"Peki, neden bu insanlar astlarına karşı aslan kesilip üstlerine karşı süt dökmüş kişi olurlar? Hayatla bağını sadece güçle kuran, ondan taltif aldığı zaman mutlu olan, muktedirin emrettiğini sorgusuz sualsiz şiddete varan arzuyla yapan bir kişinin motivasyonu nedir? Biat ettiği güçle hemhal olmak mı, o gücü temsil etmek mi, gücü ele geçirmek mi?"
14 Temmuz 2020 15:43
Bazı anları ve bu anlardan yola çıkarak o dönemi kapsayan olayları, bıraktığı etkiyi, duyguyu ve arka planında çalışan düşüncenin niyetini temsil eden şeyler vardır. Bunlar bazen bir fotoğraf, bazen bir söz, bazen de bir nesne olur. Etkileri o kadar güçlüdür ki, görüldüğü, duyulduğu zaman zihin hemen o âna gider ve hafızasındakileri duygularıyla birlikte şimdiye taşır.
Hayatımızda böyle çok sembol var; çoğu da kötü vakaları temsil eder ki, saymaya kalksak bir yandan ne kadar yorulduğumuz da ortaya çıkar. Dönemin kodlarıdır bunlar ve bir kelime bile söylemeye gerek bırakmadan her şeyi izah ederler. Bazılarının üstü zamanın akıcılığında toz tutarken, bazıları tekrar tekrar hatırlanır, çünkü onu anımsatacak bir vesile olmuştur.
Soma katliamı hepimizin aklındadır. Bu katliamla ilgili birçok görüntü varken, bir tanesi hemen öne çıkar. Yerdeki işçiye tekme atan ve görevi Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcılığı olan kişinin çeşitli açılardan çekilen fotoğrafıdır bu. Yüzündeki ifade hınç, nefret ve acımazlık doludur: Harcıalem tabirle o yüze dönemin ruhu sinmiştir.
Fotoğrafın aktörü daha sonraları eyleminden dolayı özür dilese (bununla ilgili tartışmalar oldu son zamanda ve Ümit Kıvanç gazeteduvar’da “Zalimlik, şuursuzluk, affetme” başlığı altında konuyu üç cepheden ele alan kapsamlı bir yazı yazdı) bile, artık o fotoğraf anonimleşmiş, kamunun hafızasına mal olmuş kötülüğün temsilidir “göstergebilim”e göre. Nasıl ki bir çeşit deniz mahlukatı olan Leviathan’ı azgın bir devlet, tilkiyi fabllardan ötürü kurnaz, Erol Taş’ı canlandırdığı rollerden ötürü kötülük timsali olarak kodladıysak…
Bu sembol fotoğraf –haklı olarak– katliamın yıldönümlerinde ortaya çıkar. Ama bazen de yıl ortasında, sürpriz yapan bir at gibi öne fırlayarak kendini gösterir.
Geçtiğimiz günlerde bu sürprizi yaşadık ve o sahneler yeniden hatırlandı. Sebebi ise o tekmeyi atan kişinin ABD'de beyaz bir polis tarafından öldürülen siyah bir adam ve sonrasında gelişen olaylar hakkında tespitte bulunduğu bir Twitter mesajıydı.
Şöyle diyordu:
“ABD’deki protestoların bu kadar büyümesinin altında galiba Floyd’un öldürülme olgusunun etrafında aşikâr hale gelen, H. Arendt’ın ifadesiyle ‘kötülüğün sıradanlığı’ olgusu yatıyor. Sıradan beyaz bir polisin korkunç bir şeyi ‘her zamanki iş’ gibi yapıyor olması bardağı taşırdı.”
Bu mesajı okuduğum zaman biraz durdum, ifadesine atıfta bulunduğu kişiyi ve onun bu ifadesinin cisimleşmiş hali olan kitabını okudu mu diye? Yoksa bu ifadeyi mesajına iyi yakıştığını düşündüğü için mi kullandı? Eğer biliyorsa ve kitabı okuduysa, oradaki “Landsknechtstanur” (bisiklet sürücüsü) tabirini de mutlaka görmüştür diye düşündüm.
Bisiklet sürücüsü, Arendt'in kitabında Propst Gruber’in Adolf Eichmann’ı tanımlamak için kullandığı bir tabir olarak geçer.
“... Landsknechtsnatur, ‘bisiklet sürücüsüydü’ (Almanca’da hâlâ kullanılan bu tabir, üstlerine el pençe divan olup astları yanında aslan kesilen kişileri anlatıyordu).” (Arendt, Gruber’in bu tespitine katılmaz.)
(Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı, çev. Özge Çelik, Metis Yayınları, 2012, s. 138.)
Cümlede geçen ast tanımı benim için önemlidir ve tasvirini biraz açarak çevresini yeniden çizmek gerekiyor. Çünkü genellikle ast-üst (emir-komuta) yapısının geçerli olduğu bir organizasyonda (kurum vb.) hiyerarşik bir konum olarak algılanır ilk olarak.
Ama “ast”ın yazılı olarak tarif edilmeyen ve çoğunlukla uygulamalarda gördüğümüz geniş bir kapsamı vardır: Hiyerarşik olarak tanımlanan düzenin dışında olanlar da çoğunlukla o düzenin astı olarak görülür. Yahudiler Eichmann için asttı. Kendi egosunu ve varlığını göstermek için sokaktaki vatandaşa tokat atan polis için o kişi asttır. Veya bir telefon konuşmasına şahit olduğumuz ünlü bir müteahhidin bizlere savurduğu küfrün sebebi bizleri ast, kendini üst olarak görmesidir. Buradaki üstlük eylemi de çoğunlukla asta karşı hissedilen şiddetli bir hıncın göstergesi olarak tezahür eder.
Genelden özele uzanan yelpazede bu örnekleri çoğaltabiliriz...
Semiyoloji için önemli bir belge olan o fotoğrafta da böyle bir tavır vardır. Hatta bu durum fizikî olarak da üstte olmayı içerir, çünkü işçi yerde, tekme atandan aşağı durumdadır. Yani eylem üstündeki bir “Landsknechtstanur”u görürüz.
Peki, neden bu insanlar astlarına karşı aslan kesilip üstlerine karşı süt dökmüş kişi olurlar?
Hayatla bağını sadece güçle kuran, ondan taltif aldığı zaman mutlu olan, muktedirin emrettiğini sorgusuz sualsiz şiddete varan arzuyla yapan bir kişinin motivasyonu nedir? Biat ettiği güçle hemhal olmak mı, o gücü temsil etmek mi, gücü ele geçirmek mi? Muhtelif cevaplar duyabiliriz bu soruya karşı ama cevaptan ziyade peşine düşülen güç önemlidir... Zira örnek alınan güç bilgeliğin, doğruyu yapmanın veya doğruyu yapma çabası içinde olmanın getirdiği hürmet edilen güç değil, yaptıran, eyleyen, ezen, had bildiren, korku salan ve karşısına çıkanı yok eden bir zorbalıktır.
Zorbalık sisteminde güçlü olmayı hissetmenin en kolay yolu da üstteki kudretli olanı alt etmek değil, kendine ast yaratmaktır.
.....................................
Çocukken bazı arkadaşlarım ileride asker olmak istediklerini söylerdi. Silah, üniforma ebeveynleri tarafından onaylanan oyuncaklakrdı ve çocukluk bakış açısıyla büyüdükleri zaman da bu oyunun içinde olmak istiyorlardı. Lise zamanında ise asker olmak isteyenlerin bazıları kariyer planını değiştirip polis olmaya doğru çevirmişti dümenlerini. Ama özellikle de vurguluyorlardı: “Sivil polis!”
Neden sivil polis olmak? Biraz konuşunca bu isteklerinin altında diğerlerine korku salma hevesinin yattığını fark ettim. (O dönemlerde polisin kamu üzerindeki etkisini referans alıyordu. O zamanları bir sembolle hatırlayacak olursak, daha sonraları polislerin yetkilerini kısıtlayan CMUK değişikliğine karşı polisler tarafından atılan “kahrolsun insan hakları” sloganı birçok şeyi özetler.) Ama bir üniformalı gibi kendini fâş eden bir halde değil! O zaman bir cazibesi kalmıyordu. Sivil, yani gizlenerek diğerine tahakküm kuracak, diğeri “sen kimsin?” diye sorunca da saklı olan sürprizini ortaya çıkarma hazzını yaşayacaktı: Önce kimlik, sonra ceket altından silah gösterilecek... karşısındaki de ona biat edecek.
“Posta koyulan değil, posta koyan olacağım hayatta!” demişti, yaz tatilinde büyük bir matbaanın mücellithanesinde birlikte çalıştığım arkadaşım, sivil polis olunca neler yapacağını anlatırken.
“Cumartesi öğleden sonraları da bizi çalıştırıp fazla mesai vermeyen patrona posta koyalım” dedim.
“O zaman kovuluruz oğlum” dedi...
