"Barthes annesini 1977’de kaybettiğinde 62 yaşında, kariyerinin zirvesine neredeyse ulaşmış, Fransa’da tanınan bir yazardı. Bu ölümün karşısında bir duygusal felç geçirdi ve neler hissettiğini aktardığı bir yas günlüğü tutmaya başladı. Barthes’ın tuttuğu bu günlüğün en büyük özelliği sadece ruhsal bir hissedişin izini sürmesidir. Günlük neredeyse akıp giden hayata hiç gönderme yapmaz; sadece bir melankolinin, dipsiz bir yalnızlığın ve kendini onarma çabasının seyrini gözler önüne serer."
10 Eylül 2020 03:35
Bir şiirinde Cemal Süreya “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sorar ardından gelen dizelerde bir kökten koparılma halini anlatır. Her şey yarıya iner, eksilir, ortada kalınır adeta. Peki, “Sizin hiç anneniz öldü mü?” diye sorsaydı nasıl devam ederdi şiir? Bunu bilemeyiz, ama herhalde kocaman, karanlık bir şemsiyenin altında geçerdi günler. Annenin kaybı için yazılacak bir şiirde yalnızlık olurdu; hem de içinde dönüp dolaşsak da çıkamayacağımız türden, altında ıssızlığın envai çeşidini yaşadığımız…
Yalnızlığın insanlık halini tanımlamak zordur, tek ve bütünleyici bir tanımlama hep sonradan uzak ve eksik kalır. Olaylarla iç içe geçmiştir, aniden başlayabilir ve aniden sonlanabilir de. Bir insanı kaybedersiniz ve ondan artakalan alan bomboştur. O boşluk hapsedicidir. Yalnızca size çektirir. İçinde artık yaşamayan kişinin vakumunu hissederken evrensel olarak da yalnızlık üstümüze çöker. Yaratıcı tarafından değil de matem tarafından baktığımızda, yazım tarihinde yakın birini kaybedip bu tür çökertici yalnızlık etkisi yaşayan yazarlar çoktur. Örneğin Roland Barthes annesini kaybettiğinde kendi kişiliğinin bir kısmının da onun gidişiyle birlikte buharlaştığını hisseder. Matem hayatını kesif bir geri çekilmeye, yalnızlığını büyütmeye dönüştürür. Bu açıdan bakılınca tek başına kalmıştır. Annesine yüklediği değerin ve onunla bütünleşen yaşamının kopup gitmesi yeniden kendini inşa etmesiyle belki aşılabilecek gibi görünse de, yalnızlık uyuşturucu bir etki yapar. Olumlu düşünemez, zevk alamaz ve kimseyle görüşmek istemez. Psikolojik açıdan bakıldığında matemini yine kendi başına yaşamak zorundadır, zaten ancak böyle aşılabilir acı.
Bir yazar olarak keder ve yalnızlığı atlatmak için ilk elden başvurulacak şey yazmaktır. Barthes annesini 1977’de kaybettiğinde 62 yaşında, kariyerinin zirvesine neredeyse ulaşmış, Fransa’da tanınan bir yazardı. Bu ölümün karşısında bir duygusal felç geçirdi ve neler hissettiğini aktardığı bir yas günlüğü tutmaya başladı. Her zaman etrafında bulundurduğu fişlere, küçük kâğıt parçalarına duygularını yazdı ve onları özenle derledi. Bu yazıda çoğunlukla bu kayıtları göz önüne alarak yaşadığı yası ve yalnızlığı inceleyeceğim.
