"Derken kitabımın bazı bölümleri ortaya çıktı, okundu, paylaşıldı. İşte derin karanlıklardan gün yüzüne çıkmış arkaik bir parça gibi memnundu görülmekten. Bu arada 'erkek gibi yazan kadın yazar' sıfatını da alarak payelerime bir yenisini ekledim. Bu iyi bir şey miydi? Gurur mu duyuyordum?"
05 Mart 2020 18:00
Size bir sır vereceğim. Kimseye söylemeyin.
Kız çocukları yazar olmazlar. Oğlan çocukları da. Yazar olmak için büyümek gerekir.
Hem de çok büyümek gerekir.
Ben de bir zamanlar bir oğlan çocuğuydum. Çokça duyarlı, içe kapalı, sessiz, spor ayakkabı ve kot pantolon giyip dünyaya olan öfkemi içimde taşırdım. Yalnızlığın bir tür bilgelik getirdiğini de daha o yaşlarda anlamıştım. Bilgelik ruhları görmek demektir. Görürdüm ya da gördüğümü sanırdım.
Eşyanın kaderini gören ve buna üzülen biriydim diyelim. Taşta saklı olan zamana kederlenen bir tuhaf çocuk.
Ortaokulda kulaklarımın arkasından çıkan bir tutam bukle yüzünden bir kadın öğretmenden yanağımı biber sürmüş gibi kızartan tokadı yedikten sonra saçlarımdan nefret ettim ve onları kestirmeye karar verdim. Düzene karşı çıkan isyankâr bukle cezalandırılmıştı işte. Omuz silkip vazgeçtim. Sonra hep sevdim kısa saçı.
Çünkü kimsenin olmayan bir alanı bağışlamıştı bana. O uçsuz bucaksız alanı, özgürlüğü. Hiç kimseden yana değildim. Olmak zorunda değildim. Annemden bile taraf olmuyordum. Hızlı hızlı yürürdüm. Yürürken patavatsızdım, yolları çiğnerdim… Dünyanın en yalnız ve kısa saçlı oğlan çocuğuydum ben.
Bir yazar olmak için metinlere sahip olmanız gerekir. Metinler kısa ya da uzun cümlelerden oluşur. Cümleler kelimelerden. O zamanlar öyle sanırdım ki dünyanın metinsiz –kitapsız da diyebiliriz– tek yazarı olma şerefini taşıyordum. Savruk, başıbozuk kelimelerim içimdeki kitabı sessizce diziyordu. Cümlelerim ben ağladıkça, üzüldükçe ve hayatı anlamadıkça sessiz sessiz uzuyordu. Saçlarımın aksine. Kitabımı benim dışımda kimse okuyamıyordu. Görünmezlik bir zırh gibi benim ve kitabımın çevresini kuşatıyordu.
İnsan en iyi, anlamadığı bir dilde konuşanların arasında düşünebilir. Diyelim çevrenizdeki herkes İsveççe konuşuyor, o zaman ne güzel, ne derin, ne boyutlu düşünebileceğinizi tahmin bile edemezsiniz. İşte ben de anlamadığım bir Türkçe konuşan insanlarımın içinde güzel güzel, derin derin, anlamlı anlamlı bir Türkçeyle düşüne düşüne büyüdüm. Bu dil benim oldu, ne kimseye verdim ne de paylaştım onu. Nasıl kıskançtım, nasıl âşıktım o dile?
Böyle böyle derin ve sessiz büyüdüm.
Saçlarım hâlâ kısaydı ve her aynaya baktığımda yeniden ve yeniden görüyordum o hüzünlü oğlan çocuğunu.
Oğlan aynanın içinden ümitsizce gözlerimin içine bakarken dünya zamanında kadınlığım yaş alıyordu. Evleniyor, anne oluyordum hatta. Bebeğimin güzel yüzünde, gülücüklerinde kadınlığımı kutsuyor gibi olup, geri adım atıyordum. Yazım yavru kuşun titrek kanatlarıyla uçmaya çalışıyordu. O güne dek yuva bellediğim her şeyden uçmaya çalışıyordum da denebilir. Güvenlik duvarını bir aşabilsem gerisi tamamdı.
Zaman aldı her şey, hepsi. Kendimle olan hesaplaşmalarım, çelişkilerim, çektiğim içsel acılardan sıyrılıp ışıklı bir yol bulmaya çalışmak zaman aldı. Ben de dünya üzerindeki her insan gibi bedel ödeyerek öğrendim, bunu yaşamın temel trajedisi olarak benimsemeye çalıştım. Yaralarımız dünyanın yaratılışı kadar eskiydi ne de olsa. Yazarlığım kısık sesle konuşmak istemiyordu artık. Bağırmak çağırmak, hatta edepsizlik etmek de istiyordu. Tutamıyordum dizginlerini hırçın şeyin. Derken kitabımın bazı bölümleri ortaya çıktı, okundu, paylaşıldı. İşte derin karanlıklardan gün yüzüne çıkmış arkaik bir parça gibi memnundu görülmekten. Bu arada “erkek gibi yazan kadın yazar” sıfatını da alarak payelerime bir yenisini ekledim. Bu iyi bir şey miydi? Gurur mu duyuyordum?
O zaman için belki evet. Düşmanı kendi silahıyla vurduğumu zannediyordum. Kelimeleri Erol Taş’ın et yemesi misali yiyordum. Ah öfke? Ah bizden esirgenen her şeye, mutluluğa duyulan o berbat kıskançlık.
