Ahmet Altan’ı okumak bende hep kendini bir akarsunun kollarına bırakıp yüzme duygusu uyandırır. Kâh hızlanan kâh yavaşlayan bir ritme sahiptir bu akıntı ama sizi hep doğal bir akışta taşır...
24 Şubat 2017 19:53
“İsmini bile bilmediğim bir sokakta hayatın anlamlı gözüken nesi varsa hepsinden vazgeçmiştim ve birden sınırları olmayan bir özgürlüğün içinde sanki eriyip hayatın pençesinden kurtulmuştum.”
Böyle diyor Ahmet Altan, daha önce kitaplara girmemiş denemelerini bir araya getiren Yabani Manolyalar’da… Bu kez karşımızda her zamankinden daha dingin, hayata her zamankinden daha bilge bakan bir Ahmet Altan var. Satırlarının arasından onun o delifişek ruhunu yine hissediyor olsanız da, bu kez artık o yerinde duramayan ‘delikanlı’yla barış yapmış olduğunu da fark ediyorsunuz. Bu aslında bir erkeğin çocukluğundan başlayarak tüm dönemleriyle artık hesaplaşmalarını tamamlayıp, hepsini büyük bir dinginlikle kabul etmesi anlamına geliyor. Ahmet Altan, bulunduğu yerden geriye dönüp bakıyor ve artık ‘hayatın pençesinden kurtulmuş’ hâliyle yaşamı bambaşka bir gözle görüp değerlendiriyor.
Altan için hep söylenen bir tanımlama vardır, artık onun ismiyle birlikte anılagelen; “kadınları en iyi anlatan yazar!” Yabani Manolyalar’da da yine kadınların ‘sırlarla’ dolu dünyasına adım atıyor ama bu kitap asıl olarak erkekler ve onların dolambaçlı ruhları arasında geziniyor. Kâh uğruna şiirler yazdığı eşi Elsa’nın ölümünün ardından, onun tarafından defalarca aldatıldığını öğrenen dev şair Aragon’un dramına kâh Closer filmindeki iki farklı tipteki erkek kahraman üzerinden, ihanete uğrayan erkeklerin ruh kırılganlığına dokunuyor. Kâh iki ‘deli’ dâhi sinemacı Jack Nicholson ile Roman Polanski’nin tuhaf arkadaşlıklarına kâh The Pursuit of Happiness adıyla hayat hikâyesi sinemaya da uyarlanan Chris Gardner’ın müthiş azim öyküsüne uzanıyor. Seneca’dan Troya Destanı’nın kahramanlarına dek tarihî kişilikler arasında dolaşıyor. Yenilgiler kadar insanoğlunun yalnızca kendi azmi ve hayal gücüyle yaşama ve ölüme kafa tutarak başardığı büyük yaratıcılık ve kahramanlık öykülerinden bahsediyor. Ve her seferinde de erkek ruhunun sırlarını bir çiçek dürbününü çevirir misali farklı açılardan önümüze seriyor. Kadınlar ise bazen gizemleri bazen de ‘korkutucu’ güçleriyle bu erkek dünyasının her daim bir parçasında yer alıyor.
İster hayatındaki kadınla olan ilişkisinde ister savaş meydanında, ister hayatını kazanma yolunda isterse de dostları ve ‘düşmanlarıyla’ olan ilişkilerinde, ‘güç’ isteği erkeğin kalbinin atmasına sebep olan ana neden olarak gelip tüm bu anlatılanların merkezine konuveriyor. Erkek ruhunun bir kor gibi yanmasına neden olan o delifişek tutkuların kaynağındaki ‘güç’ arzusunu, tüm çıplaklığıyla duyumsuyorsunuz Altan’ın satırlarını okurken.
Ahmet Altan’ı okumak bende hep kendini bir akarsunun kollarına bırakıp yüzme duygusu uyandırır. Kâh hızlanan kâh yavaşlayan bir ritme sahiptir bu akıntı ama sizi hep doğal bir akışta taşır. Kendinizi onun ritmine bırakır ve birlikte akarsınız. Bu kez her zamankinden daha dingin bir akışa sahip Altan’ın kelimelerden oluşan nehri. Bir bilgenin telaşsız derinliğiyle sizi hayatın farklı duraklarında dolaştırıyor.