Dediği doğru çıktı, ben kovuldum, o kaldı. Ama posta koyan olma tanımı aklımda kalmıştı. Hakkını vermeyen patrona posta koyamıyorsa kime koyacaktı? Aslında izah etmişti; güçlüye değil, güçsüze karşı koyacaktı. Sivil polis olarak da kendine göre büyük bir ast kitlesi yaratmak istiyordu...
Bu ilişki denklemi içinde kaybolan ise dürüstlük oluyordu; ki bu hemen gözden çıkarılabilen, üzerine düşünmeye bile değmeyen, şimdinin popüler tabiriyle “sıkıntı veren” bir durum olmuştu o zamanlarda da...
.....................................
Bu sürekli (ve her seferinde keskinleşen bir halde) yinelenen yukarıdakiler-aşağıdakiler oyununda, (aşağıdaki yukarıya çıkmak ister, ama şikâyet ettiği alt-üst yapısını bozmak için değil, üsttekinin davranışını taklit etmek için. Yukarıdaki de aşağıdan gelene tekme atar, konumunu korumak için) oyunu bozmaya gücü yetmese bile tarafların ağız tadını kaçıran tek şey vardır, o da doğruyu söylemektir.
Foucault (1983’te, Berkeley’deki California Üniversitesi’nde verdiği dersin bant kayıtlarından derlenen) Doğruyu Söylemek kitabının girişinde etimolojik olarak bu eylemde bulunan kişiyi şöyle izah eder:
“Parrhesia İngilizceye genellikle “free speech” (özgür konuşmak) (Fransızcaya franc-parler[açıksözlülük], Almancaya da Freimuthigkeit [açıksözlülük]) şeklinde çevrilir. Parrhesiazomai ya da parrhesiazesthai, parrhesia kullanmak anlamına gelir. Parrhesiastes ise parrhesia kullanan, yani hakikati söyleyen kişiyi tarif eder.”
(Michel Foucault, Doğruyu Söylemek, çev. Kerem Eksen, Ayrıntı Yayınları, 2012, s. 10.)
Her hakikati söyleyen parrhesiastes olamaz çünkü sözlerin içeriği, söylenme biçimi ve netlik karşımıza çıkar tanım açıldıkça.
“Parrhesia kullanan kişi, yani parrhesiastes, aklındaki her şeyi söyleyen kişidir: Hiçbir şeyi saklamaz, kalbini ve zihnini konuşma yoluyla başkalarına açar.” (s. 10)
“… parrhesia’da konuşmacı söylediği şeyin kendi fikri olduğunu kesin ve açık bir şekilde belirtir. Ve bunu düşündüklerini gizleyecek herhangi bir retorik biçim kullanmadan yapar.” (s. 10-11)
Sonraki aşamada hakikatin tanımı önem kazanıyor. “Ben” çağının getirdiği, “hayatın merkezi benim ve gerçek benim gördüğümdür” bakışından arındırmak için: Söylediğim şey benim yaşadığım hayata göre mi gerçek, yoksa benim dışımda da hayatı oluşturan olguların işaret ettiği duruma göre mi?
Geçenlerde bu durumun bir örneğine şahit olmuştuk: Döneminin popüler bir şarkıcısı 15 milyon liralık gayri menkulünün yanında bankada 450 bin lirası olduğunu, salgın yüzünden kira almadığını ve bankadaki parayla dört ay idare edebileceğini söylemişti. Yani yokluğa düşeceğinden bahsediyordu. İzah ettiği bu durum kendisi için gerçek olabilir ama açlık sınırı 2 bin 492 lira olan bir ülkede, asgari ücretle (2 bin 234) çalışan milyonların olduğu bir hayata göre hakikat değil. Ki zaten şarkıcı hakikatin sadece kendi açlık sınırıyla ilgili olduğunu beyan etmişti. “Benim demek istediğimi çok parası olan, 50-60 milyon cirosu olan anlar. Parası olmayan ne demek istediğimi anlamaz!”
“Peki, parrhesiastes doğru olduğunu düşündüğü şeyi mi söyler yoksa gerçekten doğru olan şeyi mi? Bence parrhesiastes doğru olan şeyi söyler, zira o şeyin doğru olduğunu bilir ve o şeyin doğru olduğunu bilmesi, o şeyin gerçekten de doğru olmasından kaynaklanır. Parrhesiastes sadece dürüst olmakla ve düşüncesinin ne olduğunu söylemekle kalmaz, aynı zamanda onun düşüncesi hakikattir. O doğru olduğunu bildiği şeyi söyler.” (s. 12)
Nihayetinde en önemli durum devreye girer: Söyleyenin hakikati dile getirdiği zamanki konumu.
