"Hem 17 Haziran’da hem Beyaz Ev’de haritasız, pusulasız, tüketime sırtını dönmüş, coğrafyasız, kimliksiz, eşya ve nesne biriktirmeyen, kütüphanesi olmayan bir yazar var."
05 Eylül 2019 09:30
İlk romanı 17 Haziran ile 2012 yılında Duygu Asena Roman Ödülü’nü alan şair-yazar Pelin Özer’in, yeni kitabı Beyaz Ev, okuyucuları ile buluştu. 17 Haziran’da doğanın ses ve zamanında, yazıyla yeniden doğuşu işleyen yazar, Beyaz Ev’de edebî türlerin biçimsel sınırlarını başarıyla ihlal ederken, mekân kavramında derinleşerek, okuyucularını “Başı gökyüzünde, ayakları denizde, toprağı kucaklarken yılkı atlarıyla kanatlanan bembeyaz bir ev”in gizemli dünyasını duyumsamaya davet ediyor.
Pelin Özer ile yazarlığını besleyen kaynaklardan, varoluşa; edebî türlerde biçim ve üslûp sınırlarından, toplumsal cinsiyet eşitliğine uzanan ve merkezinde Beyaz Ev olan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Beyaz Ev’i okumaya başladığımda, Beyaz Ev’in ülkesine varmış, Beyaz Evce konuşmayı öğrenmiş ve sonunda onun kendisi olmuş bir anlatıcı ile karşılaştım. Her misafirine kendi ülkesinin sınırlarını ve dilini kolayca açmadığını anladığımız Beyaz Ev ile nasıl tanıştınız, size kendini nasıl açtı?
Aslında kitap eşikten adımımı attığım an bana kendini duyurmuş ama bunu idrak edebilmem için kitabı yazmalıymışım. Kararı alınmamış, dile getirilmemiş olsa da evle tanıştığımda kilit alfabesini çözmeye koyulmuş bir yazar, meraklı, hevesli bir söyleşiciydim ve içten içe çalışmaya, kaydetmeye, evi beş duyumla tanımaya niyetlenmiştim. Bu bakımdan “Beyaz Evce” tanımlamanız çok anlamlı geldi bana. Önceden bildiğim bir yazı çalışması değildi beni bekleyen. İmkânsıza varabilecek zorluğun farkındaydım. Evin dilini çözmeden tek hece yazamazdım. Arkaik bir çalışma, hassas bir kazı, arkeoloji bu, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Dili çözmek de kolay değildi elbette. Belki pek çok bakımdan bir insanı tanımaktan daha karmaşık ve engeli bol bir süreç... Ev canlı bir organizmaydı ve her ışıkta, her mevsimde, hava değişiminde; içine kısa ya da uzun süreliğine girip çıkan, yeri değişen, eklenen ve çıkartılan, yerleşen ve onu terk eden her şeyle, herkesle, her canlıyla değişiyor, dönüşüyordu. Elime kalemi almadan evvel bu hareketin içinde sabit kalan dili çözebilmek için uzun süre sustum, baktım, dokundum, tattım, duyumsadım, kulak verdim. Bir zaman geldi ve ev tamamen sessizleşti. O an çok canlı zihnimde. Sanki içten içe, “Artık hazırsın” diyordu bana, “Yazabilirsin.” Bu bakımdan Beyaz Ev’in yazım süreci onca zorluğuna rağmen aktarılması mümkün, kurama olanak sağlayan, beni bambaşka yönlere sevk edecek bir yazı deneyimi oldu.
Böyle bir çalışma ne kadar zaman alır?
Kitabın yazılması; duraklama, nefes nefese kalma, demlenme süreçleri dâhil yaklaşık altı yıl sürdü. Ritmimi belirleyen Beyaz Ev’di; onun 140’lı yaşlarına yaklaştığı düşünülürse, hâliyle acelesi yok artık.
Beyaz Ev’de mekânı betimleme, kişileştirme, dile getirip bir kahramana dönüştürme sürecini izliyoruz; kitabınızda mekânın merkezde olması, kurgusal açıdan nasıl olanaklar sağladı veyahut sınırlandırıcı oldu mu?