Barthes’ın tuttuğu bu günlüğün en büyük özelliği sadece ruhsal bir hissedişin izini sürmesidir. Günlük neredeyse akıp giden hayata hiç gönderme yapmaz; sadece bir melankolinin, dipsiz bir yalnızlığın ve kendini onarma çabasının seyrini gözler önüne serer. Ruhsal dünyasını anlatmak için bu dil ustasının çaresiz kalması olacak iş değildir ama şöyle açıklar:
“Edebiyat yaparım korkusuyla –ya da böyle olmadığından emin olmaksızın– ondan söz etmek istemiyorum – her ne kadar edebiyat bu gerçeklerden kaynaklanıyorsa da.”[1]
Bir edebiyatçı için ölen annenin ardından ister istemez kendine has bir ağıt kaleme dökülebilir. Yine de Barthes bundan sakınarak rasyonel bir tavırla ayakta durmayı denemek ister ama annesiyle olan duygusal bağı bunu çok zorlaştırır. Kendi deyimiyle kaybettiği şey bir figür (anne) değil de bir varlık, bir varlık da değil, bir nitelik, bir özgün ruhtur. Hatta öyle yüce bir konumdadır ki, artık yerine konacak bir şey kalmamıştır.[2] Tek başınalığıyla artık nesnel bir şekilde yüz yüzedir. 31 Ekim 1977’de günlüğe şu notu düşer:
“Pazartesi saat 15 - Eve ilk kez yalnız olarak girdim. Nasıl yaşayabileceğim ben burada tek başıma? Ve de aynı anda burayı değiştirebilecek yedek hiçbir yerin bulunmayışı gerçekliği.”[3]
Boşluk yerini yavaş yavaş alışılmaya mahkûm bir yalnızlığa bırakacaktır.
Servandoni Sokağı’ndaki mütevazı apartman dairesine kendisini kapatır ve günlerce annesinin fotoğraf albümlerini inceler, resimlerle anıları arasında düşüncelere dalar.[4] İlk şokun atlatılmasının ardından yaşamındaki eksilmenin yerini çalışmayla doldurmaya yeltenir. Örneğin sinema üzerine bir projeye eğilir ve daha sonra uzmanı olduğu fotoğraf yorumlama kısmıyla ilgilenir ama burada da annesiyle buluşur ve bir şekilde saatlerce bakarak avunduğu fotoğraf albümlerini bu çalışmanın bir parçası haline getirir.
Barthes için yalnızlık duygusu mekânın sevilen kişiyle paylaşımındaki sonlanmayla birlikte kabardıkça kabarır. Atlatılması güç olan şey geride kalanın tek sesli bir hale gelmesidir. “Pazar sabahı keyfi,” diyor Barthes, “yalnızım. Evde onsuz ilk pazar sabahı. Bütün hafta boyunca günlerin geçişini hissediyorum. Onsuz geçen zamanların uzun akışıyla karşı karşıyayım.”[5] An artık yalnızlığın ağır aksak ritmine girer. Çünkü benlik kendi yansımasını görme olanağından uzaktır. Sevgi ve şefkatin eskiden olduğu gibi iki birey arasındaki gidip gelmesi sonsuza kadar bitmiştir. Ağır olan şey zaten budur. “Benim tuttuğum yas bir yaşam düzeninin değil de, sevgi ilişkisinin yasıdır” der, çok özel sevgi sözcüklerinin yerini melankolik çıkarımlar alır.
Giderek daha az yazıp daha az çözümleme yapmanın bir erdem olduğunu düşünür sanki. Gerçekte ardında üç bin sayfalık bir külliyat bırakan bir yazar için az yazmaya karar kılmak şaşırtıcı geliyor. Bu bir sadeleşme midir? Belki de artık neşenin eksilmesiyle birlikte yaratı gücü de ağırbaşlı bir hal alır.
Barthes’a ait ilginç bir hikâye de annesinin baskın bir karakter olması ve bunun sonucu olarak yazarın özel yaşamını gizleme ihtiyacı duymasıydı. Eşcinselliğini hayatı boyunca annesinden saklayan yazar onun ölümünden sonra bir anlamda özgürlüğüne kavuşsa da artık kendi özel tutkularını sergileyecek enerjiyi bulamaz.
“Kimi kez arzular (söz gelimi Tunus’a yolculuk) dalga dalga geliyor; ama bunlar önce’nin arzuları – sanki bir başka döneme ait gibiler; bir başka kıyıdan, bir başka ülkeden, önceki ülkeden geliyorlar. Bugünse düz, iç karartıcı –neredeyse su kaynaklarından yoksun– ve anlamsız bir ülke.”[6]
Artık akşamları evine tek başına döner, eş dost toplantılarında aşka gelip verdiği neşeli söylevlerden eser kalmamıştır.