“Bir insan ancak hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda parrhesia kullanıyor sayılır ve parrhesiastes olarak kabul görmeyi hak eder.
Örneğin Yunanlar açısından bakarsak, bir gramer öğretmeni ders verdiği öğrencilere hakikati söyleyebilir ve bunu yaparken de öğrettiklerinin doğru olduğu konusunda şüphe duymaz. Ancak inanç ile hakikat arasındaki bu örtüşmeye rağmen bir parrhesiastes değildir o. Öte yandan bir filozof bir hükümdara, bir tirana hitap etse ve ona tiranlığının rahatsız edici ve nahoş olduğunu, zira tiranlığın adaletle bağdaşmadığını söylese, filozof hakikati söylemiş olur, hakikati söylediğine inanır, buna ilaveten bir de risk alır (çünkü tiran ona karşı öfkelenebilir, onu cezalandırabilir, onu sürgüne gönderebilir, onu öldürebilir).” (s. 13-14)
“Parrliesiastes daima hitap ettiği kimseden daha güçsüz konumdadır. Parrhesia bir anlamda ‘aşağıdan’ gelip ‘yukarı’ yönelir. Bu nedenle bir Yunan, bir çocuğu eleştiren bir öğretmen ya da bir babanın parrhesia kullandığını söylemeyecektir. Ancak bir filozof bir tiranı eleştirdiğinde, bir vatandaş çoğunluğu eleştirdiğinde ya da bir öğrenci öğretmenini eleştirdiğinde parrhesia kullanılmış olabilir.” (s. 15)
.....................................
Bir öğrenci ödevini yapmadığı zaman bahane uydurur, bir çalışan işe geç gittiği zaman patronuna ya da amirine yalan uydurur. Danışman ekibinde olduğu siyasetçiye “yaptıklarının doğru olduğu” yalanını söyler. Nedeni korkaklık mıdır? İşten kovulmak, öğretmenden zayıf not almak veya siyasetçi tarafından aforoz edilmek mi?
Ya da soruyu şöyle sormak gerekir belki de: “Diğerine sahtekârlık yapan bir kişi kendisine sahtekârlık yapılmasını ister mi?” Herkes bu cevaba hayır der ama eğer ilişkiler ast-üst yapısına bağlı bir güç ilişkisiyse tabii ki ister. Dipteki arzusu (her ne kadar buna şiddetle karşı çıksa bile) kendisine karşı yalan söylenen konumdaki kişi olmaktır.
Yani temsil ettiği güç karşısında, altındakinin ona gerçeği söylemek yerine yalan uydurma halini görmek, otoritesinin sağlamasını yapmak ister. Bu tür ilişkide hakikatin olmasını istemez.
Çünkü hakikat devreye girdiği zaman bunu söyleyen kişiyle söylenen kişi -aralarında dünya kadar hiyerarşik katman olsa bile- eşit hale gelirler: Eleştiri konumları eşitler.
“... parrhesia’nın işlevi bir başkasına hakikati ispat etmek değil, eleştiri sunmaktır.” (s. 15)
Güç ilişkisinde tarafların varlıklarını idrak etmek için eşitliğe değil, hiyerarşiye ihtiyaçları vardır. Bu görünmez uzlaşma, yukarıya doğru konuşan kişilerin neden az olduğu sorusunun cevabıdır biraz da...
.....................................
Sermayeye dayalı ekonomik sistem geçerli olmaya başladığı andan itibaren devreye giren zenginlik ve yoksulluk tanımı genel bir ast-üst ilişkisini yarattı toplum içinde. (Bazı toplumlara buna diğer sosyal katmanlar [kast], soyluluk vb. eklenebilir.)
Üç dört sene önce John Berger’in “Küresel Hapishane” makalesi üzerine konuşurken, konu biraz da serbest çağrışımla, kapitalizmin saldığı korkulardan nasıl arınılacağı üzerine gelmişti. Bir öğrenci düzeni bozmak yerine sistemin kurtuluş vaat ettiği şartları yerine getirmenin -yani zengin olmanın- bütün sorunları halledebileceğini ve hatta klasikleşmiş olan tartışmanın neticesi olarak da paranın tabii ki mutluluk getireceğini hararetle savunmaya başladı. Bunu herkes yapamazdı; doğal seleksiyon nasıl varsa, ekonomik seleksiyon da vardı görüşüne göre. Ve bunu bir tartışmada üstün çıkma tavrıyla değil, bu görüşe canı gönülden inandığı için yapıyordu.
