Sorduk: Bu yıl yayın programınızda olan kitaplar arasından sizi en çok heyecanlandıran hangisi? İşte yayıncıların “İyi ki bu kitap bizim yayınevimizden çıkıyor” dedikleri kitaplar...
05 Eylül 2019 11:00
Yeni yayın sezonu başlarken yayınevlerine bu kez yanıtlaması çok da kolay olmayan bir soru sorduk. Bu yıl yayın programınızda olan kitaplar arasından sizi en çok heyecanlandıran hangisi ve neden? Çeviri ve telif birçok kitabın yayımlanmak için hazırlıkları yapılırken okurlara yol göstermesi ve onların heyecanını paylaşmak adına yayıncılarından “iyi ki bu kitap bizim yayınevimizden çıkıyor” dedikleri kitapları kendi sözlerinden duyalım.
Bu sezon yayımlamayı planladığımız kitaplar arasında bizi en çok heyecanlandıran, “İyi ki bu kitabı biz yayımlıyoruz” dediğimiz kitap Marina Tsvetayeva’nın Rusya’dan Sonra’sı. Marina Tsvetayeva’yla yolum ilk olarak 1996’da, 16 yaşımda kesişmişti. John Berger’ın Düğüne’sinde Tsvetayeva’dan bir alıntı vardı: “... nasıl da kara bir dağ / Dünyayla aydınlığın arasına girmiş. / Vaktidir─ Vaktidir─ Vaktidir / Tanrıya biletini geri vermenin.” Rus şiirinin Gümüş Çağ’ının bu önemli şairiyle, hayatıyla ilk karşılaşmamdı bu. Özellikle dünya ile aydınlığın arasındaki kara dağ metaforu beni sarstı o yaşımda. “Bırak dağın doruğundan hüznün şarkısını söyleyeyim sana” diyen (yine Berger alıntılar Düğüne’de) bu şairi merak ediyordum. Aynı yıl İyi Şeyler Yayıncılık’tan Azer Yaran çevirisiyle Ruh ve Ad seçkisi yayımlandı. Bu mütevazı seçkiyi de yanımda dolaştırdım, Tsvetayeva hem trajik yaşamıyla hem şiiriyle zaman zaman hatırladığım bir şair oldu. Yıllar sonra, 2015’te Zweig’ın Rilke’ye Veda’sı için kapsamlı bir Rilke yaşam dizini hazırlarken Tsvetayeva bir kez daha karşıma çıktı. 1926’da Rilke İsviçre’de yaşamının son deminde, Tsvetayeva Paris’te sürgünde, Pasternak Bolşevik rejimine alışmaya çalışıyor. Bu üçlü, Mayıs 1926’dan itibaren mektuplaşıyorlar. Bu mektupların bir kısmını okudum, üçüne de sevgim tazelendi, yaşamlarının bu trajik döneminde ortaya koydukları dayanışma fazlasıyla anlamlı. Böyle böyle Tsvetayeva iyice aklıma girmişken K24’te Melek Aydoğan ile Günay Çetao Kızılırmak’ın söyleşisine rastladım. “Siz de şiir yazıyorsunuz. Platonov’un şiirlerini çevirmeyi düşünüyor musunuz?” diye soruyordu Aydoğan. Rusçadan çevirilerini hayranlıkla takip ettiğimiz Günay Çetao Kızılırmak’ın şiir de yazdığını bu vesileyle öğrenince bize Rusçadan şiir çevirileri yapması hususunda umutlandım ve aklıma ilk gelenlerden biri de Tsvetayeva oldu elbette. Kısa sürede Kızılırmak’la tanıştık, Tsvetayeva onun da gözde şairlerindendi. Nasıl yapalım, hangi eserini Türkçeleştirelim derken Tsvetayeva’nın kızı Ariadna Efron yol gösterdi bize. Ariadna Efron, Tsvetayeva’nın itibarı nihayet teslim edilip de kitaplarının Rusya’da yayımlanması gündeme geldiğinde, “Annem bu şiirlerdedir” diyerek Rusya’dan Sonra’nın basımında ısrar etmiş. Tsvetayeva çağının bütün çalkantılarını yaşamış bir şair. Moskova’da yaşanan kıtlık döneminde kızlarını devlet yetimhanesine yerleştirmek zorunda kalmış. Küçük kızı burada 1919’da açlıktan ölmüş. Tsvetayeva 1922’de ailesiyle önce Berlin’e, ardından Prag’a göç etmiş. 