Kurgu dil gibi canlı, yaşıyor. Hem de nasıl; kıpır kıpır, ele gelmeye hiç niyeti yokken, bildiği gibi yaşayıp giderken bizler -bir kere yaratımın pençesine düşmüş,bir daha da kolay kolay ondan kurtulamayacağı sezgisiyle yaşamaya mahkûm biçareler- onu, -adına kurgu denen o mahfazayı-sanki bir biçimde arkadaşlık etmeye, hatta daha ileri gidip birlikte yaşamaya ikna etmek amacıyla çabalayıp duruyoruz. Sanki daha iyi bir hayat imkânı görüyoruz o müstakbel yaratımda, onun kurtarıcımız olacağını hissediyoruz ve o tek seferlik kurguyu da bir bakıma düşümüzün meskeni kılıyoruz. Bu bakımdan kurgu aynı zamanda yazının mekânı. Dolayısıyla, bu deneyimde kurgunun kendisi de kelimenin en doğrudan anlamıyla “Beyaz Ev.” Bana kendini sürekli “Mülksüzlüğün mülkü” olarak duyurması, âdeta bizzat eliyle yazdığı bu tabelayı kapıya asması da kurgu ile içeriğin birbirinden ayrılmadığı bir yerde olduğumu bana hissettiren doğası. Neyin doğası? Hem kitabın hem evin hem de varlığımın; bedenimin ve ruhumun. Adı “Beyaz Ev” olan bir kitap kendisi ve ötesidir. Ve bunu ancak birbirine dönüşmüş, iç içe geçmiş ikili doğasıyla gerçekleştirebilir. Bu noktada beni en çok cezbeden şey gerçekleşiyor ve bir mekân hem kendisini hem de temsil ettiklerini bir arada dile getirmeye başlıyor. Kendini aşarak somut varlığından kurtulmuş olduğunu, dile getirdikleriyle kanıtlıyor.
Gelelim dil ve üslûp meselesine. Beyaz Ev’in tıpkı bir akarsu gibi hiçbir sınır tanımadığını, birçok edebî türün coğrafyasından geçtiğini, hem romana hem öyküye hem şiire alabildiğine yakın fakat hepsinden bağımsız özgün bir ifade şekli olduğunu görüyoruz.
Türler üzerine düşünmek, onların sınırlarını, sınırsızlıklarını, gizli olanaklarını, kapalılıklarını ya da ketumluklarını tartmak, onları bir mekânmış gibi içinde dolanıp yaşayarak, duyup algılayarak tanımak çok önemli. Bir noktada türler arasındaki ilişkileri, geçişleri, aralarındaki çekim kuvvetini de fark edip etkileniyor insan. Türler de yabancı diller gibi; öğrenilmesi özen, yetenek, çalışma, pratik ve derinleşme arzusu, çabası gerektiriyor. Durağan ve itaatkâr, kalıbı alınmış, âdeta maket gibi parçaların birleştirilmesiyle oluşturulmuş kuru bir kurgu bende daha en başta isyan duygusu yaratıyor. Yazı, içine girip yerleştiği türe de kurguya da bir yenilik getirmiyorsa, en azından bir biçimde onu hafifçe sarsmıyor, varlığının farkında olduğunu muzipçe, isyankâr bir tonda ya da başka türlü duyurmuyor, sorgulamıyor, şaşırtmıyorsa, o işte bir terslik var gibi geliyor bana.
Bazen masal bazen alabildiğine hakikat, kasvetsiz bir dil… Sizin bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum.
Masal ve hakikat iç içe; farkında olsak da olmasak da masalımızı yaşıyoruz, ektiğimizi biçiyoruz. Hakikatten süzülen ve samimiyetle aktarılan masal geleceğe kalıyor; tıpkı klasikleşen yazı gibi. Kasveti öldüren belki de gerçekten anlamak kaygısıyla kulak vermektir. Coşkuyu, ürpertiyi, endişeyi, korkuyu, hastalığı, kaybı, aşkı, tenselliği, doğumu, ölümü daha nice duyguyu, hâli geniş ve derin soluklarla, huzur içinde seyrelterek, hep beyaza yaklaştırarak, durulukla, en samimi hâliyle yazmaya çabaladım. Kasveti al aşağı edebildiysem, en azından sizin için, tek bir okur için, ne mutlu bana.
17 Haziran’da dikkatimi çeken şiirsel biçim ve anlatım, Beyaz Ev’de kitabın temel yapısını oluşturuyor ayrıca iki kitapta da anlatıcı ya da kahramanların cinsiyetlerine dair vurgudan kaçındığınız görülüyor. Bu tavrınızda, klasik romanı şart koşan eril tahakküme karşı bir duruş ve toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik farkındalık yaratma amacı var mı?