Söylediği bazı noktalara herkes hak verirdi, çünkü içinde bulunduğumuz sistemde paran varsa sağlık hizmetleri senin için seferber olur, eğitim işi kolaydır, işsiz-evsiz kalma korkusu yaşamazsın vb. Yani kapitalist sistemin korku olarak sunduğu şeylerden kapitale sahip olarak kurtulursun…
Sonra (hayalinde sahip olduğu) parayla yapacaklarını anlatmaya başladı, birkaç öğrencinin ona sorduğu sorulara cevaben. Ama planı zenginlerin yaptıklarının aynısıydı. Çok lüks arabalar alacak, özel uçağı olacak, şahane evlerde yaşayacak, güvenliğini özel korumalar tutarak sağlayacak vb... Ve tabii ki yoksul insanlara yardım da edecekti! Yardım etmek için üste çıkmayı bekliyordu.
Kısacası parası olmasına rağmen farklı bir şey yapmayı düşünmüyordu. Kapitalizm tektipleştirirdi…
“Peki, bilgi?” dedim. “Sahip olduğun parayı aynı zamanda bilgi edinmek için kullanacak mısın? Yani mali sermayeni zihinsel sermayeni geliştirmek için kullanacak mısın? Örneğin yeni diller öğrenmek için zaman ayıracak mısın? Ya da iyi bir kitaplığın olacak mı? Hobin varsa onu ilerletmek için paranı kullanacak mısın? Paranı getirdiği ferahlıkla ilgi alanlarını ve bilgini genişletecek misin?” diye sordum.
Sorgulamak için değil, genç bir insanın hayatında ulaşmak istediği tek amaç olarak gördüğü paraya (güce) kavuştuğu zaman ne yapacağını ve kendisini nasıl ifade edeceğini merak ettiğim için sormuştum bu soruyu.
Cevabı genel olarak bilgi ile kurulan ilişkiyi özetlemişti: “Param olduğu zaman bilgiye ihtiyacım olmayacak.”
İçinde doğup büyüdüğü sistemin yapısına vâkıftı, çünkü zengin olduğu zaman cahil olması önemsenmeden itibar göreceğini, paranın ona kendiliğinden ast yaratacağını göz önündeki örneklerden biliyordu.
Paranın toplum içinde getireceği güç ona göre mutluluk demekti. Yukarıya doğru konuşmasına gerek kalmayacak, aşağıdaki kendisini eleştirmeyecek, yani her iki durumda da varlığı tehlikede olmayacaktı.
Ama bu yarışta mutlaka daha güçlü olan vardır. Telefonda bir başka gücün karşısında yediği azar yüzünden ağlayan milyardere de şahit olmuştuk.
Adorno’nun Minima Moralia’da yazdığı ve slogan haline gelmiş cümlesini hatırlamakta fayda var: “Yanlış hayat doğru yaşanmaz.”
.....................................
“... parrhesiastes öncelikle kendisiyle özgül bir ilişki kurmayı seçmiştir: Kendisine karşı sahtekârlık yapan bir canlı varlık değil, bir hakikat anlatıcısı olmayı kendisi için daha uygun görmüştür.” (s. 14)
Duyduğum, okuduğum kadarıyla çoğu kişi bu dönem kendisine döndü; kendini anlamaya, duygularını deşifre etmeye, yüzleşmeye mesai harcadı... Ama bu yüzleşme kişinin kendisini eleştirmeyi de kapsıyor muydu? Yani kendine karşı hakikati söylüyor muydu? Bilmiyorum...
Hayatla ast-üst ilişkisi yerine eşit bir ilişki kurmak istiyorsak, hakikati söylemeye kendimizle başlayabiliriz galiba.
Ama...
Övgü ve “kendini şımartma” ne iyi geliyor değil mi insana?
.....................................
Dipnot: Yukarıya doğru konuşanlar, ismi ve coğrafyası değişse bile ülke yönetiminde azalarak da olsa var oldular. Cemal Tunçdemir, “Soytarının hakkı soytarıya” makalesinde bunu detaylıca açıklıyor.
•
EDİTÖRÜN NOTU:
Yazıda kullanılan ve sırasıyla "Medeniyetler Sofrası" ile "Avitaria" adlarını taşıyan resimler, Turgut Yüksel'in Dünyada konumlanmış olmaya dair 100 ÇİZGİ adlı kitabından alınmıştır. Ağaçkakan Yayınları, 2017.