“Kocaman bir kedi gibi yatıyorum bazen gecenin içine” dediğinde, siz de aynı ılık karanlığın içinde yatma hâline geçiveriyorsunuz. Yaşamın anlamını, başına her ne felaket gelirse gelsin sükûnetle karşılamakta gören Seneca misali, belli ki artık o da hayata farklı bir yerden bakıyor. Onca aranan mutluluğu, yaşamın içinde amaçsızca kaybolmakta buluyor. Bu bazen gerçekten fiziksel bir kaybolma oluyor, bazen de kendini bir ânın içinde kaybedebilmek hâli... Yeniden anımsatmak gerekirse, “İsmini bile bilmediğim bir sokakta hayatın anlamı gözüken nesi varsa hepsinden vazgeçmiştim ve birden sınırları olmayan bir özgürlüğün içinde sanki eriyip hayatın pençesinden kurtulmuştum.”
Peki, aşk yok mu? Hayatı anlamlandıran gerçeğin ölümün varlığı olması gibi, her ikisinin kilit taşı olarak da aşkı sürüyor öne Altan. Ölüm kadar yaşama korkusunun da üstesinden gelebilmek için aşkın gerçek mânâsını fısıldıyor bize. “Birini böyle sevebilmek, ölüm korkusundan kurtulmak ancak kendinden vazgeçerek, kendine duyduğun tüm sevgiyi bir başkasına aktararak olabilir.” Aşkı, Tanrı tarafından bize verilen en büyük lütuf gibi gösterse de, cenneti bir anda cehenneme çevirmeye yetecek tehlike konusunda bizi uyarmayı da ihmal etmiyor.
“Tanrı’nın en tehlikeli mucizesi. Bir insanın bir insanı sevmesi. İmkânsız görünen bir gerçek. Ama bir mucizeyi taşımak o kadar kolay değil. Tanrı’nın bu mucizesiyle ödüllendirilenler, bir zaman sonra her işaretiyle ‘ben sizi farklı yarattım’ diyen Tanrı’nın buyruğuna isyankâr olurlar, sevdiklerini kendilerine benzetmeye uğraşırlar. Kendine benzemeyeni anlayamaz çünkü insan… Ve sevdiğin zaman anlamak istersin. Ne düşünüyor, ne hissediyor… Onu kaybetmek korkusu ölüm korkusundan da ağırsa eğer kendini ölümden korumaya çalıştığın gibi onu kaybetmekten de korumaya çalışırsın. Her duygu kıpırtısının peşine düşersin. Rüyalarını bile merak edersin. Ama insan insana sırdır. Kimse kimseye benzemez çünkü. Tanrı ‘Benzemeyin,’ buyurdu.”
Altan’ın zamanın içinde bir an durup yaşamın özüne varması misali, siz de bu sözü ruhunuzda tınlayana dek özümsemeye çalışıyorsunuz; “İnsan insana sırdır!” Bu sırra vakıf olmanın tek yolu ise telaşsız bir şekilde yaşamın içinde akmaktır belki de… “Zebraların çizgilerini bile birbirinden farklı çizen Tanrı, rüzgâr olmanızı, su olmanızı, dağlardan, tepelerden, vadilerden aşmanızı istiyor. Sana benzemeyene akacaksın.”
“Kocaman bir kedi gibi yatıyorum bazen gecenin içine” diyor Ahmet Altan, hiç olmadığı kadar dingin, hiç olmadığı kadar hayatla ve kendiyle barışık. Ama bu noktaya gelmenin hiç de kolay olmadığını da seziyorsunuz. Yabani Manolyalar’ı okudukça bu denemelerin çok kişisel bir yolculuğu da anlattığını görüyorsunuz. Altan birkaç rolde birden aynı anda yer alıyor. Farklı erkek hikâyeleri anlatarak onların ruhlarını bize soyan tarafsız bir anlatıcı, artık hayatı özümseyip onunla barıştığı için olayları daha farklı bir bilinçle yorumlayıp gösteren bir bilge ve tüm bunların ortasında asıl olarak çocukluğundan bu yana kendi kendisiyle olan dertlerini ilmek ilmek çözüp onunla barışmaya soyunan bir erkek. Altan, belki de hiç olmadığı kadar çıplak bir hâliyle beliriyor bu denemelerinde ve artık hayatın akıntısına karşı kürek çekmek yerine onunla birlikte nasıl yan yana huzurla yürümeye başladığını anlatıyor aslında.