Tıpkı kurgu ve tür konusunda olduğu gibi, karakter yaratımında da algımın, yazıdaki hayalimin ve bana somut biçimde görünen o meçhul kitabın talepleri öncelikli benim için. Karakter yaratırken genelde en iyi bildiğim ve en çok vakit geçirdiğim kişiden yararlanıyorum; kendimden. “Ben”i bir karakter olarak konumlandırmak başlı başına bir iddia elbette ama aynı zamanda kişinin kendisini bile cinsiyetten azade, cinsiyetler-ötesi bir duyuşla yansıtması bir imkân. Elbette, içtenlikle böyle hissediyorsa mümkün bu. Sanırım benim özelimde durum bu. Yazı üzerine algım benim kadınlığı(mı) merkeze alarak -olumlu ya da olumsuz- onunla dolu dolu yansıtmama engel oluşturuyorsa, nasıl böyle karakterler yaratabilirim? Özünde böyle bir yerden yola çıkan duyuşun cinsiyetler-üstü bir mecrada kendini konumlandırma arzusu doğal değil mi? Tür ve kurguda olduğu gibi bu da hiçbir tanımlı, kuramsal, kitabî karşı koyuş biçimine dayanmıyor, içgüdüsel biçimde ortaya çıkıyor. 17 Haziran’da kendim dâhil hiçbir karakteri cinsiyetini belirterek yazamazdım. İlk cinsel birleşme ânında sona eren ve aşkı geniş anlamlarıyla anlatma iddiasında bir kitap nasıl silebilirdi cinsiyeti? Kendime yarattığım bu zorluk romanın varoluşuyla doğrudan bağlantılıydı. Hem 17 Haziran’da hem Beyaz Ev’de haritasız, pusulasız, tüketime sırtını dönmüş, coğrafyasız, kimliksiz, eşya ve nesne biriktirmeyen, kütüphanesi olmayan bir yazar var. Her bakımdan üryan ve mülksüz… Türleri yıkmaktan bahsederken de politik bir alana girdiğimizin farkındayım elbette ama o karşı dili oluştururken onları belirlenmiş, kabul görmüş sözcüklerle ele almak bile etkisini ve gücünü hafifletiyor sanki. Kadın, erkek, eşcinsel, trans, cinsiyetler de türler gibi aralarındaki iletişime, geçişlere bu kadar açıkken, bu çağda nasıl mono bir anlatıyı yüceltebiliriz? Aklım almıyor. Doğrusu, okur olarak cinsiyetin yansıtılması merkezli okumalarımda rahatsız olduğum pek çok husus var. Bu rahatsızlık da tavrımı derinleştirme çabamda beni kamçılıyor olabilir. Yazının şeffaf doğası bize bütün bu verileri taşırken, üzerlerinde hassasiyetle durup düşünmemiz gerektiğini de hatırlatır gibi.
“Öğretilemeyen Şeyler Atölyesi” adı altında verdiğiniz “Kendinin Editörü Olmak” derslerinden hareketle bir yazar, eseri ile arasına mesafe koyabilir mi, koymalı mı?
Hem evet hem hayır, öylesine karmaşık ki bu süreçler… Yapıtla aramızda öyle aşılmaz engeller, mesafeler ve bir yandan da her aşamada kurtulmamız gereken iç içelikler var ki... Uğraşımızı cazip kılan en önemli unsurlardan biri de paradoksal gibi görünen bu hâl bence. Önemli konulardan biri, yazarın yapıtını tanıyacak derecede onun editörü de olması. Bu sadece araya mesafe koymak değil, yapıtı hak etmek, bana göre. Ona pek çok açıdan bakabilecek, kulak verecek, onunla dertleşecek ve onu cesaretlendirecek beceriyi kazanması. Yapıtın yazarından istediği çabayı, işçiliği, özeni, sorgulamayı, bakışı “kendinin editörü” olmayı başararak üstlenmesi… Sadece kendi çalışmamdan esinlenmedim, okuduklarımdan hissettiğim bir eksiklik de beni bunlar üzerinde düşünmeye motive etti. Tepkimden bir bilgi üretebilir miyim, diye sorduğumda, şikâyetçi-huysuz bir karakter olmaktan kurtulabileceğimi fark ettim ve hevesle kaleme kâğıda sarılıp kişinin “kendinin editörü olmasının” önemine dair zihnimde işlediklerimi sakınıp kendime saklamadan aktarmaya, paylaşmaya çalıştım. Bu da yetmedi, başarı pompasıyla kendilerini hacimsel olarak şişirirken içerikleri o oranda seyrelen, hafifleyen; işçilikten, el emeği-göz nurundan uzaklaştıkça daha güzel fotoğraflar çektiren yazarlara içerledikçe, yeraltını mesken edinmiş ve bu manzarada yüzeye çıkma hayalini bilinçle uyutmuş has yazarlara seslenecek birinin düşünü görüp içimdeki güçlü dostluk duygusuna güvendiğimden haddimi aşmayı göze alarak kitap-lık’ta yayımlanan “Yeraltındaki Yazara Mektuplar”ı tefrika hâlinde kaleme almaya başladım.