1925’te Paris’e yerleşmiş. 1927’de Rusya’dan Sonra kitabını hazırlamaya başlamış. Vatan hasreti, aşk ve ayrılık acısı çekerken yazdığı bu şiirler 1928’de Paris’te kitaplaşmış. Rusya’dan Sonra, Tsvetayeva hayattayken çıkan son kitabı olmuş. Günay Çetao Kızılırmak kitaptan geniş bir seçkiyi yaklaşık iki yılını ayırıp çevirdi. Mustafa Kemal Yılmaz yine Rusça aslından özenli bir redaksiyonla katkıda bulundu. Rusya’dan Sonra’yı yakında yayımlayacağımız için mutlu ve heyecanlıyız. (Ömer Şişman)
Eylül ayında Uluslarası Man Booker ödüllü Han Kang'ın Çocuk Geliyor adlı romanını, Korece aslından Göksel Türközü çevirisiyle yayımlıyoruz. Vejetaryen'de bir kadının bedeni üzerinden başlattığı isyanı okumuştuk, Çocuk Geliyor'da Kore tarihini değiştiren Gwangju Ayaklanması'nı, silahsız gençleri bastırmak için yapılan dokuz günlük katliamı, yaygın adıyla 5/18'i okuyacağız. Türkiye yakın tarihiyle müthiş paralellikler taşıyor hikâye. Han Kang Çocuk Geliyor'da ölülerle, geride bıraktıkları yaşayan ölüler arasındaki ince çizgiden yazıyor. Alacakaranlık kuşağına korkusuzca dalıyor, adalet ve demokrasi tarihinin kanlı bir sayfasını, günümüzdeki yansımalarının ışığında evrensel bir hikayeye dönüştürüyor. Teknik ve içerik bakımından bizi çok heyecanlandıran bir kitap oldu Çocuk Geliyor, okurlarda da karşılığını kısa sürede bulacağına inanıyoruz. (Nazlı Berivan Ak)
Bu yıl yayımlayacağımız kitaplar arasında Normal İnsanlar öne çıkıyor. Nedenlerinden biri, Sally Rooney’nin henüz yirmili yaşlarında ve günümüz gençliğinin sorunlarına eğilmiş olması. Bunu yaparken Mark Fischer hatta (kanımca) Alain Badiou gibi solcu düşünürlerden etkilenmiş: sınıf meselesini açık bir şekilde romanın odağına almış; depresyonun toplumsal kökenine parmak basmış; ahlaki kaygılar, cinselliğin yıkıcı yönü gibi temaları da işlemiş. Öte yandan, basit bir dille giderek karmaşıklaşan bir hikâye anlatabilmiş. Ayrıca hayatın başlangıcında genç bir çiftin birbirlerini sevme yetisi kazanmaları, bu cesareti bulmaları için, kendi içlerinde ve dış dünyada, aşmaları gereken engelleri gözler önüne sermesi de kayda değer. Kısacası Sally Rooney bir kuşağın sesi olabilmiş bir yazar. Dileriz, yayımlandığı ülkelerde olduğu gibi burada da roman okunur, tartışılır, eleştirilir. Kitabın çevirmeni Emrah Serdan. (Cem Alpan)
Önümüzdeki dönemde yayımlayacağımız kitaplar arasında bizi en çok heyecanlandıranlardan biri Gabriel Josipovici’nin Barnes’taki Mezarlık adlı romanı. İngilizce edebiyatın yaşayan en büyük yazarlarından biri olmasına rağmen Josipovici’nineserlerinin (bir kurgudışı eseri haricinde) bugüne kadar Türkçeye çevrilmemiş olması, heyecanımızın sebeplerinden biri. Diğer sebebi ise Barnes’taki Mezarlık’ı Elif Ersavcı’nınTürkçesiyle okuyacak olmamız. Selçuk Altun’un sayesinde keşfedip benimsediğimiz ve yayıncısı olma hayalini gerçekleştirmek üzere olduğumuz Josipovici’nin kendine has sade ama etkileyici dili ve üslubuyla kurgudaki ustalığını konuşturduğu diğer kitaplarını da okurlarımızla buluşturmayıplanlıyoruz. Geoff Dyer, Thomas Bernhard, Enrique Vila-Matas ya da David Markson gibi isimleri seven okurların ihmal etmemesi gereken bir usta Josipovici… (Yankı Enki)
