Edouard Levé okumak, kitap okumaktan çok beklenmedik bir şeyle beklenmedik bir anda karşılaşmaya benziyor...
18 Haziran 2015 15:10
Edouard Levé’den, o başkalarından nasıl söz ediyorsa öyle, yani güçlü fiillerin çektiği küçük kızaklara benzeyen, açık, sade, sıfatsız, kısacık cümlelerle söz edebilmek isterdim. Parodisini yapmanın eğlenceli olacağı belirgin bir üslubu olduğundan değil; tam aksine, Levé bir tür renksizliğe, saydamlığa, “yüce üslupsuzluğa” erişmiş büyük sanatçılar soyundan olduğu, haikudan fazlasına burun bükülen bir sadelik diyarında yaşadığı (ve yine orada, kendi eliyle, 2007’de öldüğü) ve ben de oraya en azından bir uğramak istediğim için.
Orası mahcubiyetin, kendini kandırmanın, suçluluk ve sorumluluk duygularının, zeki ve havalı ve yetenekli ve ama aynı zamanda kırılgan ve anlayışlı görünme gayretinin, siyaseten doğruculuk ve otosansür dürtülerinin ötesinde uzanan; ima, kinaye, teşbih, istiare gibi şık laf dolandırma yollarına ihtiyaç duyulmayan; her şeyden olduğu gibi, dürüstçe ve dolaysız bir şekilde bahsetmenin mümkün olduğu; süperegonun hükmünün geçmediği, sessiz bir yer. “Uzak ve mai gölgeli bir belde”. Biraz Kutuplar gibi. Levé gibi “saf” sanatçıların kendilerini erken yaşta kıyısına vurmuş buldukları, sanatçılığı zorlu, hatta bütün hayata (çocukluk dahil) yayılmış çilekeşçe bir saflaşma süreci olarak yavaş yavaş yaşayanlarınsa Kutup kaşifleri gibi hırsla, sabırla varmaya çalıştıkları yer orası.
Edebiyatın “edebiyat”, müziğin “müzik”, resmin “resim” olmakla artık pek ilgilenmediği, “sanat eseri” dediğimiz insan yapısı, dünyevi ürünün daha kendiliğinden ve kökeni belirsiz bir “şey”e dönüştüğü, sanattan bir tür (seküler ya da dini) maneviyatın terimleriyle söz etmeye başladığımız yer. Kafka’yla yeni karşılaşmış bir okuyucunun, okumayı yeni bitirdiği Dava ya da (asıl) Şato’dan bir arkadaşına bahsetmeye çalışırken yaşadığı tatlı dilsel çaresizlik. Bir kitaptan bahsetmenin, yarımyamalak hatırladığımız garip bir rüyadan ya da tek başımıza, hiç ummadığımız bir anda karşımıza çıkmış bir manzaranın güzelliğinden (yol kenarında bir gelincik tarlası) bahsetmeye en çok benzediği yer.
Kitapları ve yazarlığı romantize etme zevkiyle yazmıyorum bunları. Tam aksine, romantizmi (edebiyat akımı olarak da, mehtaplı şamdanlı bir “ambiyans” olarak da) kıran bir şeyden söz etmeye çalışıyorum: Levé’nin bir başkasına anlatılması zor kitaplarının bir ruhu varsa eğer, bence bu ruha en uygun düşecek yüz bir erken dönem sinema komiğinin (benim kafamda hep Buster Keaton) hafif pudralı, ifadesiz yüzü, sesse Stephen Hawking’in yer yer kulağa dokunaklı gibi de gelebilen tekdüze, mekanik sesi.