Eski dostu Philippe Sollers’e yazdığı bir mektupta annesinin ölümünden sonra Proust’u tekrar okumaya başladığını, hatta artık yaşamayan annesine ‘anneciğim’ deme cesaretini oradan aldığını söyler. Yalnız başına Fas’a bir yolculuk yapar ama kafasını dağıtmak için gittiği bu yerden nereye döneceğini bilemez. Nereye döneceğini bilmesi için annesinin hayatta olması gerektiğini, Paris’in ancak onunla bir varış noktası olabileceğini söyler.[7]
Bir anlamda Barthes çok bildik bir ifadeyle ‘her şey insanlar için’ demeyi öğrenir. Bu ölümün ardından gelen yas ona bir gerçeği hatırlatır: yalnızlık ihtiyacının keşfi.[8] Bu yaşamsal bir olgudur. Arkadaşlarının kendisini daha az aramalarından, ona bir miktar nefes alma olanağı sağlamalarından bahseder. Artık iletişim için yalnızlıkta demlenen bir şeylere ihtiyaç duymaktadır. Kendisinden istenen önsözler, radyo programları, kolokyumlar ona sıkıntı verir. Bu geri çekilmeyi ve yalnızlığı içerisinde toparlanmayı Barthes ‘imaj tatili’ olarak betimler. Artık bambaşka bir insan olmanın arifesindedir.
İç dünyasının en mahrem anlarını kaleme aldığı Ara Olaylar kitabında yaşadığı yalnızlığa ait notlar çok ilginçtir. Barthes için tipik bir gece şöyle tanımlanır:
“Akşam yorgun ve sinirli halde, yatakta (radyo hiç çekilmiyor, ultramodern bir müzik var, sesler berbat) Liberation’daki ve Nouvel Observateur’deki küçük ilanları okudum: Gerçekten ilginç hiçbir şey, ‘yaşlılar’ için hiçbir şey yok.”[9]
Ama her an böyle masum geçmez, marjinal tercihleri neşeye ulaşmak, keyif almaya geri dönmek için elinin altındadır. Le Dragon sinemasındaki yeni porno filmi görmeye gider. Tabii her zaman olduğu gibi filmi berbat bulur. Yanında oturana asılmak ister ama reddedilme duygusuyla buna yeltenemez. Kendi deyimiyle sürekli sınadığı yalnızlığının bu iğrenç halinden hep pişmanlık duyar.[10]
Son noktada belki şu söylenebilir: Yalnızlık insanlara ölümü soğukkanlılıkla değerlendirme olanağı sağlamakta. Barthes arkasında bırakacağı bir kuşak olmadığı için rahatsızlık duymaz, hatta ilerde okunmak diye bir arzusu da kalmamıştır. Bu tam olarak ortadan kalkmanın kusursuz bir kabulüdür.[11] Anıtsal bir kişiliğin izlerini geleceğe bırakmanın peşinde koşmadan, alçakgönüllü bir şekilde gidebildiği kadar gitmenin önemli olduğunu anlar. Tuttuğu günlüklerle hem kederini hem de yalnızlığını bize aktarırken, onu dönüştürmeyi, dürüstçe paylaşmayı da olanaklı kılar. Yazınsal açıdan ise usta yazarın bu metinleri bize melankolik bir Fransız filmini seyrediyormuşçasına tat verir.
•
NOTLAR
[1] Roland Barthes, Yas Günlüğü, YKY, çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat, İstanbul, 2009, s. 31.
[2] Louis-Jean Calvet, Roland Barthes 1915-1980, YKY, çev. Sema Rifat, İstanbul, s. 275.
[3] Roland Barthes, Yas Günlüğü, YKY, çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat, İstanbul, 2009, s. 32.
[4] Louis-Jean Calvet, Roland Barthes 1915-1980, YKY, çev. Sema Rifat, İstanbul, s. 275.
[5] Roland Barthes, Yas Günlüğü, YKY, çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat, İstanbul, 2009, s. 46.
[6] A.g.e, s. 61.
[7] Philippe Sollers, Roland Barthes’ın Dostluğu, YKY, çev. Sema Rifat, İstanbul, 2017, s. 135.
[8] Roland Barthes, Yas Günlüğü, YKY, çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat, İstanbul, 2009, s. 191.
[9] Roland Barthes, Ara Olaylar, Sel Yayıncılık, çev. Sema Rifat, İstanbul, 2008, s. 98.
[10] A.g.e, s. 113.
[11] Roland Barthes,Yas Günlüğü, YKY, çev. Mehmet Rifat, Sema Rifat, İstanbul, 2009, s. 244.