Delidolu’nun bu sezon yayımlayacağı için en heyecan duyduğu kitap, Jean Stafford’ın Toplu Öyküler’i. Stafford, bu kitabı ile 1970’te Pulitzer Ödülü’nü almış. Çağdaşları arasında en özgün kalemlerden biri olan Stafford; detaycılığı, merkeze aldığı kadın karakterlere ait fiziksel ve ruhsal betimlemelerdeki başarısı, hayranlık uyandıran incelikli üslubu ve kadınlıkla ilgili stereotipleri sorgulamaya açma cesaretiyle Amerikan edebiyatı için olduğu kadar dünya edebiyatı için de ilham verici bir yazar. Çocukluk döneminden başlayan sancılarıyla bireylerin tutsak oldukları iç dünyalarının, çıkmazlarının, insan ilişkilerinin, tüm bağlılıklardan özgürleşme hayallerinin anlatıldığı bu öyküler, türünün en iyi örneklerinden olduğu ve bu yazarın yapıtlarının Türkçeye mutlaka kazandırılması gerektiğini düşündüğümüz için bu kitabı seçtik. Kitabın çevirisi Gökçe Yavaş'a ait.
Grafik anlatılarında engellilik, psikoz, politik aktivizm, kız çocukları ve kadınlara yönelik şiddet konularını işleyen sanatçı ve akademisyen Una’nın Aramızda adlı grafik romanı, Desen Yayınları’nın bu sezon en önemsediği kitap. Kız çocuklarına ve kadınlara yönelik cinsel istismar ve şiddet ülkemizde büyük bir sorun. Una’nın gazete kupürlerini, illüstrasyonları ve deneysel çizimleri metinle buluşturan, otobiyografik öğelerle güçlendirilmiş bir belgesel niteliğindeki Aramızda’yı okurken kız çocuklarına ve kadınlara yönelik cinsel suçların toplum ve medya tarafından nasıl meşrulaştırıldığına, kurbanların ciddiye alınmayarak ya da doğrudan suçlanarak nasıl daha da travmatize edildiklerine tanık oluyoruz. Güçlü çizimleri ve çok boyutlu anlatısıyla, dünyanın her yerinden kadınları ve genç kızları, mahkûm edildikleri sessizlik ve utanç döngüsünü kırmaları yönünde cesaretlendirdiği için bu kitabı yayımlamak istedik. Kitabı Türkçeleştiren Olcay Mağden.
Genç kuşak Amerikan yazarları arasında öne çıkan bir isim Edugyan. Geçen yılın Amerikan Ulusal Kitap ödülü (National Book Award) ve Booker Prize gibi prestijli ödüllerin finalisti ve Scotiabank Giller Prize en iyi roman ödülü kazananı olan kitabı Siyah Washington (Washington Black) ile edebiyat çevrelerinde büyük ses getirdi. Amerikan Ulusal Kitap ödülünü iki kez kazanma başarısını gösteren bir başka genç yazar Jesmyn Ward gibi o da siyahi bir kültürden geliyor ve Edugyan’ın Scotiabank Giller Ödülünü iki kez kazanma başarısı göstermesi de aralarındaki ilginç bir başka benzerlik olarak dikkat çekiyor. Siyah Washington’da İsimsiz bir köle olarak dünyaya gelen ve o zamanki ABD başkanının adı verilen Washington’ın Barbados’ta başlayan yolculuk, kimlik arayışı ve yetişkinliğe geçiş macerasına tanıklık ettiğimiz bir roman. Genç Washington’ın adı bir cinayete karışınca, onu yanına alıp yetiştiren bilim meraklısı tuhaf sahibinin yardımıyla, kendi icatları olan hidrojen balonuyla zorunlu bir yolculuğa çıkıyorlar ve bu aynı zamanda Washinton için bir yetişkinliğe geçiş ve kendi kimliğini bulma yolculuğuna dönüşüyor. Çok keyifle okuduğum bu romanın Begüm Kovulmaz’ın usta çevirisiyle yayınlanlamayı heyecanla bekliyorum ve iyi ki bu kitabı yayınlıyoruz. Kitabın yayın tarihi Ocak 2020. (Cem Erciyes)