“Sarp kayalara tırmanır da zihnindeki doruklardan habersiz yaşar bazen insan; en derin mağarayı keşfeder de uzak düşer kendi kuytularından.” (s.167) Roman boyunca duyuların, sezgilerin, sessiz alanların varlığı sık sık işaret ediliyor. Bireysel olarak varoluşu sorgulamanın sizin yazın dünyanızdaki karşılığı nedir? Bu konuda etkilendiğiniz, yazarlığınızı besleyen kaynaklar nelerdir?
Yaşarken bana düşen bu zaman diliminde, sınırlı ömrümde yazıyorsam amacım biraz da kendimi, karşımdaki, çevremdeki, yöremdeki canlı-cansız her şeyi, herkesi anlamak, algılamak, duyumsamak. Varlığımı onlarla çoğaltırken onlara acaba herhangi bir katkım olabilir mi, diye sormak. Hâl böyleyken, duyular, sezgiler ve sessizlikler bir bakıma çalışma, duyumsama alanı benim için. Yaşamı yazıdan ayırmayanlar için temas edilen, içselleştirilen, duyumsanan her şey bütün. Etkilenmeler ve beslenmeler de buna dâhil. Bir karıncanın hareketindeki bir sapma ya da son derece olağan tavır, tanımadığım birinin kulak misafiri olduğum bir cümlesi beni yeni keşfettiğim bir yazar kadar etkileyebilir. Aynı şekilde yıllar önce okuyup unuttuğum bir yazarı yeniden okuduğumda, sarsılıp taptaze bir enerjiyle dolabilirim. Sadece edebiyat da değil; antropolojiden bilime öyle çok ki beni besleyen alanlar, yazarlar, en iyisi hiç saymaya başlamamak sanırım. Başucumda yığılıp eriyen kitap dağı beni ele geçirmesin diye de büyük çaba harcarken, okuduklarıyla övünmekten de korusun bizi yüce güçler!
Şaka bir yana, önemli bir konu var; o da yazıda özgünlüğü korumak. Özgünlüğü mesele edinen yazar; etkilenmelerin yazısında dolaysızca belirmesine izin vermez. Etkiyi dönüştürmek, kendimize mal edecek derecede içselleştirmek çalışmamızın bir parçası olmalı bence. Sadece bunun için bile çok okumak zorunda değil miyiz? Etkilenme ciddiye alınması gereken bir semptom; sadece genç yazarları değil, usta olarak anılan yazarları bile (Unutmayalım ki kendinden etkilenmek de mümkün) zaman zaman tuzağına düşürür. Dikkat ederseniz, geleceğe kalanlar hep kendi yazısını her tür etkiden korumuş olanlar. Bu bakımdan, “kendinin editörü olmak” hayatî önem taşıyor. Sadece editörlük de değil; yazar, dünyanın neresinde olursa olsun, her koşulda kendinden bir ekip yaratma becerisini ele geçirmeli.
Kalemin elinizden hiç düşmediğini, her an sözcüklerle, anlamla iç içe olduğunuzu biliyorum. Peki, nedir acaba durmadan akan bu çağlayanın kendiyle, yazıyla, hayatla meselesi?
Ah bir bilsem! Sonra hayran olduğum, Kobayaşi İssa’nın bir haiku’sundan, Japonca bir sözcük var, onu tekrarlarken buluyorum kendimi: “Sarinagara.” “Ama yine de, ama yine de” demek. Devamlılığı, akıp gidişi ne güzel anlatır. Ve hemen ardından geride bir ses usul usul mırıldanıyor: “Bu su hiç durmaz.”