücadelesini buluşturan bu taleplerle, toplumsal yeniden üretim için verilen mücadele, sermayeye karşı bir mücadele halini alıyor.
Melda Yaman, elinizdeki kitapta genel olarak kadın emeği ve toplumsal yeniden üretim perspektifini işliyor, özel olarak da Marksizm ile feminizm ilişkisine odaklanıyor. Marksizmin teorik kazanımlarını ataerki teorisine içererek, feminizmle Marksizm arasındaki yarığı kapatmaya yönelik bir adım daha atıyor. Bununla birlikte, Marx’ın teorisinin feminist argümanlarla, kapitalizm analizinin ataerkinin analiziyle birleştirilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Kadınların kurtuluşunun, sermayenin yanı sıra ataerkiye karşı verilecek bütüncül bir mücadeleyle olanaklı olduğunun altını çiziyor.
Toplumu anlamak, eleştirmek ve değiştirmek için bütüncül bir feminist kuram inşa etmeye yönelen kitap, alanında temel bir kaynak olma niteliğinde. (arka kapak)
Yazarın Yol Haritası:
The Paris Review Röportajlarından Anekdotlar, Fikirler ve Tavsiyeler
çev. Sevde Nacak
Timaş Yayınları
Ocak 2023
384 s.
1989’da The Paris Review, Yazarın Yol Haritası’nı yayımladı. Bu kitabın George Plimpton’ın en sevdiği kitaplardan biri olduğu söylenir. O edisyonun giriş kısmında Plimpton bu kitabı yayıma hazırlama sürecini “Yazarın Odası” röportajlarlarıyla “yeniden tanışma” olarak tanımlamıştı. Kitabın içeriği de o röportajlardan seçilmişti. Plimpton bazı kısımları elemenin ne kadar zor olduğunu hatırlıyordu: “Bazı başlıkların altındaki yığınlar gitgide büyüyordu. Bazen ben bile röportajın sıkıcı olmasını ve hiçbir ekleme yapmamayı istiyordum. Hiçbir zaman öyle olmadı.”
Review’ın şimdiki ekibi Yazarın Yol Haritası’nı yayıma tekrar hazırlama görevini üstlendiğinde, işleri iki kat zordu: George’un özenle hazırlanmış derlemesinin düzenini bozmadan iki yüz yeni röportajı daha (111. sayımızdan 224. sayımıza kadar) kitaba eklememiz gerekiyordu. Bir de, tabii ki, George’un problemiyle de hâlâ uğraşıyorduk –yığınlar büyüyordu, hiçbir şeyi çıkaramıyorduk. Şimdi farkediyorum ki bu kitabın gerçeği asla gerçekten bitmiş olamayacağıdır. Basılıp yayımlandığında bile, okur onu elinde tutup yöntem ve tavsiyeler bulmak üzere sayfaları çevirirken bile asla gerçekten bitmiş olmayacak. Yazarın Yol Haritası hâlâ devam eden bir çalışma. Neden? Çünkü her geçen gün yeni bir yazar eline kalemi (ya da laptop’u veya henüz icat edilmemiş bir cihazı) alıp kendilerini edebî bir eser yaratırken buluyorlar.
Okurumuz Yazarın Yol Haritası’nın amacı ne diye sorabilir. Review’ın bugüne kadarki bütün sayılarını bir rafa koysak yaklaşık üç buçuk metre olur (otuz yıl kadar önce, George bu sayının yedi metre olacağını söylemişti ama bunu tamamen uydurmuştu). O üç buçuk metre neredeyse dört yüz adet “Yazarın Odası” röportajını kapsıyor –kurmaca, kurmaca dışı eserler, şiir, çeviri, anı, komedi, yayıma hazırlama, çizgi roman, biyografi, senaryo ve oyun yazma sanatları üzerine dört yüz röportaj. Bir okur yazarların eserlerine nasıl isim bulduğunu, eserlerini nasıl düzelttiğini ya da yazamadıkları zaman ne yaptıklarını öğrenmek isterse, çok zor bir işe girişmesi gerekir. Bu kitap tüm bu soruları ve daha fazlasını temalarına uygun başlıklara ayırıp her türlü yazarın görüşlerinden, gözlemlerinden ve tavsiyelerinden örnekleri bir araya getiriyor.