Bu dönem bizi en heyecanlandıran kitaplardan biri Virgie Tovar'ın Şişman Kalmak Hakkınız adlı, alt başlığı “Şişman Devrimi Manifestosu” olan kitabı. Tovar'ın bedenlerin tektipleştirilmesi ve diet kültürünü ele aldığı kitabı eleştirmenlerden çok olumlu tepkiler almış, Türkçe okurun ilgisini çekeceğine inanıyoruz. Çünkü şişman zayıf hepimizin bedenimizi sevme ihtiyacı feminist düşünce ve mücadelenin bir parçası. (Ayşe Düzkan)
Bu yıl beni en çok, Eylül sonu “Atölye” dizimizden çıkacak Karanlığı Aydınlat isimli kitap heyecanlandırdı. Genel olarak bu diziden çıkan kitapları çok önemsiyorum ama bu kitabın farklı bir yeri oldu bende. Son bir senede okuduğum en iyi kitap desem abartmış olmam sanırım. Kitapta farklı yazarlar onları çok etkileyen cümlelerden yola çıkarak kısa denemeler kaleme almış. Zaten kitap çok aşina olduğumuz bir alıntıyla başlıyor: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.” Katkıda bulunanlar arasında Nail Gaiman’dan tutun da Stephen King’e pek çok önemli yazar var. Ama benim için bu kitabın en iyi tarafı farklı coğrafyalardan Türkçeye hiç çevrilmemiş yazarlar keşfetmek ve yazmaya, okumaya, hayata dair pek çok derdi onlarla paylaşabilmekti. (Ümran Özbalcı)
Hippo Kitap, çocukları yetişkinliğe hazırlanması gereken küçük insanlar olarak değil, tam da şimdi, çocuk olarak var oluşlarına kıymet vererek onlara saygı duyan, onları önemseyen, seven Aras Yayıncılık ekibi tarafından kurulmuş, çiçeği burnunda bir yayınevi.
2019-2020 yayın yılında üzerine çokça konuştuğumuz, sayfa sayfa incelediğimiz, zaman zaman çocuklarla paylaştığımız, heyecanla oluşturduğumuz yayın programımız içinden küçük okurun tepkisini en çok merak ettiğimiz kitabımız, Litvanyalı yazar-çizer ikilisi Marius Marcinkevičius ile Lina Dūdaitė’nin eseri olan Kılab (Balık) Bey.
Adının da ipucu verdiği gibi kitap, tersten yazma ve okumanın mizahı üzerine kurulu. Ana karakterler domuzcuk, inek ve balık. Öykü bir domuzcuk ve ineğin donmuş gölde paten kayarken buzun altındaki balıkla iletişime geçmeleri ve balığın onlardan yardım istemesi üzerine kurulu. Kitap, domuzcuğun balıkla anlaşma çabası, en yakın arkadaşı ineğin endişesine rağmen onunla işbirliği içinde hareket etmesiyle, arkadaşlığın pek çok değerli yanından biri olan yardımlaşma temasına odaklanıyor. Öykünün dilindeki mizah ve resimlerin adeta birer sanat eseri oluşunun yanı sıra, bizim için en önemli özelliklerinden biri de, Türkiye’de kitaplarda görmeye hiç alışık olmadığımız domuzun bir ana karakter olarak seçilmesi. Çocuk okurların pek de seçme şansının olmadığı okul öncesi döneme hitap eden kitaplarda yetişkinlerin hegemonyası, çocukların içinde domuz olan bir kitabı okumamaları yönünde tecelli edebiliyor. Umuyoruz ki bu sevimli kitap, kurgusu ve resimleriyle, aykırı ve ayrıksı olanlara dönük bu tür önyargıları yıkmak için minicik bir adım olur. (Ezgi Berk)