Benim değilse de yazımın saçları uzuyordu heyhat. Ok gibi keskin gözlü Değişim Tanrısı Fırtına Tanrısı’nın koluna girmiş beni savurup yerle bir ediyordu. Yazıma bir şeyler olmuştu. Öfkesi gitmiş, kendi olmuş, sevgiye, paylaşıma, anlayışa açık uzun saçlı bir yazı olup çıkmıştı. Bu yazı annesini yazıyordu, kadınları yazıyordu, kız kardeşleri de yazıyordu. Onların dertlerini. Sevgisizlikleri yazıyordu, durduramıyordum uzamayı. Siyah saçlar tatlı bir isyan motifi gibi örülüyor, kâh at kuyruğu kâh topuz yapılıyor, kenarına da kırmızı gülü iliştirip benimle alay ediyordu.
Aynaya bakıyordum. Orada yeterince sevilmemiş, yeterince anlaşılmamış, hayat hakkı tanınmamış kadınların kısa saçlarımı çekiştirip eğlendiklerini görüyordum. Aileye katılmam için baskı yaptıklarında yine kaçıyordum.
Uzaktan şöyle diyordum onlara: “Ben ailenize katılmam. Dik başlıyım ben ama sizi yazarım. Merak etmeyin.”
“Olmaz” diyorlardı. “ İlle olmaz. Bize katılmayan bizi yazamaz. Bize yabancı olana ne kelimelerimizi veririz ne de hikâyemizi.”
Haklılar mıydı? Sanırım evet. Fakat yabani olmanın da doyumsuz bir tadı vardı. Uzattığım eli koşullu bulup çok da istemiyorlardı.
Ben ne dersem diyeyim yazımın saçları milim milim uzamaya devam ediyordu. Bu gecelerden de kara saçlar Leyla’nın olmasındı sakın? Onlarla nasıl baş edebilecektim, nasıl?
Kuaföre koşuyordum. “Elini korkak alıştırma, kes gitsin” diyordum. Kuaför kirpiklerini kırpıştırıyordu elinde makasla, fenni sünnetçi edasıyla biraz tedirgin yüzüme bakıyordu. “Kadınların saçları çok kıymetlidir. Hayret!” diyordu. “Emin misiniz?”
“Eminim” diyordum, “Hayatta hiçbir şeyden bu kadar emin olmadım!”
“Eh, siz bilirsiniz” diyordu makası şıkırdatarak. “Günah benden gitti.”
Kızım kısa saçlarımı sevmiyordu. Çünkü yalnız anneler kızlarının değil, kızlar da annelerinin saçlarını taramak ister.
Aynadaki oğlan çocuğu kırgın ve hüzünlü ifadesiyle bakmaya devam ediyordu. Fakat aynadaki kadınlarla dost olmuş gibiydi de. İnceden bir barış havası seziyordum.
“Siz galebe çalmak istiyorsunuz” diye bağırıyordum kadınlara. “Çocukluğumdan bu yana kadın hakimiyetinde büyüdüm. Yeter. Bıktım sizden artık. Gevezeliğinizden de”
“Size erkek gözüyle bakarsam görürsünüz” diyordum. “Ciddiyete davet ederim. Çünkü beni de davet ediyorlar. Yani ciddiyete.”
Biraz geri çekiliyorlardı. Sanki cin taifesiydiler de yaktığım dualı tütsülerden çekiniyorlardı... Kırk tilki gibiydiler de. Kuyrukları birbirine değmiyordu.
“Biz hakkımız olandan fazlasını istemeyiz” diye cevap veriyorlardı az biraz düşünüp. “Bu üzgün oğlanı da kim büyüttü sanıyorsun? Ara sıra aynaya bakmakla çocuk büyüseydi. OOoo… Yine emeğimiz hor görülüyor.”
Pes etmiştim pes. Artık kavga gürültü istemiyordum. Kendime yazar mı kadın yazar mı, Allah’ın belası yazar mı diyeceğimi bilemezken, asıl yazar olan yazarlar, erkek meslektaşlarımız bıyık altından gülüyorlardı. Kıs kıs kıs.
Rüyalarıma giren bir otobüs dolusu allı güllü giyinmiş kadın beni zorla şoför koltuğuna oturtup” Sür” emri veriyorlardı.
“Nereye?” diyordum ürkekçe.
“Bilinmeze” deyip gülüşüyorlardı.
Haklıydılar. Yazı biraz da bilinmeze gitmek değil midir? Yazarın ve yazdığının akıbeti hep meçhul değil midir?
Uzun saçlar boynuma dolanıp cilveleşiyordu benimle. Otobüs hareket ediyordu, hız alıyordu sonra.
Dağlar, göller, ovalar arasından kıvrıla kıvrıla gidiyorduk. Vadilere düşecek gibi oluyor, düşmüyorduk. Fincanlarda üç vakte kadar ferahlık görüyorduk.
“Ey hayat!” diyorduk hep bir ağızdan. “Ve ey yazı. Sen nelere kadirsin !”
Acılar denizi geri çekilir gibi oluyordu. Süklüm püklüm kasaba köpekleri havlıyorlardı arkamızdan. Korkuluklar el sallıyordu bize gece yarıları.
“Hayat kısa, yazı uzun diyordu” kadınlar. “Tıpkı senin saçların gibi. Bizim saçlarımız gibi.” Oğlan çocuğunu aralarına almış, öpüp kokluyorlardı. İleride büyütüp askere gönderip evereceklerinden de şüpheleniyordum.
Teslim olmuştum.
Çünkü Kader Tanrıçasının topraklarına girmiştim.
Hem… Doğru söze ne denirdi ki?
•
GİRİŞ RESMİ:
Deniz Bilgin, Adalar
1998, kâğıt üzerine guaj, 69 x 100 cm.