Önce bu yüzlerden birini gözünüzün önüne getirin, sonra da şu cümleleri Hawking sesiyle kafanızın içinde duymaya çalışın lütfen: Aşk hikâyelerinden sıkılırım. Sohbet ettiğim birini, her cümlesinin son kelimesini tekrar ederek bunalttığım oldu. Gerçekten okumaya beşinci dakikadan sonra başlayabiliyorum. Zayıf insanlar bana kendimi genç hissettiriyor. Gündelik kelimeler kullanarak gerçekdışı şeyler yazan Raymond Roussel’i, sıradışı bir dille sıradan şeyler hakkında yazan Joyce’a tercih ederim. Ne çevirinin ne de zamanın geçişinin değişikliğe uğratabileceği bir düzyazı yazmaya çalışıyorum. Sık sık, ben kalkıp gittikten sonra insanların benimle ilgili neler konuştuklarını merak ederim: Belki de hiçbir şey konuşmuyorlardır. Sanatla ilgili her şeyi kendi kendime öğrendim. Bu kitabı bir bilgisayarda yazıyorum, hiçbir zaman bir elyazması olmayacak. Yazdığım her şey doğru... da doğru olsa ne olur, olmasa ne olur?
Levé’nin dört incecik kitabından biri olan Otoportre’den rastgele cümleler bunlar. Dünyayı bir hikâye değil de bir envanter olarak görmenin, hayatı küçücük parçalara ayırmaktan ve o parçaları saymaktan zevk almanın sanatsal bir tarihi varsa eğer, Otoportre muhtemelen bu tarihin en önemli noktalarından biri: Bir sözlüğün dünyaya bir romandan daha fazla benzediğini düşünen bir yazarın (yine de) sözlükten çok romana benzeyen kitabı. Levé ve kitapları hakkında başka şeyler de söylenebilir: Otoportre’de yaptığı şeyin (birbiriyle açık bir ilişkisi olmayan cümlelerin art arda gelmesi) edebiyat teorisinde bir adı olduğu (“parataxis”), aslında (tıpkı Otoportre gibi yine Orçun Türkay’ın Türkçeye çevirdiği) İntihar isimli kitabında aynı şeyi bu sefer cümle değil paragraf düzeyinde yaptığı, hem Georges Perec’ten hem Perec’in de etkilendiği Amerikalı sanatçı Joe Brainard’dan etkilendiği ya da yazmayı, çekmeyi, kurgulamayı, çizmeyi, göstermeyi, inşa etmeyi, icra etmeyi, biriktirip sergilemeyi, sahneye koymayı, oynamayı, uydurmayı, anlatmayı, anlattırmayı, saymayı, kaydedip dinletmeyi, ezberleyip okumayı, ezberletip okutmayı, kesip yapıştırmayı, yontmayı ya da boyamayı istediği, hayal ettiği, bir an aklından geçirmekle ince ince planlamak arasında değişen derecelerde yaratıcı emek verdiği ama gerçekleştirmediği, hepsini gerçekleştiremeyeceğini zaten bildiği “şeyler”i, 533 maddelik açıklamalı bir liste halinde, ta baştan, Eserler isimli ilk kitabında topladığı, vesaire, vesaire.
Levé okumak, oturup kitap okumaktan çok, başka duyularımızla, kelimeler olmadan yaşadığımız başka yoğun şeylere benziyor: Çok beklediğimiz birini sonunda karşıdan gelirken görmeye. Duyduğumuzun farkında olmadığımız bir gürültü bir anda kesildiğinde hissettiğimiz yumuşak bir yere yavaşça düşme duygusuna. Bir başkasıyla aynı anda ağzımızı açıp aynı şeyi söylediğimizde içimize dolan mutluluğa benzer şaşkınlığa.
Levé’den çok farklı bir yazar, Vladimir Nabokov, “İlham” başlıklı yazısında, yazarlık hayatı boyunca kitaplarına girmeye layık görmediği, sildiği, üstünü çizdiği kelime ve cümlelerin “Reddedilmişler Diyarı” dediği bir yerde koskoca bir kütüphane oluşturduğunu söyler. Levé’nin yazdığı hemen her kelime ve cümle, o kelime ve cümlelerden. Nabokov’un bir parantez içinde o diyar için verdiği yol tarifi de doğru: Hiçbiryer’in kuzeyinde, sisli ve hiç de ihtimal dışı olmayan bir ülke.