Bu sezon yayımlayacağımız kitapların hepsi bizim için ayrı ayrı değer taşıyor ama Erich Auerbach’ın Mimesis’ini öne çıkarmamızda mahzur yok sanıyoruz. Auerbach’ın bu kitabı Almanya’da Nazi zulmünden kaçarak geldiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeyken yazması, kitabın Türkçeye çevrilme sürecinin muhtelif sebeplerle yıllardır uzaması, Mimesis’i çevreleyen söylemin baskın yapıtaşları olmuş durumda. Bizi heyecanlandıran şey ise esrarlı addedilen bir hazineyi açığa çıkarmaktan ziyade, edebiyat eleştirisi kanonuna yerleşmiş bu klasikleşmiş eseri Türkçede nihayet layıkıyla okumaya ve tartışmaya açacak olmak. Özellikle de Harold Bloom’un daha önce bastığımız Batı Kanonu’yla birlikte Mimesis’in Türkçede edebiyat eleştirisinin ufkunu teorik olarak kuvvetlendirmesini, hakkı verilerek okunmasını umuyoruz. (Erkal Ünal)
Yeni sezonda bizi fazlasıyla heyecanlandıran pek çok kitap yayınlayacağız aslında, fakat aralarından yalnızca birini seçmemiz gerekiyorsa cevabımız: Sigrid Nunez'in 2018 yılında ABD'de Ulusal Kitap Ödülü'ne layık görülen romanı The Friend. Aynı ölümün matemini tutan biri insan biri köpek iki canlının acıyı birlikte sırtlanması ve iyileşmeye giden bu acılı yas sürecinin duygusal bir melodramdan ziyade, gerçekçi, minimal ve yer yer mizahi bir romana dönüşmüş olması bizi çok etkiledi. Dev danuamız Apollo'yla isimsiz yazar anlatıcımız arasındaki ilişki çok kıymetbilir, çok özenilesi bir ilişki: "Bütün evin köpek kokuyor, diyor bir misafir. Ben de konuyla ilgileneceğimi söylüyorum. Bunu da o kişiyi bir daha evime davet etmeyerek yapıyorum." Tabii bunun yanı sıra roman ikinci bir izlek olarak da yazarlık ve yazma süreci üzerinden ilerliyor. Yas tutan anlatıcının konudan konuya atlayarak geçmişin edebiyatına, günümüz edebiyatına, yazarlara, sonra köpeklere, aşka, arkadaşlara ve intihara dair sayıklamaları kimi zaman komik, kimi zaman felsefi bir anlatıyı beraberinde getiriyor. Diyebiliriz ki, Türkiyeli okurları bizi çok heyecanlandıran kısa (200 sayfa kadar) ama etkileyici bir okuma deneyimi bekliyor. (Enis Köksaldı)
Kıraathane Kitapları olarak, Linda Boström Knausgaard’ın sesinin Türkçede duyulmasına vesile olmaktan heyecan ve mutluluk duyuyoruz. Boström Knausgaard’ı Türkiye’de önce bir “roman” karakteri olarak tanıdık, daha doğrusu tanıdığımızı sandık. Karl Ove Knausgaard’ın otobiyografik “Kavgam” serisinin “Linda”sıydı o, bir hikâyenin –olsa olsa-- yan kahramanıydı.
Helios Felaketi, bizi şair yazar Linda Boström Knausgaard ile tanıştırıyor. Elimizde, insanlarla tanrılar, babalarla kızları, hayat ve ölüm, gerçek ve gerçek-dışı, aklın sınır uçları, dil ve imkânları, sessizlik ve ruhî çöküntü arasındaki ilişkileri keşfe çıkan sarsıcı bir ilk roman var. Anna, 12 yaşında, bir babadan doğar ve doğumuyla babadan kopar, dünyaya düşer. Koruyucu aileyle, kilisenin gölgesinde, sonraları bir psikiyatri koğuşunda, fakat en çok da kendi zihninde babayı arar. Peki, eve dönmek mümkün mü? Ve ne pahasına?