Bu derleme bize yazma sürecini anlatıyor; tercih edilen yöntemden (Norman Rush aynı anda üç daktilo kullanıyor) ilk çabalara (Mary McCarthy, Edmund Wilson tarafından bir odaya kapatılmıştı) ve iş alışkanlıklarına kadar (William Gibson, Manuel Puig ve Elizabeth Spencer için öğlen uyumak çok önemli). Bu kitap bize teknik meselelerden bahsediyor: tarzın “saçma sapan düzyazıya” karşı bir mücadele olarak kullanılması (Francine du Plessix Gray), “hiçbir plan yapmadan” başlamak (Haruki Murakami), cinsellik içeren sahnelerinin hiç çekici olmayışı (Toni Morrison) ve karakterlerin “kürek mahkûmu” olması (Vladimir Nabokov). Biçimin çeşitliliğini anlatıyor: bir kısa hikâye, mesela, lirik şiirdir aslında (Frank O’Connor), bir adadır (Walter Mosley), gerçeğin bir patlamasıdır (William Trevor), sinsidir (Joy Williams). Ve bir yazarın hayatını etkileyen meseleleri ele alıyor; camia (May Sarton: “Yazarları sevmem”), ekonomik güvence (Blaise Cendrars: “İşin ve düzgün bir kazancın canı cehenneme”), politika (Günter Grass: “Edebiyatın etkileyebileceği değişiklikleri ölçmek mümkün değildir”), feminizm (Helen Vendler: “Bence aklın cinsiyeti yok”), ırk ve etnik köken (Dany Laferrière: “Beni ten rengime göre okumak beni yanlış okumaktır”).
Okur Yazarın Yol Haritası’nda çok çeşitli görüşlerin olmasının bir ideal yazar kavramı oluşturmayı güçleştirdiğini düşünebilir. Bu kitabın amacı da tam olarak bu. “Yazarın Odası” röportajlarının bize gösterdiği bir şey varsa o da sadece bir yazma biçiminin, bir konuya yaklaşmanın sadece bir yolunun, hayal etme ve tasarlamanın sadece bir şeklinin olmadığıdır. Öyle olsaydı ne bu röportajlara ne bu kitaba (ya da herhangi bir kitaba) ne de The Paris Review’a gerek olurdu. Robert Graves, “Kusursuz şiir yoktur,” diyor. “Öyle bir şiir yazılsa, dünya sona ererdi.” Kusurlu, beklenmedik ve harika eserler ortaya koymak yazarın (ve tabii aynı zamanda Review’un) görevidir. “Asla istediğiniz kitaba erişemezsiniz, olan kitapla yetinirsiniz,” diye açıklıyor bunu James Baldwin. Bu iki kapağın arasındaki bilgelik ve tavsiyeler sınırsız ve öyle olması gerektiği için, bitmemiş bir kitap. Başka nasıl olabilirdi ki? Edward Albee’nin bize dediği gibi, “Yapılacak işler ve keşfedilecek şeyler var.”
(Nicole Rudick, Önsöz)
Mine Gencel Bek
Yüküm Yok
Doruk Yayınları
Aralık 2022
88 s.
“Sanki eski zamanlara gidiyorlardı özellikle Hasret şarkısını dinlerken, belki aslında gerçekte hiç olmayan; ama hayallerinde olan zamanlara, yerlere.”
“Hayatta her şey böyle. Kendi bedenimiz de ruhumuz da. Her şey değişir.”
İhraç adlı yarı-otobiyografik öykü ile başlayan kitap, okuru birbirinden farklı coğrafyalarda başka meselelere, hallere sürüklüyor: Sınıf, sürgünlük, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, hayvan sevgisi, annelik, aşk, kadın olmak, yaşlanma, dostluk gibi temaları işleyen Yüküm Yok öykülerinin ortak noktası, kadın karakterlerin var olan sınırları aşmaya çalışması. (arka kapaktan)
•