Kitabın sonuna gelindiğindeyse bu anlatıların onun için neden bu kadar kişisel olduğunu, yaşamın özel bir eşiğinden geçmesine asıl neyin neden olduğunu keşfediyorsunuz. Babasını kaybeden bir erkeğin o en özel hâlini anlatıyor bize Altan. Hayatta başınıza ne gelirse gelsin, sizi güçlü bir erkek kılan en önemli unsurlardan birinin size onurlu bir şekilde yaşamayı öğreten, güçlü ama aynı zamanda da sevgi dolu bir baba olduğunu görüyorsunuz. Bir erkeğin bu hayatta kurduğu en önemli ilişkinin babasıyla kurduğu ilişki olduğunu ve onun ölümünün kendi hayatıyla nasıl bir muhasebeye ve ödeşmeye neden olduğunu izliyorsunuz. Kuşkusuz kitabın en yoğun duygulu bölümünü Ahmet Altan’ın babası Çetin Altan’ın ölümünün ardından kaleme aldığı bu yazı oluşturuyor. İkisinin arasında kurulan özel baba-oğul ilişkisinin yanı sıra içlerinden Orhan Pamuk’un da geçtiği irili ufaklı pek çok anekdotla da karşılaşıyorsunuz. Ama asıl olarak siz de aynı Altan’ın geriye dönüp kendi hayatıyla bir muhakemeye girmesi misali, bu bölümü okumanın ardından, o âna dek tüm okuduklarınızı bir de şimdi bu farklı ışıkla, babasını kaybetmiş bir erkeğin bilinç durumuyla değerlendiriyorsunuz.
Ahmet Altan’ın yazılarında hep bir parça hüzün ama bir o kadar da yaşamın doğmasına neden olan ‘erotik’ güçte bir umut duygusu vardır. Yazar bu kez de hayatı her hâliyle kabul ediyor. Ölümler ve kayıplar kadar aşklar ve yaşadığımızı duyumsatan şehvet dolu hazlardan da, ânın ötesine geçmemize neden ‘sevişmeler’den ve insanoğluna ölümsüzlüğü bahşeden yaratıcılık gücünden de bahsediyor. Aslında hemen her satırda aynı şeyi fısıldıyor bize, yaşamın sırrını keşfetmiş o bilgelik hâliyle, yaşamla ve kendimizle barışmanın getirdiği huzur hâlinin kıymetini… “Ama bir yanımızla da, böyle bir bahar ılıklığının taze süt gibi kabarıp bizi yabani manolyalarıyla, tatlı akasya çiçeği kokularıyla, yeşil çimenlikleri, cömert aydınlığıyla sardığı bir anda sadece var olabilmenin, yaşamanın tadını ve anlamını kavrarız.”
“Kocaman bir kedi gibi yatıyorum bazen gecenin içine” diyor Ahmet Altan. Ben de onu okurken o dingin kalemiyle yazdığı satırlardan oluşan, o usul usul akan nehirde yüzmeyi sürdürüyorum. Tam anlamıyla kendimi akışa bırakmanın hazzını yaşayarak… Sonra şu satırlara rastlayıp duruyorum. Çünkü düşünmemek mümkün değil… “Bana bu kadar güzel bir ânı bağışlayan ‘kader tanrıçası’ acaba benim için nasıl planlar yapıyordu? Neler verip, neler alacaktı? Bunları ne zaman yapacaktı? Bana verilenleri sükûnetle kabul edip, benden alınanlara gülümseyebilecek miydim?”