Linda Boström Knausgaard, modern bir mitos anlatıyor. Şiirden getirdiği dili, asla savrulmadan, yepyeni ve kışkırtıcı sapaklara çıkıyor. Linda Boström Knausgaard, Ali Arda’nın çevirisiyle yakında okurla buluşacak. (Murat Şevki Çoban)
Kırmızı Kedi Yayınları olarak onuncu yılımızda Leonardo da Vinci’nin Defterler’i ile başlattığımız ve aradan geçen zamanda Abidin Dino’dan Semiha Berksoy’a, Emel Esin’in Siyah Kalem üzerine kaleme aldığı uluslararası önemdeki makalelerinden Mabeyinci Pavlos’un Ayasofya’nın Betimi’ne birbirinden “özel” kitaplarla daha da zenginleşen “sanat” dizimizin yeni kitabı Hüseyin Avni Lifij –Sanat Yazıları bizi en çok heyecanlandıran kitaplar arasında başı çekiyor.
Ekim ayında Sakıp Sabancı Müzesi’nde gerçekleştirilecek sergiyle eşzamanlı olarak yayımlanacak kitapta Lifij’in vaktiyle çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış 40’ın üzerinde sanat ve eleştiri yazısı bir araya geliyor. Ömer Faruk Şerifoğlu’nun yayına hazırladığı kitabın, sadece bizim için değil tüm sanatseverler için özel bir yayın olacağı düşüncesindeyiz. Çünkü bu yazılar, 41 yaşında hayata veda eden ve Türk resim sanatının “erken modern” adları arasında yer alan Avni Lifij’in ömrünün sonuna doğru asıl meşgalesi haline getirdiği yazarlığı/eleştirmenliği ile sanat bahsinde ilgilenmediği konu, dokunmadığı, değinmediği alan bırakmadığını ve bildiğimizi sandığımız Lifij “portresinin” aslında ne kadar eksik bildiğimizi ve o portrenin arkasındaki derinliği ortaya koyuyor. (Çağlayan Çevik)
Sema Kaygusuz bana "insan, hayvan ve yerkabuğundaki bütün varlıklara düzgüsel sınırlar çizen cinsiyetçi söylemin edebiyat yoluyla nasıl üretildiğini tartışan” bir kitap hayalinden söz ettiğinde müthiş bir heyecan duydum. Deniz Gündoğan İbrişim'in de titiz editöryel çalışması ile yürüyen bir yılı aşkın bir süreçten sonra, birbirinden değerli yazarların katkılarıyla GAFLET kitabımız tamamlandı, kısa bir süre sonra okuruyla buluşacak.
İçinde yaşadığımız bu kavurucu kadın düşmanı, türcü, heteroseksist dünyada, yazarından yayıncısına, okurundan eleştirmenine hepimizin kendi gaflet noktalarımıza karşı daha tetikte olmaya ihtiyacımız var. Kendisinden önceki feminist eleştiriyi dikkate alan, ele aldığı metinlerin değerini takdir ederek hoyrat değil "yumuşak huylu" bir eleştiri getirmeyi, "uygarlığı sarmalayarak gündelikleşen eril reflekslerin üstüne ışık düşürme"yi hedefleyen bu kitabın bizi daha özgürlükçü, özeleştirel ve adil olmaya çağıracağına inanıyorum. Kitabı Sema Kaygusuz ve Deniz Gündoğan İbrişim hazırladı. Katkıda bulunan isimler ise Damla Tezel, Erol Köroğlu, Ezgi Hamzaçebi, Fatih Altuğ, Fatmagül Berktay, Irvin Cemil Schick, Jale Özata Dirlikyapan, Meltem Gürle, Merin Sever, Özlem Öğüt Yazıcıoğlu, Senem Timuroğlu, Sevcan Tiftik, Şima İmşir, Tülin Ural. (Müge Sökmen)
Nazik soruşturmanıza yanıtımız: Antonio Lobo Antunes'in Dünyanın Sonundaki Yer kitabımız…
Antonio Lobo Antunes'in dünya edebiyatının şu an yaşayan en nadide ve en özgün yazarlarından birisi olduğuna inancımız tam. Dünyanın Sonundaki Yer, Türkçede yayımlandığında, böylesine özgün bir yazı biçimine hiç rastlamadığını söyleyecek olan okurlarımız olağanüstü bir şekilde aktarılan kurguya da hayran kalacak. İnceltilmiş bir şiirselliğe ve özgün biçime, ilgi çekici ve gerçek bir öykünün başarıyla eşlik ettiğini görmek çok ama çok nadirdir. Antunes, Portekiz'in karanlık tarihinde gezinirken bir şuurdan bir diğerine sıçratıyor ve okuruna büyük bir edebiyat aydınlanması yaşatıyor... Monokl Antunes'in külliyatını yayımlayacak olmaktan büyük mutluluk duyuyor. (Volkan Çelebi)
Yayımladığımız kitapların bizden de geçen bir hikâyesi var her zaman. Aksi zaten düşünülemez belki. Bazı kitaplarımız var, etkilerinde bizi aşıyorlar, sonunda ummadığımız başka kitaplarda buluyoruz kendimizi. Bazıları var ki, şimdiye kadar yapabildiklerimize daha çok inanmamızı sağlıyorlar, zorluklar karşısında basiretimizi onlarda buluyoruz. Yayımlanmasını bizim de dört gözle beklediğimiz Félix Guattari’nin Moleküler Devrim’i bizim için bu iki anlamı da taşıyor.
Guattari, 1970’ler boyunca art arta gelen bu yazılarında, görülmemiş bir toplumsal mücadeleler döneminin ortaya koyduğu ve bugün güncelliğini hâlâ koruyan problemleri, kitlelerin arzulayan üretimi ve yaratıcılığı içinden anlamayı öneriyordu. Şimdi bizim de içinde bulunduğumuz kadar zor zamanlarda, eylemenin hâlâ nasıl mümkün olduğunu gösteriyordu. O yüzden Moleküler Devrim, sanıldığının aksine, Guattari’nin Gilles Deleuze’le ortak çalışmasını politik sonuçlarına taşımakla yetindiği bir kitap değil asla. Bu ortak çalışmayı mümkün kılan psikanalitik, felsefi ve militan eğilimlerin “işler halde” işlendiği kurucu bir metin. Kitabın çevirmeni ise Işık Ergüden.
Her birini özenle seçtiğimiz kitaplar yayımlıyoruz; bu nedenle bu soruya net bir yanıt vermek, bütün kitapların arasından birini seçmek imkânsıza yakın benim için... Bu sezon yayımlanacak kitaplarımız arasında anlatımıyla okuru anında yanına çeken Colson Whitehead'in Nickel Çocukları gibi, insanı yazının olanaklarına hayran bırakan Valeria Luiselli'nin Kayıp Çocuk Arşivi gibi son derece vurucu, sarsıcı metinler var; kitaplarımızın her birinin beni farklı nedenlerle heyecanlandırdığının altını çizmek ve birini diğerinden ayırmayı pek de istemediğimi söylemem gerek. Buna rağmen, ince eleyip sık dokuyarak oluşturduğumuz yayın programıza giren onca güzel kitabın arasından yine de birini seçmem gerekiyorsa, o zaman her okumamda duygulandığım, iddiasızlığının çarpıcılığı karşısında büyülendiğim ve anlatıcının sesini kafamın içinde duymaya devam ettiğim Camille Bordas romanı Birlikte Yaşamanın Yolları'nı seçeceğim. Birlikte Yaşamanın Yolları, Türkçede ilk defa duyulacak yeni bir sesin, Fransız yazar Camille Bordas'ın özgün ve duru anlatımıyla aktarılan bir büyüme öyküsü, ana kahramanı Isidore, kalabalık ve entelektüel bir evde büyüyen "normal" bir çocuk; bir yerlere ait olmak ve aynı zamanda kendi olmak istiyor, fakat olaylar gelişiyor ya da hayat her zamanki gibi kendi bildiği şekilde ilerliyor, öyle diyelim. Yaşamın döngülerini, yalnızlığı ve kalabalık içinde varolmayı, zekâya ve yeteneğe dair kalıpları, çocukluğu ve yetişkinliği irdeleyen ve yeni baştan tanımlayan bir roman bu, editörü olarak ben okurken çok sevdim ve anlatıcı ile dostluk kurmuşum gibi hissettim, sonrasında, başka kitaplar üzerinde çalışırken onu özledim... Eleştirmenler Camille Bordas'ın kahramanlarını Salinger'ın Glass ailesi ile kıyaslanmış, bu gibi kıyaslamaları indirgemeci buluyorum ve böyle yeni, özgün bir yazarı bir başkası üzerinden tanımlama fikrini reddettiğim gibi benzetmeye de katılmıyorum ama romanın sonunda bastıran anlatıcı ile dostluk kurmuş olma duygusunun, Holden Caulfield'in iyi bir kitap okuduktan sonra yazarıyla dost olup hoşbeş etme arzusu duyması ile akraba olabileceğini söyleyebilirim -fakat bu yazar ile değil, okur ile alakalı bir durum- ve bakın, şimdi bunları anlatınca aynısı oldu, Isidore'u özledim.
Benim için özel bir kitap bu, umarım okuru da sever, benimser Birlikte Yaşamanın Yolları'nı. (Sanem Sirer)
Cemal Süreya’nın dergilerde kalmış yazılarını Ölenler Kalanlar adıyla Mehmet Can Doğan derleyip hazırlamıştı. Yakında çıkacak bu kitapla yatıp kalktım. Yatıp kalkma deyince baskıya yetiştirme telaşından değil, kitabın beni etkisi altına almasından söz etmek istiyorum. Ne var bu kitapta? 550 sayfalık derlemede Cemal Süreya’nın düzyazılarından oluşan Şapkam Dolu Çiçekle, “Günübirlik”ler, 99 Yüz, Papirüs’ten Başyazılar, Yabancı Yayınlar kitapları dışında kalmış, 33 yıl boyunca takma adlarla ya da imzasız yayımladığı yazıları var. 1957’de Osman Mazlum imzasıyla Pazar Postası’nda çıkan “Ömer Heybe” yazısıyla açılan kitap 1990’da Beyazperde dergisinde çıkan bir sinema yazısıyla kapanıyor. Deneme, anı, portre, eleştiri, inceleme, değerlendirme, değini, saptama, çeviri biçiminde, Türkçenin sorunlarından yayıncılığın Avrupa’daki durumuna, romandaki ben-anlatıcıdan şiirde noktalama işaretlerine o kadar geniş bir kültür, zengin bir düşünce içeriyor ki kitabı okuyup bitirdiğinizde pek çok yazınsal sorunu Cemal Süreya ile karşılıklı düşünmüş, tartışmış, edebiyatın nabzını birlikte tutmuş oluyorsunuz. Öte yandan dergi editörü olarak da, bu kıvamda, bu zenginlikte, bu ufuklarda dolaşan yazı eksikliğini derinden duydum. Cemal Süreya’nın sadece şair değil, bir edebiyat düşünürü olduğuna iyice inandım. (Murat Yalçın)
Walter Kempowski’nin Alles Umsonst (Türkçe adı henüz belli değil) kitabı bu yıl yayınlayacağımız kitaplar arasında bizi şimdiden en çok heyecanlandıranı. Kempowski’nin Echolot adlı on ciltlik, sekiz bin sayfalık, kolektif günlük olarak adlandırdığı, binlerce Almanın görgü tanıklıklarını, günlüklerini ve konuşmalarını derleyerek oluşturduğu bir çalışması da var. 2. Dünya Savaşında Alman halkının yaşadıkları, Alman yazarlar tarafından suçluluk veya yenilgi duygusu yüzünden çok az işlenmiş bir konu. Kempowski, bu kitabında daha önceki çalışmasından edindiği bilgiyi romanındaki ayrıntılara, oluşturduğu atmosfere sindirerek savaşın son aylarındaki Doğu Prusya’yı anlatıyor. Romanda, küçük soylu bir aile, evlerinde savaştan kaçan ziyaretçileri ağırlarken son ana kadar ataletlerini sürdürüyorlar, ama sonunda onlar da yaklaşan Rus ordusundan kaçan yüzbinlere katılıyor. Kaçan halk açlık, soğuk, şiddet yüzünden bir toplu yıkıma sürüklenirken anlatının temposu hızlansa da, kitap savaşın korkunçluğuyla arasındaki mesafeyi örtük bir ironi duygusu kullanarak koruyor ve okuru hiçbir kahramanla özdeşleşmeye yöneltmeden etkiliyor; tarihin en büyük soykırımının gölgesinde kalan başka bir trajediyi büyük ve dokunaklı sözler etmeden anlatıyor. (Dilman Muradoğlu)